NOT: Bu epostayı alıyorsunuz çünkü “kuyu” isimli bir fanzine abone olmuştunuz. Ama “kuyu” öldü. Yaşasın “sarkalastik”. Burada kafamdaki sesleri dinliyorsunuz. Dinlemek istemezseniz, aşağıda bir yerlerde “abonelikten çık/unsubscribe” şeklinde bir düğme/button olmalı. Dinlemek isterseniz, ne âlâ. Ara sıra eposta kutunuza düşecek bundan böyle. Siz de katılın o seslere. Kalabalık edin, rahatsız edin, kusurunuza bakalım. Kendinize iyi bakın.
Bazı insanlar konuşarak bazıları da yazarak düşünürmüş. Hem zaten insanların yarısından çoğunun iç sesi yokmuş. Yani bir anlamda düşünebilmek için konuşmaya ya da yazmaya muhtaçlar. Benim gibi kafalarının içinde bin bir çeşit maskeden bin bir çeşit söz işitmiyorlar. Bu hâlin getirdiği yorgunlukla da malul değiller. Yaz babam yaz, konuş babam konuş. Böyle insanların yazdığı ya da konuştuğu şeylerin tamamlanmamış, ham, izaha muhtaç fikir taneciklerinden müteşekkil olduğunu, zannederim, tahmin etmişsinizdir. Ama günümüzde esas olan bolca yazmak ve konuşmak olduğundan, hem serdedilen fikirlerin niteliğiyle ilgili uzun boylu tetkiklere girişmeye kimsenin vakti olmadığından, sesi gür çıkanın sesi yanına kâr kalıyor. O zaman yazalım.
Gecenin bir yarısı seyahat etmekte olduğunuz gemi batsa ve sahil güvenlik ekipleri cılız fener ışıklarıyla sizi aramaya gelse, hayatta kalmanız sesinizi ne kadar duyurabildiğinize bağlı, malum. Hayat bir deniz kazasından hallice ve kimse durduk yere merak edip sizi aramaya çıkmıyor. Bu dünyaya boş boş susup oturmaya gelmedik ya? Hele ki sayımız bu kadar artmışken. Kalabalık nüfusa sahip ülkelerde, yoksunlukla mücadele içinde doğup büyüyen insanlar kriz şartlarına daha uygun oluyormuş. Hindistan kökenli insanların son yıllarda büyük şirketlerde önemli koltukları işgal etmelerinin bir sebebi buymuş. Ancak buradaki problemi sezdiniz değil mi? O kargaşanın içinden belki milyonda bir insan sağlam çıkabiliyor. Sağlamlıktan kastımız da muhtemelen işkoliklik ile içlerindeki sesleri bastırmanın yolunu bulmuş olmaları.
Bir dakika, bir dakika. Herkesin iç sesi yok demiştim. Yani bana öyle demişlerdi. Bugünlerde kimseye güven olmuyor. Bilime bile! Aynı şeye bakıp birbiriyle taban tabana zıt iki(den çok; malum uzay-zaman) fikir üretmek mümkün. Mümkün mü? Bir hakikat yok muydu? Ne düşünürsek düşünelim, nasıl yaşarsak yaşayalım bizi birleştiren bir hakikat? Aile gibi sözgelimi. Her bir ferdi ne yaşarsa yaşasın, birbirleriyle ilişkileri ne kadar sıkıntılı olursa olsun, aynı aileye mensubiyetin getirdiği bir birliktelik, bir ortaklık, bir güven olmayacak mıydı? Kısıtlı bir zihinle her şeyi kontrol etmeye çalışmak, kimseye güvenmeden hayatını devam ettirmek, ara sıra da olsa öyle veya böyle kendinden büyük bir hakikate sırtını dayamak ferahlatıcı değil miydi? Ne olursa olsun bir “aynılığı” paylaşmıyor muyduk? *Parçalanma efekti*
Mutluluk filan değil de insan huzur arıyor. Hele ki yaşlandıkça. Gelgelelim, huzurun da tek bir formülü yok. Modern dönemde (kabaca son 250-300 sene) rasyonalitenin (matematiğin) ehemmiyet kazanmasıyla bu formüller başımıza dert oldu. Her şeyin bir formülü, bir açıklaması, her durumda aynı biçimde netice verecek bir denklemi olduğunu zannederek geçiriyoruz günümüzü. Zihnimiz buna programlı. Okulda bu öğretiliyor. Kurallara uyarsanız karşılığını alırsınız. Başarılı olursanız önünüz açık. Her gün okula gidip her gün ödevlerinizi yapar sınavlardan da iyi netice alırsanız hadi gene iyisiniz! Hem zaten ufak tefek, gözlüklü bir öğrenci olarak sınıftaki zorbalardan korunmanın tek yolu öğretmenin (yasanın) varlığı ve öğretmenin bir güvence olabilmesi için de tek yol onun her dediğini yapmak (yasalara uymak). Bu formülü hayatın diğer alanlarına uygulayıp refaha yelken açmaya hakkımız var zannediyor(duk).
