Ahlak (kabaca) doğruyla yanlışı birbirinden ayırmak demek. Normatif dünya görüşü de diyorlar (hani kavramlardan hoşlanıyorsanız). Yasa veya düzen de denebilir. Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i ikiye ayırması gibi bir durum diğer bir deyişle (diyelim ki metaforlara düşkünsünüz). Ama ahlak üzere öğretilerin temelde (bilerek, mecburen) es geçtikleri bir durum var ki insanlar hayatın her aşamasında aklî melekelerinin, düşünce güçlerinin, muhakeme yetilerinin tamamını, yüzde yüzünü, en doğru sonuç verecek biçimde, kullanamıyorlar. Yani ellerinde neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin sarih bir reçete olsa bile, öyle bir an geliyor ki afallayabiliyorlar. Çünkü hayatı ne kadar birbirini tekrar eden günlere bölerek tahmin edilebilir bir formata sokmaya çalışsak da, gene de sürprizlerle dolu, canım hayat.
İlkokuldayken “Su yüz derecede kaynar,” diye öğretilirdi, hatırlarsınız. Sonra ilerledikçe kaynamanın bazı şartları olduğunu her durumda yüz derecede kaynamadığını öğrenmiştiniz. Onun gibi, gençken (tecrübesizken) insan hayatı kristal berraklığında (crystal clear’ı böyle çevirdim nasıl olmuş?) gördüğünü düşünüyor ama sonradan anlıyor ki mesela basınç her yerde aynı değilmiş ve bu ufak tefek oynamalar, suyun kaynamasıyla ilişkin bilgilerimizi — çok afedersiniz — piç ediyormuş.
Hâliyle bir sonraki aşamada ahlakçılar (kötü manada demiyorum vallahi) doğru ile yanlış arasına yüksek setler çekme ihtiyacı duyuyorlar. Yanlışın “ihtimali” bile korkutuyor. Metaforu sevdiyseniz, oradan devam edelim. İkiye yarılmış Kızıldeniz’in sağ ve sol kanatlarının ortasındaki o boşluğu, sular her an taşıp bizi boğar düşüncesiyle, muhkem duvarlar örerek daralttıkça daraltıyorlar. Ne diyor İncil? “Dar kapıdan geçiniz, insanı yıkıma götüren yol rahat ve geniştir.” Metaforu biraz daha ilerletelim. Musa ve halkının o dar yoldan hayret ve haşyet içinde geçtiğini, Firavun ve askerlerininse oradan geçemeyip boğulduğunu, hatta onların mahvına doğruyla yanlışın birbiriyle karışmasının sebep olduğunu düşünmek işten bile değil. Bu durumda ahlaklı (yasaya uygun, düzenli) bir hayat daralarak ilerlemek mecburiyetinde çünkü onu genişletmek yoldan sapmayı kolaylaştırıyor, çünkü hayat her adımda olanca genişliğiyle üzerinize üzerinize geliyor. (İktidar ne kadar mükemmel olursa o kadar özgürlüğü kısıtlıyor gibi.)
Ve bütün bu süreçte, ahlak bir satranç oyunu gibi bir sonraki hamleyi düşünme ameline dönüşüyor (bu yüzden, zannedilenin aksine, zeki insanlar arasından büyük ahlakçılar çıkar). Çünkü ahlak olayın (hayatın?) kendisi değil, yorumudur. Sonradan gelir. Kendinden öncesini eleyip ayıklamak, sonrasını ise yapmak, şekillendirmek ister. (Zizek bir yerde aşk ve ideolojiyi benzetirken, “âşık olduğunuzda geçmişinizdeki en ufak olayın bile aslında aşka ulaştırmak için bir bahane olduğuna inanırsınız” demişti.) Self-reflektiftir (bu kelimeye adamakıllı bir Türkçe karşılık şart). Bu yüzden belki de sadece “bilinç” sahibi olanlar ahlaklı olabilirler. Ya da bilinç ahlakı doğurur, ahlak bilinci gerektirir filan. İyi ama bilinç nedir?
