The Whale’i seyrettiniz mi? Eğer henüz seyretmemiş fakat filmden de haberdarsanız, muhtemelen şöyle bir şey olduğunu düşünüyorsunuz: İleri derecede obez, 40’lı yaşlarında bir adamın hayatının son evresinde katlanılmaz hâle gelen pişmanlıklarıyla başa çıkma ya da çıkamama hikâyesi. Ama filmi seyretseydiniz, obezitenin bir çeşit alegori olduğunu, filmin kilo sorunlarıyla ve aynı zamanda kederle boğuşan bir adamı anlatmadığını, tıpkı masallar, efsaneler ya da dinî metinlerde olduğu gibi ikincil anlamlara yaslandığını bilirdiniz. Peki nedir o ikincil anlam?
Filmin kahramanı Charlie. Brendan Fraser’ın insanı koltuğa, sandalyeye, yere, her nerede seyrediyorsanız oraya, mıhlayan bir oyunculuğu var. Tabi bir de aşırı iyi yönetmenlik. Charlie, işi hikâyeler olan bir adam. Edebiyat hocası gibi düşünün. Sahnede gördüğümüz ana kadarki hikâyesi kabaca şöyle: Evlenmiş, bir kız çocuğu edinmiş, ardından eşcinsel olduğunu keşfetmiş, bir adama sırılsıklam âşık olup ailesini geride bırakmış (aslında eski karısı görüştürmek istemiyor kızıyla), bu arada sevdiği adam hayatını aniden kaybedince kendini hikâyemizin biricik mekanı olan apartman dairesine hapsetmiş.
Ama BUNLARIN HEPSİ BİR ALEGORİ. Yani bir bakıma Charlie’nin kafasının içindeyiz. Burada gerçeklik eğilip bükülebilir. Zaman farklı işler. Geçmişle gelecek bir aradadır belki. Ama daha da önemlisi, burada olup biten her şey Charlie’nin iç dünyasıyla (adına psike mi, psikoloji mi, duygu durumu mu, ruh mu, ne derseniz deyin onunla) alakalı. (Ben ruh diyeceğim çünkü kelimeyi çok seviyorum.) Bir adım daha atarsanız şu sonuca da varmanız mümkün: Charlie de yok aslında!
Bilgisayar başında kamerası kapalı hâlde Zoom üzerinden verdiği edebiyat dersleri ya da eve gelip giden karakterler (tek yakın arkadaşı olan komşusu, kızı, eski karısı, ona İsa Mesih’i anlatmak isteyen genç adam, pizzacı) tamamen ikincil plandalar. Belki mekan da aslında yok zaten. Charlie’nin kafasının içinde kendi kendine konuşmasından ibaret her şey. Finalde (spoiler!!!) uçup giden adam da Charlie’nin bilinci. Bilinç yoksa biz de yokuz.
Filmin ilk sahnesine dönelim. Kalp krizi geçiriyor. Kendini sakinleştirmesi lazım. Bunun için ezberinden bir metni tekrar etmeye başlıyor. Bu metin kızının altı yaşındayken yazdığı bir kompozisyon. Moby Dick romanıyla ilgili. Malum filmin adı The Whale ve romana ismini veren Moby Dick de bir whale (balina). Obez bir insana “balina” demek hoş değil tabi ama bu aslında Charlie’nin kendi kendine anlattığı bir hikâye ve onun “balina” olması aslında kötü bir şey değil ve kızının yazdığı kompozisyon da tam olarak bunu anlatıyor.
Film olan balinayla roman olan balina arasında daha derine giden bir ilişki yok şimdi düşününce, belki tek ortak yanları ikisinin de temelde birer alegori olmaları, yani kaşarlanmış bir denizci olan Kaptan Ahab’ın Moby Dick’i yakalama arzusunun ya da kitapta dönemin balina ticaretine ve dâhi balinaların tarihine ilişkin sayfalarca yazılmış olması bizi şaşırtmasın, kitap en çok da insanların tutkularıyla yaşadıkları sarsıcı imtihanlara ve hırsımızın rehberlik ettiği anlam arayışlarının ne kadar da yıkıcı olduğuna dair bir alegori. Allah’ım niye bu kadar uzun cümleler kurma ihtiyacı hissediyorum? Dahası neden bu cümleleri sonradan oturup kısaltmıyorum? Bakın bu paragrafın üzerinden ikinci kez geçiyorum ve cümleyi daha da uzattım. Hayat hiç de yazıya benzemiyor, hayatta tashih (edit) yok bir kere! Ya da ben belki de hayatı yazıya benzetmek için cümleleri kısaltmıyorum da daha da uzatıyorum. Bu yazıyı dört beş kez daha okuyup size çok rafine veeee *wait for it* daha kısa, bir lokmada yutabileceğiniz metinler gönderebilirim ama bilin bakalım neden yapmıyorum? (Hepi topu 8 dakikada okunabiliyormuş bu yazı ayrıca!)