Hakkımız var mı gerçekten? Bu hayatta huzur bulmaya hakkımız var mı? Mutlu olmaya? Dünya bu hâldeyken? Ama bize böyle söylenmemişti. Biz, Soğuk Savaş’ın bittiği, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, herkesin akın akın özgürlüğe koştuğu yıllarda çocuk olanlar… Amerikan rüyası değil, bizim hepimizin rüyası. Hollywood filmleriyle aramızdaki mesafe her geçen gün kapanıyordu ve biz ekranda gördüğümüz hayatları yaşayabiliyor olmanın getirdiği özgüvenle “çalışırsak olur” virdini tekrar edip duruyorduk. Şaka maka öyleydi de bir süreliğine. Bir hakikat var gibiydi. Eğer yeterince çaba sarf edersek, denizin ortasında, o zemheri karanlıkta, ses çıkarırsak, bir el gelip uzanacaktı. O ele tutunup sahil-i selamete varacaktık. O el bizi haysiyetimizi koruyabildiğimiz, boş vakitlerimizde de olsa kendimiz olabildiğimiz yarınlara götürecekti.
Hayallerimizin küçüldüğünü söylememe gerek yok sanırım. Artık yalnızca kendimiz için hayal kurabiliyoruz. Basit şeyler. Ev, araba, ilişki (belki aile), tatil; Instagram’larda paylaşılabilecek şeyler işte. Çünkü hakikat de küçüldü dostlarım. Cebimize sığıyor artık. Bir karış ekranda, kaydıra kaydıra bakıyoruz ona. İnternet hepimizi eşitledi. Yan yana açılmış sekme’lerde her bir URL aynı muameleyi görüyor. Kutsal olan pornografikleşebiliyor ve pornografik olan kutsallaşabiliyor. Eşit. Hemzemin. Bir sosyal medya akışı (feed) içinde bunlar alt alta, üst üste, yan yana gelebiliyor. Üç beş tweet’lik mesafede her şey var. Endişeler, korkular, arzular, sevinçler, özlemler ufacık şişelere doldurulmuşlar ve bir huni yardımıyla mütemadiyen ağzımıza dökülüyor. Buna da yaşamak diyoruz. Alışıyoruz. Hiçbir şeyin üstünde durmaya fırsat vermiyor. Kabulleniyoruz.