William James isimli bir filozof 1904 senesinde bilinç olayına (mefhumuna, fenomenine) bir açıklık getirmek üzere yazdığı makalede, bir odada kitap okuyan birini düşünmemizi ister bizden. Sade döşenmiş bir ev içi kütüphane, ortasında tek kişilik rahat bir koltuk, yerde ince bir kilim (Orient’ten — Bünyan??? — getirmişler), o koltukta oturan bir adam (kadın değil), o adamın elinde bir kitap (belki de yazdıklarımı okuyor). Materyal dünyada durum bu. Birtakım atomlar bir araya gelmişler ve böyle bir gerçeklik (görüntüsü) oluşturmuşlar. Ama o adamın zihninde, çok başka bir şey daha oluyor. O adam, yaşadığı bu tecrübeyi “biliyor” (bilinç, bilmek kökünden geliyor malum) ve zihninde adeta yeniden yaratıyor. Hâlâ o adamın beyni atomlardan müteşekkil ama böyle yan yana gelince tuhaf bir şey oluyor ve varlık orada nöronların oluşturduğu bir tuvalde “tekrar ediyor”. Ve adına da bilinç diyoruz. Adeta biz hayatı yaşarken zihnimizde oturan ve gözlemcilik yapan bir “dünya dışı” yaratık.
Bu bilinç denen fakülte, hayatın yorumlanabilir (anlaşılabilir, modellenebilir?) olmasına müpteladır. Evet, bunu arzular. Bu sebeple nihaî ahlak arzusu da, “iyi açıklanmış” bir ahlakî matriks içerisinde bilincin kendini tamamen yok edip, adeta otonom sinir sistemine geçip, düşünme zilletinden kurtulup, yaşanan evrenle yorumlanan evrenin tastamam örtüştüğü bir dünya kurmaktır. Ahlak, Big Bang gibi olsun, öncesinde ne olduğunu bilmemize gerek yok ama sonrasını sebep-sonuç çerçevesinde açıklayabilelim. Ahlak ve yasa ve düzen arasındaki ilişki de buradan çıkıyor zaten hani başta anlamadıysanız şefkatli yazar olarak müdahale edeyim. İç dünyadaki (teorik) düzen ile dış dünyadaki (pratik) düzen farksız olduğunda, işte o zaman dünya cennete dönüşür.
Tamamen etimolojik meraklarla araya giriyorum. Arapça’da bilinç “şuur” demek malum ve şair kelimesi de şuurla aynı kökten, “bilmek” kökünden geliyor ve şair aslında, Nişanyan’a göre, “özel bir anlama yeteneğine sahip kimse” demekmiş. Hölderlin’in meşhur sözünün hep bir kısmı paylaşılır “İnsan dünyada şairane varolur,” diye ama onun tamamı “Bütün kabiliyetleriyle, ama şairane / insan bu dünyada varolur,” şeklindedir ve insanın basit gündelik işlerin ortasında, yaşadığı hayatı kafasının içinde “şairane” (şuurluca???) yorumladığını anlatır.