Konuya dönersek, Charlie (obez olan) aslında obez değil, sadece, kendini ağır çekimde öldürüyor. Hayatının artık onulmaz bir noktaya geldiğini, yaptığı hataların geri döndürülemez olduğunu biliyor. Kızının dönüştüğü kişi (tanıyabileceğiniz en sinir bozucu ergenlerden biri) canını yakıyor mesela, bir noktadan sonra girdiği bu ölüm yolundan ötürü de canı sıkılıyor, bu yüzden konuşurken sürekli özür diliyor, olabildiğince kibarlık etmeye, kimseye yük olmamaya (obez demiş miydim?) çalışıyor ve başkalarının yanında kendini hep küçültüyor (literally kocaman adam). Bu noktada en büyük “yardımcısı” komşusu Liz, ama onun desteği Charlie’yi sadece iyi hissettiren bir uyuşturucu gibi. Belki de Liz’i gördüğümüz her sahnede, gerçek hayattaki Charlie (hani kafasının içindeyiz ya biz) damarlarına bir şırınga dolusu eroin boşaltıyordur, kim bilir?
KAMU SPOTU… İyi bir sanat eseri, sevgili dostlarım, kimin hikâyesini anlatırsa anlatsın, sizinle sıkı bir bağ kurabilmelidir. İçinizden bir yerden yakalayıp sizi sarsmalıdır. Ekranda, perdede, sayfada gördüğünüz karakter sizinle hiç alakasız koşullarda doğup büyüse de, dili, rengi, cinsel yönelimi bambaşka olsa da, “Ulaaan bu benim hikâyem!” diyebiliyorsanız, tebrikler, orada iyi bir sanat eseri vardır. KAMU SPOTU…
The Whale’i benim için bu kadar anlamlı kılan tarafı bu. Evet, ben Charlie’yim. Yani Charlie’leştiğim taraflarım var. Hayır, aşırı kilo almadım, hafif göbek var. Depresyonda değilim. Ya da zihnim beni kandırıyor, bilemiyorum. Ama kötü beslendiğimi söyleyebilirim. Hayır, maddi olarak değil. Belki biraz. Ama ruh açısından hepimiz biraz Charlie’yiz çünkü ahir zamanlarda yaşıyoruz. Late capitalism de diyorlar. Film gerçekten de bu yönüyle sarsıcıydı, o kadar ki filmin insanı alıp götüren müziğini dinleye dinleye, uzun zamandır aklımda olan ve çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği sokakları, o dönemki dünyayı (televizyon ve gazeteleri) anlatmak istediğim bir romanın ilk bölümünü bir çırpıda yazdım (ikinci bölümde ne yazacağımı da biliyordum ama devam edemedim, o başka hikâye). İçimdeki bir takım tıkanıklıkların açıldığını hissetmiştim. (Sonra gene tıkanıyorlarmış.)
Çünkü Charlie’ye inanmıştım. Öğrencilerine (mealen) “iyi bir hikâye ancak dürüstlükle ortaya çıkar ve insan en başta kendine karşı dürüst olmalı,” derken mesela. Ya da küçük kızının yazdığı kompozisyonda, Kaptan Ahab’ın amansızca peşinden koştuğu (denizde geçiyor nasıl koşsun adam?) Moby Dick’in ıstırabını duymuş olmasını onun içinde iyi bir insan taşıdığına kanıt olarak sunmasını benimsemiştim. Evet, sevgili dostlarım, hepiniz bir noktada o çocuktunuz ama ne oldu size böyle? (Çocuklar masum değillerdir aslında, sadece neyin doğru neyin yanlış olduğunu biz onlara “öğretmeden” önce tuşlara rastgele basarken bazen benzersiz bir ritim yakalarlar, ama hangimiz öyle değiliz? Bu hayatı tuşlara rastgele basarak yaşasak daha mı az yanlış yapardık? Sınavda her şıkkı C işaretlesek daha çok doğrumuz olabilir miydi?)
Ama Charlie’nin hikâyesinde beni en çok etkileyen şey, kendini kapattığı o dairede, iradesini tamamen felç edip (ki bu en etkili kendini cezalandırma yöntemidir) tamamen fast food’la beslenmesiydi ve ben de size aslında bu yazıda fast food’un hayatımızda neyi sembolize ettiğini anlatacaktım ama Charlie’yi de tanımanızı istedim. İyi etmiş miyim?
