Seneler seneler evvel başka bir galakside bir grup arkadaş dergi çıkarmaya çalışıyorduk. Ortaokul sıralarından başlayarak hemen her dönemimde bir derginin parçası olduğumu söylemiş miydim? Periyodik dergi nedense hâlâ bana medyanın en keyifli hâli gibi gelir. Ayda ya da ideal olarak haftada bir görücüye çıkacak şekilde yazmak eğlenceli ve de makul bir uğraştır. Ya da uğraştı, bir zamanlar. Şimdilerde internet var, her şey anlık. İçerik üreticisiyiz hepimiz. Bir gün yazmasak, öldük mü kaldık mı merak ediliyor. Varlığımızı oraya buraya sıkıştırdığımız postlarımıza borçluyuz biraz da.
Ben çoğunlukla para pul işlerinden anlamam (Kayseriliyim) ama o zamana kadar bir şekilde yolumuzu bulmuştuk hep. O kağıdı o matbaaya birileri hep vermiş, o matbaadan çıkan dergi hep bir şekilde dağıtıma girmiş, kitapçı raflarına ve dahi okurun nazarlarına ulaşmıştı. Ben sadece iki kapak arasındaki şeylerden (reklamları saymazsak) sorumluydum. Düşününce ne acayip işlermiş. Şimdi her şey iki hamlede tamam (ilki “gönder” tuşu, ikincisi okuyucunun uygulamayı açmak için ekrana dokunuşu). Bu bahsedeceğim dergi çıkarma işinde ise çıkmaz sokaktaydık. Yola koyulsak, kendi kendini çevirecek bir işletmeye dönüştürebilirdik ama yola koyulmak için bir miktar akar (cash?) lazımdı.
Hesabımız kitabımız yerindeydi aslında (ya da biz öyle sanıyorduk). Ekibimiz hazırdı. Hatta okurumuz bile hazırdı. Yeter ki bayilere düşebilelim. Bizi şöyle 1 yıl götürecek, masraflarımızı karşılayacak miktarı belirlediğimizde, ortaya o zamanın (o galaksinin) parasıyla iki BMW X5 parası çıkmıştı. Güzel araba. Ve tesadüf bu ya, bizim bu planları yaptığımız pastane de trafiği yoğun bir caddeye bakıyordu ve biz her hayıflandığımızda yoldan bir BMW X5 geçiyordu. (O galaksinin insanları, nedense arabalarına acayip ehemmiyet veriyor, iyi bir arabaya sahip olmayı hayatlarının önemli bir rüknü görüyorlardı.)
Öncelikler, ah önceliklerimiz! Durduk yere bir insan niye BMW X5 almak yerine dergi çıkarsın? Ya da dergi çıkaracak diye niye bir grup insana o parayı emanet etsin? Hem karşılığında ne kazanacak? Bırakın bu çocukça işleri de adam akıllı ticaret yapalım (Kayseriliyim demiş miydim?). Ayağımız yere sağlam bassın. Sonra bakarız.
Maslow piramidinin en tepesine denk düşüyor bu dediklerim. Başınızı sokacak bir evden çıkıp, kendinizi güvende hissedeceğiniz bir sosyal statüye sahip olursanız, akabinde aile ve arkadaşlarınızdan kurulu bir sosyal ağın içinde bir rutin geliştirip, özgüven ve başarı hissine de alışkanlık geliştirirseniz, “Dur bakayım ya kreatif bir şeyler yapayım ben!” diyormuşsunuz. Ölme eş(ş)eğim ölme (ağzı büyük olanların da ağzını doldurabilsin diye bir ş ilavesiyle).
Tabi bu yolları geçip “Hah, tamam rahata kavuştuk,” diyene kadar bir ömür geçmiş gitmiş de olabilir. O zaman gidip Maslow’u bulacak ve ağzını burnunu kıracaksınız. Başka çare yok. (Ya da sermaye sahiplerini yeni bir dükkân açmak yerine, bir kitapçı daha açmaya; biraz daha fazla para kazanmak yerine, insanların ruhuna dokunacak işler yapmaya ikna edeceksiniz. Aslında modern toplum bu işleri bürokratik bir nezaket çerçevesine içinde çözüyordu ama kim kaldı eski modernlerden?)
Öte yandan ömrün bir çırpıda geçip gitmesinin bir panzehri varsa, o da, bana sorarsanız, şu anı yaşarken geçmiş ve gelecek arasında mekik dokumak. Çünkü bu dünyadaki meselemiz zamanladır. Hikâyemizin kötü kahramanı odur. Hayır, zaman hiçbir şeyin ilacı değildir. O bizi yavaş yavaş öldüren bir zehirdir.
Bununla birlikte zamanı nasıl algıladığımız, en az sınıfsal farklarımız kadar belirleyici. Hani ilk yazıda bahsetmiştim ya kafasının içinde kendisiyle konuşmayan insanlardan, onların zaman algısıyla, sürekli kendi kendini, kendi zihninde ikna etmeye çalışan insanların zaman algısı elbette ki epey farklı. Bu ikinci durumda özellikle kendini dışarıdan izleyen bir karaktere dönüşmek mümkün olduğundan, dünyaya başka gözlerle bakıldığı aşikar.
