Ortaokuldayız, çok sık bir araya gelmeyen üç sınıf arkadaşı kantinde oturmuş konuşuyoruz. Şimdi bakınca, dünyalarımızın çok farklı olduğunu anlayabiliyorum. Bunun bizim seçmediğimiz, içine doğduğumuz ekonomik ve kültürel boyutları var. Ama o vakitler, 12-13 yaşlarımda, herhangi bir akranımla aramda bu türlü farkların olabileceğine dair pek fikrim yok. O masadaki bir arkadaşımın ise var. Üstelik bunu şakayla karışık söylüyor da yüzüme karşı.

Konu, yüzebilmek. O arkadaşım, o sıralarda halka açık bir yüzme havuzunda ders alıyor. Belli ki, o vakte kadar yüzme öğrenemediği için canı sıkkın. Belki de yaşadığımız şehirde deniz olmamasına içerliyor. Şimdi de, sürecin bir hayli yavaş ilerlemesinden şikayetçi. Bir an dönüyor ve bana şu sözlerle tepki gösteriyor: “Hadi benim durumum ortada, sen nasıl öğrenemedin yüzmeyi lan? Her yaz tatile gidiyorsunuz siz.” (Demek ki yaz tatillerini anlatıyormuşum okulda.)
Bu konuşmanın hafızamda yer etmesinin sebebi, bu sınıf kavgasının orta yerinde bir anda cephanesiz bırakılmam değil, tam da orta sınıflığıma özgü bir ben(cil)lik duygusuyla harmanlanmış daha hususî bir problem: Yüzmeyi bilmiyor olmak. Çünkü yüzememekle ya da çeşitli çabalara rağmen yüzmeyi bir türlü öğrenememekle ilgili çok sayıda hatıram var ve bunlar ne zaman denize (ya da havuza) gitsem, hatta ne zaman yüzme bahsi geçse sökün ediyorlar zihnime.
Arkadaşımın da vurguladığı gibi o yıllarda – 3 ya da 4 kez olabildi aslına bakarsanız – yaz gelince Akdeniz kıyısına tatile giderdik. Beş kişilik ailemizde, yüzmeyi bilmeyen tek kişiydim. En küçük çocuk olduğum için de, herkes bir noktada bana yüzmeyi öğretmeye çalışıyor, ama benim beceriksizliğim karşısında kısa sürede pes ediyordu. O yıllarda yüzmenin, bedenin suyun üzerinde alacağı şekille ilgili olduğunu düşünürdüm. Yeterince ayak çırpmadığım için, iyi kulaç atamadığım için ya da vücudumu bir balık gibi suyun içinde dümdüz (ama kıvrak) tutamadığım için yüzemediğimi zannederdim.
Bu süreçte en çok babam – muhtemelen annemin de telkinleriyle – bana yüzme öğretmeye çalışmıştı ama muvaffak olamadı. Daha sonra birkaç kez, abilerim ve benden büyük kuzenlerim tarafından, kurtulmak istenen bir ceset gibi denize atıldığım da oldu. Yüzmeye dair teorik bilgilerimin, can havliyle, bir anda pratiğe döneceği umuldu.
Yüzebilmek, tıpkı bisiklete binebilmek gibi, çocukken öğrenilmesi gereken eylemlerden biri. Cehaletin verdiği özgüvene ve cesarete ihtiyaç duyuyorsunuz çünkü. Birisi sizi suya atıyor, çırpınıyor ve hayatta kalıyorsunuz. Ardından bu içgüdüsel bilgiyi ömür boyu yanınızda taşıyorsunuz. Suyun sizi kaldırdığını, biraz kulaç biraz da ayak hareketiyle suyun içinde bir noktadan diğerine gidebildiğinizi biliyorsunuz. Denizde ya da havuzda, o büyük su kütlesiyle karşılaştığınızda, onun sizi yok etmek isteyen bir düşman değil, sadece yürümekten biraz daha farklı bir eylemin zemini olduğunun farkındasınız. Arabalar için asfalt, yürümek için kaldırım neyse, yüzmek için de su kütlesi öyle artık.
Yıllar sonra, lise son sınıfa geçtiğim o yaz, daha evvel ailecek gittiğimiz o otele tekrar, bu sefer tek başıma gidecek ve yüzemesem de, denizin içinde, bazen kendimi dalgalara bırakarak ayakta durmanın bana tuhaf bir özgürlük hissi verdiğini keşfedecektim. Bu kez etrafımda bana yüzme öğretmeye hevesli kimse olmadığından, dilediğim gibi suyun içinde vakit geçiriyor ve etrafımdaki kargaşayı umursamadan bedenimi denize, zihnimi de o dönem çok sık yaptığım gibi derin düşüncelere bırakabiliyordum. Geceleriyse sahil boyunca yürüyor ve tam da o yaşlarda her insanın derin derin içine çekmesi gereken bir melankoliyle hemhâl oluyordum.
Belki ısrarcı ve hevesli olsaydım, o yaz yüzmeyi de öğrenebilirdim. Ama değildim. Daha sonra üniversite okumak için İstanbul’a gittiğimde, denizin sadece içinde değil, bir vapurla, bir kayıkla (hatta bir su bisikletiyle bile!) üstünde seyretmenin de içimi ferahlattığını keşfedecektim.