Ne diyorduk? Fast food. Sevgili yönetmenimiz Darren Aronofsky bize Charlie’nin hikâyesi üzerinden bir şey hatırlatıyor: Evet, ruhlarımız da obezleşir. Hem de fast food tüketerek. Hazır gıda, çabuk besin, doygunluk hissi veren ama aslında doyurmayan şey. Ruhun sadece bazı ihtiyaçlarını karşılayan ama birçoğunu ihmal eden hisler, düşünceler, vesaireler.
Ama fast food, abur cubur ve dâhi ambalajlı gıdalar, mesela poşetler dolusu şekerlemeler, güzeldir de. Lezzetlidir. Ağzımızın suyunu akıtır. Ruhumuzun da tıpkı bir çocuk gibi bu türlü gıdalara meyli var (ruhun gıdası sadece müzik değildir, duyu organlarımız vasıtasıyla nöronlarımızın [beyinnnnn!!!!] kucağına ittiğimiz her şey ruhun gıdasıdır çünkü ben şimdi ruh diyorum ama siz onu psikoloji, duygu durumu ya da psike filan diye de anlayabilirsiniz). Charlie’nin obezliği gözle görülür elle tutulur ve maalesef insanlara ilk bakışta “itici” geldiği için insana ıstırabının da tartıya çıkabilecek bir ağırlığı olduğunu hatırlatıyor nitekim.
İyi bir hikâye hiç beklemediğiniz ihtiyaçlarınızı karşılarken işte, kötü bir hikâye (fast food) sizi çabucak bir duygu karmaşasına sokup ardından duygusal boşalma (katharsis) yaşatıyor ve hiçbir sorununuzu çözmeden sizi sadece hazır gıdayla (ağlatıyor, güldürüyor, kesin yargılara vardırıyor) besliyor. Formülleri basit. Sizi bilgilendirmiyor, bilgilenmişsiniz gibi yapmanızı sağlıyor. Beyninizi yormadan anlayabileceğiniz basitliğe indirgiyor dünyayı, etrafı, her şeyi. İyiler var kötüler var, sen iyisin. Bak şu semirmiş adamlar, kadınlar, hakkını yiyorlar. Halihazırda kabul görmüş ve büyük oranda yanlış kavramlara, duygulara, çözümlere yaslanıyor. İçinizdeki basitlik, sadelik, kendini olduğundan daha iyi görme hislerini gıdıklıyor ve oradan yakalıyor. Standart biçimde üretiliyor (Marvel filmleri mesela), üzerinize boca ediliyor (kaçamıyorsunuz!) ve popülerliğin getirdiği özgüvenle kendini yeniden üretiyor.
Tabi hikâye deyince sadece filmleri, romanları filan kast etmediğimi şimdiye kadar anlamış olmalısınız. Sürekli sizi onaylayan yakın arkadaşınız da fast food kategorisine girebilir mesela. Bir Snickers barıdır onlar. Ya da sizi (genel olarak çalışma arkadaşlarınızı da) zorlamayan, vasatlığı (mediocre), tahmin edilebilirliği ve kesintisiz üretimi önceleyen bir iş yeri de fast food’dur. Poşet poşet M&M’s gibi. Seyirciye hep aynı kalitede ürün vermeyi, onu sarsmayı şaşırtmayı denemeyen bir televizyon kanalı da öyledir. Pringles diyelim onlara da. Hep jenerik diyaloglarla sohbet ediliyormuş gibi yapılan arkadaşlıklar da. Evet bazen karnınızın doyması yeterlidir ama bunu ömür boyu sürdürebilir misiniz? Ya da ömür boyu sadece fast food’la beslenirseniz ne olur? Charlie’yi hatırlayın.
İnsanların abur cubura düşkünlüğü anlaşılabilir. Çünkü, az emekle çok lezzet vaat ediyor. İnsanların kolaycılığa kaçmaları anlaşılabilir, zira daha önce de defalarca altını çizdiğim üzere kimselerin vakti yok. İmkânlar kısıtlı. Neden bir koyup beş almayalım? O yüzden de birbirimize bile fast food, abur cubur cevaplar vermeye zorlanıyoruz. Geçiştiriyoruz birbirimizi. Geçiştirmesek vakit ayırmak gerekecek, vakit ayırınca canımızı sıkacak şeyler çıkabilir, uzun mesafeli koşular gerekebilir, halbuki bir Big Mac öyle mi? Günü kurtarırsın, yiyebilmek için evde yemek yapman, yağ, tuz, un gibi maddeler barındırman gerekmez. Bir Big Mac orada başlar, orada biter. Dünyanın neresinde yerseniz yiyin alıştığınız (sürprizsiz!) tadı alırsınız. Bu da zaten Big Mac’i tercih sebebinizdir (muhtemelen). (Ay kendimi Byung-Chul Han gibi hissettim. Tabi markaların başka başka anlamları da var ama orası başka zamana.)