Geçenlerde Elif Batuman’ın blog yazısını okurken, Rus yazar Viktor Şklovskiy’den şöyle bir alıntıya rastladım: “Alışkanlık (ünsiyet) işimizi, elbiselerimizi, mobilyalarımızı, eşlerimizi ve hatta savaş korkusunu yiyip bitiriyor. … Ve sanat yaşamanın tadını tekrar kazanabilmek için var; tekrar hissedebilelim diye, taşı taş olarak algılayabilelim diye var.” (Biraz serbest çevirdim ama böyle.)
Yani aslında bu zaman ırmağının ortasında etrafımızdaki her şeyle birlikte akıp giderken, çok büyük potansiyellerin, adeta hayalî bir Everest’in, tepesinde duruyoruz. Sadece anlamlı bağlar kurabileceğimiz insanlardan bahsetmiyorum; “taşı taş olarak algılayabileceğimiz” bir hayata adım atabilmekten, omuriliğimizden (refleksif) yaşamaktan sıyrılıp zaman içinde her şeyle ilişkimizi yeniden yaratarak yaşamaktan bahsediyorum.
Fakat bu potansiyelin çok küçük bir kısmı hayata geçiyor, zihnimizde bir hatıraya dönüşebiliyor, çok çok azını gerçekten hissedebiliyoruz. O caddeden geçen her bir BMW X5 benim için o an büyük bir potansiyelin heba olup gitmesiydi sözgelimi. Onlardan sadece bir-ikisiyle, belki üçü-dördüyle (açgözlülük!) çok keyif alacağım bir hayatı, çok keyif alacağım insanlarla paylaşabilecektim.
Her şey para değil elbette. Potansiyeller de maddiyattan ibaret değil.
Aile denilen kavramı düşünelim mesela. Kaderleri bir biçimde kesişmiş bu insanlar, aile bireyleri, sonsuz bir potansiyelin (tabi sosyo-ekonomik kısıtlar da var) içinde yüzüyorlar. İnsanın bu dünyada aradığı sevgi, saygı, bağlanma, güven duyma gibi ihtiyaçlarını neredeyse tek başına karşılayabilecekleri bir yer, bir bakıma.
Geniş anlamda düşünelim. Anne babanın ailelerini de dâhil edelim. Hatta bu insanlar aile içi bağlara önem verdikleri kadar aile dışı bağlara da aynı ihtimamı göstersinler. Mahalle mahalle büyüyen bu enerjiyi hissedelim. (Daha bireyci yaklaşımlar es geçse de, muhafazakar düşüncenin aileye çok anlam yüklemesinin altında bu potansiyeli ucundan kıyısından hissetmek var bence ama maalesef onlar da tam anlamıyla farkında değiller.)
Kuşaklar boyunca biriken hikâyeler, tecrübeler, hata yapmaktan korkmayan, düştüğünde birinin elinden tutacağını bilerek, aşağıya gerilmiş bir ağın varlığından cesaret alarak yüksekte en tehlikeli akrobasi hareketlerini yapabilecek özgüvenle hareket edebilmek, tatmin edici bir dostluk ve yardımlaşma, her duyguyu sağlıklı bir ortamda yaşama… maddi ve manevi destekler de cabası!
Gelgelelim, hayat bu kadar cömert değil çoğu zaman ve aileler potansiyelleri öğütmekte pek mahir. Bu potansiyelin büyüklüğü nispetinde de potansiyelin gerçekleşmemesinin açtığı yara, travma, hayal kırıklığı derinleşiyor.
Daha da fenası, insanlar kendi ailelerinde yaşadıkları bu can sıkıcı tecrübeyi, hayatlarının geneli için bir yol haritası kabul ediyor ve başkalarıyla ilişkilerinde de hayal kırıklığı (güvenmeme) öncelikli bir yaklaşım sergileyebiliyorlar. Bu da potansiyelleri bozuk para gibi harcadığımız bir girdaba sokuyor bizi. Bir caddede yan yana geçip giden ve birbirine hiç dokunmayan, ama aslında bağ kursalar çok mutlu olacak insanlar yığınına dönüşüyoruz. (Ben bu açıdan şanslıydım.)
Tabi her insanın kendince bir anlam dünyası var, o anlam dünyası içinde arzu ettiği şeyler var (ek soru: arzularımızı değiştirebilir miyiz?) ve bütün bunlar örtüşmeyebiliyor, hatta çatışabiliyor. Aile içinde de geçerli bu. Her sabah, okullarda andımızı okur gibi, yüksek bir motivasyonla “aile olmaya” ve o yönde planlı-programlı yaşamaya çalışamazsınız. Aynı çatı altında birbirine hiç dokunamadan yaşayıp gitmek de imkân dâhilinde, hatta pek olası. Tolstoy, “Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır,” derken haksızdı. Mutluluk güneşin doğuşu gibi her sabah olan, doğal bir durum değildir. Dahası, her mutluluğun kendi karakteristiği var. İçine aldığı aktörlerin pasif ya da aktif çabaları var.