St. Augustine’in İtiraflarını okudunuz mu? Kaygılanmayın, ben de, en azından tamamını, okumadım. Ama şu kadarını biliyorum ki kendisi, ahlakçılığın olduğu kadar romancılığın da atasıdır (Cervantes’ten bile önce). “Efendim, roman neden Batı’dan çıkmış?” şeklindeki soruya genelde “Canım itiraf kültürü (kiliselerdeki) vardır da ondan,” derler ya, aslında St. Augustine efendinin itirafları (İsa’dan sonra dördüncü yüzyıldayız) daha etkilidir bu hususta (inanmayan Dostoyevski’ye sorsun). Zira bu St. Augustine denen zat-ı muhterem çok kıyak bir iş yapıyor ve Hıristiyan olmadan evvelki (günahkâr) hayatını detaylıca anlatıp sonunda bu yolun onu nasıl imana ulaştırdığını gösteriyor. Modern hikâye anlatıcılığında da vardır bu, bir karakterin başlangıçtaki durumunu, sonunda olmasını istediğimiz yerin ne kadar uzağına koyarsak, seyirci o kadar şaşırır ve “Vay anasını neler yaşandı?” diye tepki verir. St. Augustine de (aslen Cezayirlidir) böyle bir karakter. Dahası, kendisini yoldan çıkaran şeyleri (lust: cazibe) o kadar detaylı anlatır ki, adeta bir günahkârdan bir azize giden yolun etnografisidir yazdıkları (bu cümleyi çaldım bir yerden ama nereden hatırlamıyorum). Onu parlatan da bu dürüstlüğüdür. O kadar samimi biçimde itiraf ediyor ki yaptığı hataları, okuyucu onunla arasında bağlantı kuruyor (ki yine modern kurgu kahramanının en mümeyyiz vasfı bağ kurabilmesidir, demiştik önceki yazıda).
Bu yönüyle St. Augustine en akıllı ahlakçılardan biri. Çünkü öncelikle günahı (ahlaksızlığı, illegaliteyi, düzensizliği) dışlamıyor. Onu kucaklıyor hatta. Dünyevî şeylere olan açlığının aslında Tanrı’ya duyduğu açlık olduğunu, henüz yolun başındayken anlamadığını “itiraf” ediyor yalnızca. Hikâyelerdeki bütün karakter gelişimleri de böyledir, kahramanımız yolun başında bir arzu duyar, onun peşinden gider ve fakat yol onu başka yere çıkarır, finalde başka bir şeye kavuşur ve o an “Aslında bendeki eksik parça buymuş!” der. St. Augustine’imiz de adeta hayretle dolu meraklı bir çocuk gibi yaşıyor hayatını (arayışlar) ve nihayet aradığını bilmediği şeyi bulduğunda bilmeden doğru yolda olduğuna inanıyor, aslında başından beridir Tanrı’nın merhametinin onu koruyup kolladığını söylüyor. (Tabi St. Augustine bu süreçte başka dinlere [ahlak sistemlerine] de meylediyor ama olur o kadar.)
(Bu arada bazı rivayetlere göre, Augustine çok kısa sürede kilise içinde yükselince bazı din adamları onun geçmişini nazara verip bu durumu kabul edilmez bulduklarını söylüyorlar, Augustine de buna karşılık böyle bir eser yazıyor ve nasıl olağandışı bir karakter olduğunu gösteriyor. Neden olmasın?)
Bu hikâyeden başka bir şey daha öğreniyoruz aslında (ama ruhban sınıfının işine gelmediği için o yönüne bakmıyor hiç). Ahlak, arayış içinde ve (neredeyse) sınırsız deneyimlerle geçen bir hayatın ardından, içeriden (bilinçten?) çiçeklenen bir yorum gibi ortaya çıktığında daha gerçekçi (otantik?). Yeni doğmuş bebeğin ahlakla kuşanması, absürt. Gelgelelim, demiştim ya, ahlak kendinden sonraki hayatı da düzenlemek, yani yasaya dönüşmek emelindedir. İtirafta bulunan kişi, kendi geçmişini kötüleyerek o yolları başkalarına kapatmak ister. (Gerçi Hıristiyanlıkta bazı mezhepler bilhassa günahkârlara konuşmanın önemini vurgular, St. Augustine’de de var bu biraz.) Çocuklarımızı ahlakın dar geçidinde tutalım, dünya nimetlerine meyletmesinler. Modern dönemde okul, böyle bir kurumdur. Örf ve gelenekleri, yasayı, normu, neyin ayıp neyin kabul edilebilir olduğunu öğreniriz orada. İyi eğitimli (çok okumuş?) kimselerin hayatın içinde daha çekinik olmasının (görülmesinin) sebebi de budur biraz. (Orta sınıf ahlakı diye bir şey var mesela.)