Geçenlerde kahve çekirdeklerinin üretiminden büyük zincirler ya da üçüncü nesil kahveciler aracılığıyla yeni orta sınıflara ulaşmasına kadar birbirine değen ağları inceleyen bir sosyolog dinlemiştim. Orada ilginç bir bilgi kırıntısı buldum: Yeryüzünde üretilen en iyi kahve çekirdeklerini Starbucks satın alıyor çünkü dünyada en yüksek alım gücüne sahip firma (ikinci sırada Dunkin’ Donuts var). Ammavelakin (bu bağlaç da ne acayip) yeryüzündeki bütün şubelerinde aynı kahve tadını yakalayabilmek için o çekirdekleri gereğinden fazla yakıyor (roast). Böylece o kahveden alabileceğimiz tadın daha azına razı olarak evrensel bir kahve tadı elde ediyoruz.
Bu hikâye bana televizyoncuların “ekranda göstereceğimiz şey 12 yaş grubuna hitap etmeli, daha yukarısını kimse seyretmez, seyirci kaçırırız” bahanesini hatırlattı çünkü insanlara genel olarak aptal muamelesi yaparak onları gerçekten de aptallaştırabileceğimizi biliyorum. İşte bu da bir nevi fast food ve neyin fast food olduğunu aslında ortaya çıkan ürüne değil de üretim süreçlerine bakarak anlamak mümkün. Bazen anlamak için bir ömür gerektirecek şeyleri, ayaküstü tüketip geçiyorsak, atıştırmalıklarla yetiniyoruz demektir bir bakıma. Dolduruşa gelişimiz, hop oturup hop kalkmamız bundan. Ve bunların ardından gelen boş vermişlik, karamsarlık, çok bilmişlik de.
Demek istediğimi anladığınızı varsayarak bu bahsi burada kapatıyorum, ruhu obez ama iyi kalpli okuyucularım benim. (Wall-E isimli animasyon filmdeki insanları düşündürdü bu durum bana, keh keh.)
taze taze izlemis bir sekilde, ekranin karsisindan bildiriyorum.. (muhtemelen spoiler icerir, her cumlemi ozenerek yazmak icin yeterli enerjim yok, affola..)
durust olayım (bunca durustluk vurgusundan sonra durust olmasam olmazdi cunku) aklimi karistirarak birakti beni film. Karisik biraktigi sey aklim mi ondan bile emin degilim belki de duygularimdir, bilemiyorum. Cunku aklim en azindan bazi seyler konusunda net. Filmde karsimiza cikan karakterlerin istisnasiz her biri, pizzaci elemandan, Ellie'nin annesine kadar, filmin bir t aninda olumlu duygular uyandirirken, bir baska t aninda "ulan sen de farkli degilmissin iste be" dedirttiler bana.
Kendi vicdanlarini rahatlatmak icin bir seyler yapan karakterler gordum filmde. Buna Charlie de dahil. Kizinin annesiyle olan kavgalarinda nasil da kizinin ve dahi esinin hayatinin bir parcasi olmak istediginden bahsediyor ama onca zaman esine nasilsin diye sormamis bile (bu nasil istemek kardesim) Ote yandan adeta kendisinden nefret etmeleri noktasinda insanlardan bir tepki almaya calisiyor ki bunu hakettigini soyleyebilsin kendi kendine.. Misyoner cocugun ustune gidisi, hemsire dostunun (ki erkek arkadasinin kizkardesi olmasini cok zarif ve adeta hic efor sarfetmeden gozumuzun onune saklamis yonetmen) tepkisini alasiya kadar ondan surekli ozur dilemesi. Bir yandan diyorsun adam nasil da kotu bir halde ve aslinda sadece durust olmaya calisiyor (bak hatalarini da kabulleniyor!), diger yandan da kardesim madem pismansin ve insanlarin uzulmelerini istemiyorsun biraz olsun kendine iyi biseyler yap, bir doktora git en azindan vs. Ama sonra da diyorsun ki digerleri adamin iyi olmasini, adami dusundukleri icin mi yapiyor sanki, onlar da kendileri iyi hissetmek icin adamin iyi olmasini istiyolar muhtemelen, falan filan iste. Fazla daginik oldu, neyse ki basta uyarmistim biraz karisik birakildigimi..
Neyse, iyi ki okumusum yazinizi..
Sevgiler
...tam yerine rast geldi...