Hayır, hayır, dostlarım, bunun adı ertelemek. Gerçek bir his karşımıza çıksın, bizi alıp buralardan götürsün diye beklemek. Bu bekleme uzun sürdüğü için de kendimizi oyalıyoruz başka başka hislerle. O karanlık denizin ortasında soğuktan donmamak için hareket etmeye benziyor yaşamımız. Bizi çevreleyen ve içinden çıkamadığımız, başka türlüsünü hayal bile edemediğimiz bir deryanın içinde debeleniyoruz. Hayal ediyoruz da aslında ama hayaller karın doyurmuyor. Harekete geçelim? Ama nasıl? Kalkın gidelim madem? Sonra gittiğimiz yere de götürüyoruz bu hâlimizi. Kısa süre içinde, aynı rutin, aynı beklentiler, aynı daralan çerçeve. Duvarları ağır ağır üstümüze üstümüze gelen bir odanın içinde yaşamak gibi hayat. Hayatın ruhumuzdaki (eğer bir ruhumuz varsa) bir şeyleri kırdığını ve bu kırığı onarmadan hayatı başka türlü yaşayamayacağımızı kavramak yıllar sürebiliyor. Kavrasak ne olacak? Hiç işte!
Bize hayal satanlar, sistemin işlediğini, kurumların çalıştığını, eğer istersek kimseye muhtaç olmadan, TEK BAŞIMIZA, hayallerimize ulaşabileceğimiz yalanına inandırdılar. Yasa var. Kural var. Sen “iyi” olduktan sonra “kötülük” sana bulaşamaz! Oysa insan tek başına ahlaklı, ilkeli, prensipli bile olamıyor. Öyle ölebilirsiniz. Öldüğünüzle de kalırsınız. Belki elli yıl sonra, hayat bir kez daha değişince, sizin adınıza bir hikâye uydururlar, ama yalnızca kendilerini tatmin için. Sizi umursadıklarından değil yoksa. O anki atmosfere uygun, hani IKEA’da görüp “Aaa bu bizim salona çok uyar” dediğiniz o cam vazoyu seçer gibi, sizin hikâyenizi seçip ardınızdan methiyeler dizebilirler. Tarihten örneklerle bezeli hikâyeler bende hep bu hissi uyandırıyor. Kendim için gaza gelmek yerine, o tarihte yaşamış, şimdi bize örnek ya da ibret olmak dışında bir vasfı kalmamış, kemiklerini bile bulmanın imkânsız olduğu o insanı düşünüyorum. Gerçekten de bunları hissetti mi o insancağız?
Biricik değilmişiz be, yerimiz çok çabuk doldurulabilirmiş, biz olsak da olmasak da dünya aynı hızla dönmeye devam edermiş. Kainatta bir toz zerresi bile değilmişiz. Eyvallah. Çocuk sahibi arkadaşlarımın kendilerini kandırmak için kullandığı şöyle bir mantık var: “Evet, çok zor. Çok uğraştırıcı. Ama bazen bir gülüyor gözlerinin içiyle, her şeyi unutuyorsun.” Ne kadar aptalca geliyor kulağa değil mi? Hayat da işte o kadar aptalca. Tam da insana özgü bir aptallık bu. İnsan olmanın anlamı adeta. Hayatın anlamı hatta. Ancak bu şekilde insan olabiliyoruz. Ya da biz insanları diğer canlılardan hatta belki tanrılardan bile ayıran şey bu. Uzun vadeli bir planımız yok çünkü bize verilen zamanı doğru düzgün idrak edebilene kadar elimizden kayıp gidiyor. Hayatın büyük kısmı ısınma hareketleriyle geçiyor. Bize kalan, oyunun doksanıncı dakikasında sahaya sürüldüğümüzde en iyi oyunumuzu sergilemek. O coşkuyu azıcık da olsa hissetmek. Ya sonrası?
Hayat coşkulanmalar (sizi her ne heyecanlandırıyorsa) ve bu coşkulanmalar sonrası gelen çöküntüleri nasıl idare edebileceğinizle ilgili biraz da. Elindeki işaretlerle akışı yönlendiren bir trafik polisi gibi mi? Yoksa sürüsünü değnekle bir arada tutan çoban gibi mi? Yoksa yoksa akışa kendini kaptırmış rüzgarda savrulan bir yaprak gibi mi? Kontrol kimde? Dışarıda mı içeride mi? Aslında buradaki problemin ne olduğunu siz de fark etmişsinizdir. Bir filozof, “hayat ileri doğru yaşanır fakat geriye doğru anlaşılır” demişti. Yani ancak otopsi masasında. Bir başkası da “şimdi hakkında konuşmak için her zaman geçtir” diyerek gözümüzün önündeki gerçekliği ifşa etmişti. Felsefe böyledir dostlarım çok karmaşık şeyleri değil gözümüzün önünde olduğu hâlde göremediklerimizi gösterir yalnızca. Ama hayır, burada felsefe yapmıyoruz.