Ve yine iyi eğitimli (akıllı) insanların (bazılarının) aşırılıkçı hareketlere (mesela Naziler) katılmasında da bunun etkisi var. Alman felsefesinin zirvelere çıktığı (idealizmin ve eski ahlakın düştüğü [“Tanrı öldü!”]) dönemin ardından gelen varoluşsal krizlerin, çöküntülerin ve kaygıların (angst) bir neticesi olarak, Alman elitlerinin bir kısmının hiç tereddüt etmeden coşkulu bir nihilistik hareket olan ve adeta yeni, dinamik bir ahlak (yeni bir ilahiyat) vazeden Nazizme meyletmesi bana çok anlaşılır gelmişti geçenlerde düşünürken. (Boş kaldığımda bunları düşünüyorum.) Varlık ve yokluk arasındaki yüksek tansiyonu iliklerinize kadar hissedince, her şey mümkündür. Yok etmek, yok olmamak için bir çabadır neticede. Ve Hannah Arendt’in bir yerde (şu meşhur kitabı var ya hani) tespit ettiği üzere Nazi subayları (metodik olarak) “düşünemiyorlardı”, şuurlarını (bilinçlerini) yitirmişlerdi. Aslında ahlak (yasa, düzen) arzusunun cerbezeye dönüşmesiyle, kendiliklerini “kendi ahlakını pratiği ile muhkemleştiren” bir hareketin içinde eritmişlerdi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nazizmi netice vermeyecek bir dünya kurma gayretine giren düşünürler, bu sebeple, ahlakçılığın eleştirisine giriştiler ve en çok da ahlakın (yasanın, düzenin) insanı ikincil plana atıp “daha üstün bir ideal” için insanların kolaylıkla harcanabilir olmasını anlamsız bulmuşlardı (referans vermeye üşendim). İnsanın bedensel (tabi ki bilinçsel de) bütünlüğünü üstün tutmanın, hayatta kalmanın diğer her şeyin üstünde olduğuna iman etmenin anlaşılır bir tarafı var. Ama eksik de bir tarafı var. Bireyin kendi başına (ailesi, mahallesi, toplumu, kültürü, dili vs. olmadan) bir anlamı olabileceğine dair derin bir inanış da taşıyor bu durum. Ve de insanların topluluklar kurarak daha anlamlı bir varoluş kurabileceğine dair inancı da hafiften es geçiyor.
Tabi o zamanlar iki büyük savaşın neticesinde daha az insan vardı etrafta, hele “işe yarar” (tahsilli filan) insan sayısı epey azalmıştı, bu sebeple bu “yeni ahlak” üzere yaşamak nispeten kolaydı. Ama ahlakla ilgili en önemli mesele de budur zaten, o yol daraldıkça daralır, çünkü yeni yaşam öyküleri, yeni ahlakî çıkarımlara olanak tanır ve “Yok yok o yol da yol değilmiş” diyerek sürekli elemeler yaparsınız, ve bir bakmışsınız ki yürüyecek yol kalmamış (ya da kalmış ama olabilecek en hayatsız yol olmuş o).
Hayatı boyunca hep mesuliyet duygusu taşımış biri olarak (ilkokuldayken küme çalışması yapardık, konuları bölüşür ve sınıfa anlatırdık, ve ben bütün konuları çalışırdım ki birisi ödevini yapmadan gelirse onun yerini hemen doldurayım, yaa yaa) ahlak konusunda ahlaksızdan (Nietzsche??) çok ahlaklıdan (Heidegger??) yanayımdır aslında. Çelimsiz biri olduğumdan güçlülere karşı yasanın korumasını isterim. Başıbozuk düzensizliğin hiçbir şey üretmediğini bildiğimden, düzenli düzensizliğin yaratıcılığını arzularım. Gelgelelim, bütün bir ömrün üç beş jenerik hikâyeyle geçmeyeceğini, hiç yoktan hikâyeleri zaman zaman dönüştürmek (yeni sorular sormak, karakterlere farklı cinsiyetler atamak, ne bileyim iyiyle kötüyü yer değiştirmek, zamanla mekânla oynamak) gerektiğini de düşünüyorum.