Peki neden harcıyoruz bu potansiyeli?
Öncelikle, dostlarım, zaman yetmiyor. Gönül aynı anda her şeyi en güzel biçimde yapmak istiyor ama pratikte bu mümkün değil. Öte yandan, Maslow’un dediğinden ayrı, bir öncelikler sıralamamız var. Genelde de bu sıralama, zihnimizde olandan farklı işliyor. Mesela oturup hayatta en çok önem verdiğimiz şeyleri bir kâğıda yazsak, sonra da günlük, haftalık ya da aylık periyotlarda hayatımıza baksak, ikisi arasında onulmaz çelişkiler göreceğiz. Evet bu uçurumun bir kısmı zaman meselesi. Kendimize ait bir zamanımız yok. Günün büyük kısmını “mecburiyetler” dolduruyor. Kalanında da direksiyonu omuriliğimize verip kendimizi zorlamayacak şeylerle rahatlamaya çalışıyoruz.
Gelgelelim, etrafımızdaki potansiyelleri sirtaki oynarken kırılan tabaklar gibi tuzla buz ederken mutlu olabilir miyiz dersiniz? Ya da huzurlu? En azından mutmain? Sarı saçlarınızdan siz suçlu olmayabilir misiniz gerçekten?
Sürekli güvenli tercihler yaptığınız, tanıdık olanın konforuna sığındığınız, sütliman denizleri sevdiğiniz, canınız yandığında hemen vazgeçtiğiniz, derin bir yanlışın içinde olduğunuzu kabullenmektense o yanlışlığı büyüttüğünüz, üstünlük hissini aşmaya çalışmaktansa suçu hep başkalarında aradığınız, iletişim kurmak yerine gönül koyduğunuz, nasılsa bulunmaz deyip aramayı bıraktığınız için sorumlu tutulmayabilir misiniz?
O zaman hikâye zamanı… The Morning Show isimli bir dizi var, belki izlemişsinizdir. Amerika’nın en ünlü ve en uzun süreli sabah programının iki sunucusundan biri, tabi ki erkek olan, taciz suçlaması sebebiyle yayından alınır. A crisis in paradise. Normalde böyle bir durumda, kanal yöneticilerinin önündeki (güvenli) seçenekler bellidir: Ya ekip içinden hâlihazırda izleyicinin tanıdığı biri yükseltilir ya da başka kanallardan CV’si parlak birisi transfer edilir. Neden risk alasınız? Ama Cory Ellison’ın farklı fikirleri vardır.
Hikâyenin devamını anlatmayacağım ama Cory Ellison’ın nasıl bir adam olduğunu göstermek için araya çok güzel bir sahne sıkıştırmışlardı, ondan bahsedeceğim. Cory, aynı zamanda bir prodüksiyon şirketinin başındadır ve ekibiyle birlikte bir TV dizisi için çekilmiş pilot bölümü izlerler. Gösterim bitince, projeyi durdurur. Ekipten birisi, “Madem hemen vazgeçecektin neden pilot çekimine onay verdin?” diye sorar. Bunun üzerine Cory, beysboldan bir örnek vermeye başlar:
“Bir adam düşün, çelimsiz, topa kötü vuruyor ve herkes onun bitik olduğunu söylüyor. Ama sen onda bir şeyler görüyorsun ve ona bir şans veriyorsun. Büyükler ligine çağırdığın ilk maçta muhteşem bir vuruş yapıyor. Harika. O tam bir oyuncu. İşte bu adam ya da kadın o vuruşu yapınca, oyuna olan inancın yenileniyor. Televizyonda da, hayatta da bu böyle. Keyiflendiriyor. O sahaya bir daha gelmeni, o oyuncuyu yeniden izlemeni sağlıyor çünkü tekrar edebilir. Ve bil bakalım ne oluyor? Yine oluyor. Ve dünyadaki her şey bir anda yerli yerine oturuyor. Kıtlık, yoksulluk, salgın hastalıklar… Hepsi geride kalıyor. Brooklyn’de bir ağaç büyüyor…” (Yine aşırı serbest çevirdim ama ana fikri vermek için böyle yaptım.)
Hasılıkelam, sürekli aynı şeyleri yapmaktan sıkılmıyor musunuz? Ben sıkılıyorum. Hayata olan inancımızı yenileyecek, “taşı taş olarak algılayabilmemizi” sağlayacak, bir şeylere ihtiyacımız var gibi… Maslow’un piramidini altüst edecek, Maslow’a kafa göz girişecek bir şeylere. Ama ne yapacağımı da bilmiyorum. Belki de bilmemek gerekli. Suya atlamak ve çırpınmak… Bugüne kadar bildik de ne oldu, değil mi? Siz biliyor musunuz?
Veeee sahne!