Peki niye göremiyoruz ki onları? Bir şey var bizi yaşamaktan, yaşadığımızı tastamam hissetmekten alıkoyan. Nedir o? Bir ses ama kimin sesi? Bizi biz yapan bir ses belki. Çocukluğumuzun o daha tatminkâr anlarına ışınlayan bizi. Ama hayat hiç de o çok bilmişlerin söylediği gibi çocukluk, gençlik, yaşlılık çizgisinde akıp giden yekpare bir fasıl değil. Tekrar çocuk olmak, tekrar genç hissetmek, gençken yaşlı yaşlıyken genç olmak mümkün. Fiziksel olarak değil belki ama bazı yüklerden kurtulmayı bildikten sonra zihnen mümkün. Zihnimizdeki sesleri kovarak değil ama onlarla uzlaşarak. İçerideki o maskeleri, şeytanları, bazen de melekleri hayatın bütünlüğü içinde yerli yerine koyarak. Derin bir nefes çekip dünyanın aptallığını kendi aptallığımızı kabullenerek. Ama işte mümkünleri bile nâmümkün kılan bir ses o.
Bu sebeple insan bazen o sesin yerine koyacağı şeyin de aynı oranda etkileyici olmasını bekliyor. Işıltılı bir yanılgının ardından aynı oranda ışıltılı bir başka yanılgı almaz mıydınız? Ve inanır mısınız herkesin yanılgısı farklı farklı. Kimi hiçbir şeye karışmamanın onu daha mutlu edeceğini düşünerek yanılıyor, kimi her şeyin peşinden koşar, her şeyi yakalarsa daha mutlu olacağını düşünerek yanılıyor. Kimisi karanlıkları sevdiğini düşünürken tek yaptığının konforunu bozmamak olduğunu fark edemiyor, kimisi de ışıklara doğru koşarken buna bağımlı olduğunu unutuyor. Ama hepimiz yanılgı içindeyiz sevgili dostlarım yoksa bu hayat bu kadar yaşanmaz kılınmazdı bence. Nasıl oldu nasıl ettik bilmiyorum ama bir noktada hayatı içinden çıkılmaz bir labirente dönüştürdük. İnsanlar arası ilişkiler savaş jargonuyla konuşuluyor: psikolojik harp, travma, yıkıntı, strateji, fetih…
Bir de konuşmuyoruz sevgili dostlarım. Başımızdan geçenleri sabahtan akşama kadar sosyal medyalarda hiç tanımadığımız insanlara anlatıp duruyoruz ama oturup konuşmuyoruz. Böyle olunca da konuşmak yoğun bir ihtiyaca dönüşüyor ve aslında konuşmak değil de birisi tarafından duyulmak istediğimizi fark ediyoruz. Çünkü insan en çok onu özlüyor: Duyulmak, görülmek ve anlaşılmak. Belki bin yıllardır bizi uzaktan uzağa seyreden bir uzaylı ırkı gelip bizi bize anlatsa, sıkıntılarımızı duyduklarını, geceleri yastığa başımızı koyduğumuzda akıttığımız gözyaşının farkında olduğunu söyleseler, içten yakarışlarımızı, fısıltıyla işlediğimiz günahları bile bildiklerini belirtseler, öyle mutlu olacağız ki insanlığın çileli hikâyesi tamama erecek orada ve görüldüğümüzü, duyulduğumuzu bilerek rahat bir nefes alacağız. Öyle bir ihtiyaç.
Veee kestik!
Görüşmek üzere.