Geçenlerde Starbucks’ta takılırken karşıma bir adam oturdu. Baktım, bir şeylere öfkeleniyor. Meğer telefonu bozulmuş. Neyse tarif ettim bir telefoncuya gitti. Biraz pahalıya patlamış. Gelince, “İyi gitmeyince kişinin işi, muhallebi yerken kırılır dişi,” diyerek durumunu özetledi. Yani tamam klişelerin içinde illa ki bir miktar yaşanmışlık, bilgelik, tecrübe filan vardır ama gencecik adamsın kardeşim kendini atasözü ve deyimlerle ifade edecek ne yaşamadın bu hayatta?
Ezberim çok kötü olduğundan ben böyle kalıp ifadeleri günlük hayatta kullanmakta çok zorlanıyorum (şarkıları da hep yanlış söylerim) ondan belki de kalıplaşmış (pattern) şeyler beni çok geriyor ve evet sevgili dostlarım bu yüzden sabah 9 akşam 5 bir işim yok, düzenli uyku saatlerim yok, iki günüm birbirinin aynısı olmuyor pek (bazen çok boşverirsem aynı boşvermişlikte eşitlendikleri oluyor). O yüzden de ahlaka, yasalara ve düzene karşı bir miktar öfkeliyim. Bunu anlatayım istemiştim sadece. Haftaya görüşmek üzere.
Ahlak da dahil, sınırların çok keskin olmadığını/olmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Belki de tam bu yüzden sınırların bu kadar keskin olmadığı bulanık mantık (fuzzy logic) hayata bakışımı değiştirmişti. Hayatımızdaki pek çok şey gibi ahlakın da ikili mantığa (binary logic) uymadığını düşünüyorum. Yani ahlaki sınırlar o kadar da keskin değil her zaman. (bazen keskin olması bulanık küme teorisine ters değil bu arada :)
Diğer taraftan, gerçek hayatı keskin sınırlarla (doğru yanlış gibi keskin etiketlerle) modellemeye çalıştığımız durumda da açıklanabilirliğin/nedenselliğin tam sağlanamadığını düşünüyorum. Benzer durum gerçek hayattaki hali taklit etmeye çalışan yapay zeka yaklaşımlarında da var. Mesela yönlendirilmiş öğrenme (supervised learning) metodları eğitim/training (aslında öğrenme de denebilir) aşamasında tahminlenmeye çalışılan hedef değişkenlerdeki değerler (etiket /label) üzerinden modeli kurar. Amaç, basitçe, diğer değişkenler ile hedef değişkeni arasındaki patterni yakalamaktır. Bu patterni en güzel yakalayan/ en iyi tahmin modellerinde açıklanabilirlik/nedensellik zayıfken; açıklanabilirliğin görece yüksek olduğu modellerde ise tahmin performansı düşüktür. Ahlak öğretileri de sanki biraz benziyor. Bu budur (bu doğru bu yanluş gibi kesin etiketler), bundan dolayı böyledir (nedensellik) diyen öğretileri hayatın akışına kolay uyduramıyoruz (modelleme performansı düşük). Hayata daha iyi uyum sağlayan örneklerde ise nedensellik biraz daha zayıf ve etiketler daha flu. (ki belki de bundan hayata net iyi uyan efradını cami ağyarına mani bir öğreti pek yok gibi. dikkat kesin yok demiyorum çünkü fuzzy ;)