Denize kıyısı olan bir şehirde büyüyenlerin denizle ilişkisinin daha farklı olduğunun farkındayım. Haliyle benimki karasal bir taşradan, denizle bağlantısı olan şehirlere doğru bir macera gibi görülebilir. Gene de ama ortaokuldaki arkadaşımın söylediği gibi her yaz tatile gidecek imtiyaza sahip olduğum hâlde yüzmeyi öğrenememek, esaslı bir başarısızlıktı. Eksiklikti. “Peki neden yüzme dersi almadın?” diye sorabilirsiniz. Başarısızlığın, tıpkı yoksulluk gibi, çoğu zaman aşağı yönlü spiral bir yol olduğunu hatırlatmak isterim. Bir başka ifadeyle, yüzememenin kaderim olduğunu düşünüyordum.
Üniversite yıllarımda ve sonraki hayatımda da yüzmeyi bilen arkadaşlarımla “suya” inmişliğim var. İşte bunlardan birinde, yüzmekle ilgili çok hayati bir bilginin benimle paylaşılmadığını fark etmiştim. Eğer ailecek gittiğimiz tatiller ben biraz daha küçükken başlamış olsaydı, muhtemelen yüzmekte bu kadar zorlanmazdım ama suyun beni her halükarda kaldıracağı varsayımına, hiç sorgulamadan güvenemeyecek kadar büyüktü yaşım. Bir metodu olmalıydı bunun çünkü ben ne zaman suyun içinde yatay bir pozisyona geçmeye gayret etsem, batıyordum. Benden sır gibi saklanan o bilginin, nefesimi tutabilmekle ilgili olduğunu, günlük hayatımda hep yapageldiğim üzere küçük nefeslerle hızlı bir teneffüs değil, derin ve yavaş bir nefes alışverişine ihtiyacım olduğunu, nihayet yirmili yaşlarımda, öğrenmiştim.
Daha sonraları, ufak tefek kaçamakları saymazsak, pek öyle uzun boylu bir deniz tatili yapmadım. Bu istisnaî kaçamaklarda da çeşitli aksesuarların yardımıyla yüzüyormuş gibi yaptım. Haliyle yüzmekle ilgili teorik bilgilerim gelişse de, pratikte bunları uygulama şansım olmuyordu. O birkaç istisna sırasında, boyumu geçmeyecek seviyedeki bir havuzda ya da denizde artık çok daha rahat yürüyebildiğimi, hatta zaman zaman kafamı suyun içine sokup nefesimi tutabildiğimi gördüm. Bazen de havuzun kenarlarından tutunarak suyun üstünde kalma denemeleri yapıyor, bir an cesaret edip ellerimi bırakıyor ama sonra hemen sıkı sıkı yapışıyordum kenar taşına.
Ama hâlâ bir gün yüzebileceğime dair bir hisse sahip değildim. Araba kullanmayı da bilmiyordum, yüzmeyi de bilmesem ne çıkardı?
Geçen postada size, İtalya’ya gittiğimi yazmıştım. İlk gençliğimin hevesi Akdeniz’le karşı karşıyaydım yine. Napoli’den bir feribota binip Vezüv Yanardağı’nın yanından geçerek daha güneye, Salerno’ya doğru yol alıyorduk. (Bu noktada Attila İlhan’ın “Başka Yerde Olmak” şiirini mırıldanıyordum.) Bir kez daha, suyun üzerinde seyretmek hafifletiyordu beni. Biraz daha yol aldıktan sonra, denize kavuşacaktım. Yüzebileceğimi düşünmüyordum hâlâ fakat suyun içinde öylece durup kendimi etrafımdaki ekosistemin naçiz bir parçası gibi hissetmek hoşuma gidecekti yine. Kollarımı iki yana açıp dalgaları göğüslemek o an yüzmeye en yakın tecrübe olacaktı benim için.
Ama bu kez öyle olmadı. Adeta içgüdüsel bir biçimde suya girdim, nefesimi tuttum ve kendimi Akdeniz’in yoğun, tuzlu suyuna sırt üstü bıraktım. Tam tepemdeki güneş sağolsun gözlerimi açamıyordum ama işte denizin üstündeydim. Dalgalarla birlikte, denize düşmüş bir dal parçası gibi salınıyordum. Sonra tekrar nefesimi tutup bu kez yüz üstü ileri doğru kulaç atmayı denedim ve onu da başardım!
Otuz dört yaşındaydım ve küçüklüğümden bu yana yüzmeye dair bildiğim ne varsa yardıma gelmiş, beni suyun üstünde tutuyordu sanki. Ciğerimde bir ağrı hissedene kadar defalarca nefesimi tutup suyun içinde yüzme denemeleri yaptım. Elbette henüz iyi bir, hatta vasat bir yüzücü bile sayılmazdım fakat suyun üstünde nasıl kalınabileceğini, bana onca sene kimse adamakıllı söylememesine rağmen, kavramıştım.
Bu, insanlık için bir hayli önemsiz, benim içinse ucu açıkta kalan onca hatırayı birleştirebileceğim bir deneyimdi. O yüzden de yazmak geldi içimden. Bakalım ehliyet de alabilecek miyim?