İşbu fanzinin 100 aboneye ulaşması sebebiyle, sizlere Frankofon hikâyeci Marguerite Yourcenar’dan, “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu?” isimli hikâyeyi sunmak istemiştim. Ancak Türkçe’de Doğu Öyküleri ismiyle yayınlanan derlemeyi elime aldığımda, “Marko’nun Gülümseyişi” isimli hikâye beni daha çok içine çekti. Haliyle, aşağıda onu okuyacaksınız sevgili okur.
Öncelikle teşekkür ederim, abone olduğunuz için. Hele ki paylaştıklarımı okuyor, okuduklarınız sizi düşüncelere sevk ediyor ve sizde bir iz bıraktığı için belki başka insanlarla da paylaşıyorsanız, bahtiyar olmuşum demektir. Benden bu fanzinle ilgili istekleriniz olursa, aşağıya yorum yapabilir, yahut bu e-postaya karşılık vererek de bana ulaşabilirsiniz.
Gelelim Yourcenar’a… Kendisi Belçikalı aristokrat bir ailenin küçük kızı. 1903’te doğuyor, 26 yaşında ilk romanını yayımlıyor. İkinci Dünya Savaşı patlak verince, Amerikalı kocasıyla birlikte Maine eyaletine taşınıyor. İlk dikkat çeken romanı, Hadrianus’un Anıları, 1951’de piyasaya çıkıyor. Yazı alanındaki başarıları karşılığında – ki Amerika’da yaşamasına rağmen Fransız kültürü üzerine yoğunlaşmayı sürdürüyor – 1635’te kurulan ve Fransız dilinin “koruyucusu” hüviyetindeki Fransız Akademisi’ne kabul edilen ilk kadın oluyor.
Doğu Öyküleri’ni ilk kez 1938’de yayımlasa da, İngilizceye çevrilmesi 1985’i bulmuş (Türkçeye de aynı yıl çevrilmiş). Bu derlemedeki en meşhur hikâye, yukarıda değindiğim üzere, “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu?” Hatta 1987’de Fransız sanatçı René Laloux, bu hikâyeyi bir animasyon filme dönüştürüyor. Bu filmi Murat Erşen’in çevirisiyle Türkçe altyazılı olarak izlemek isteyenler aşağıya baksın:
Yourcenar için The New York Times gazetesi, “Akademisyen Şehrazat” nitelemesi yapmış. Dünyanın çeşitli yerlerinden hikâyeler toplayıp (özellikle Uzakdoğu ve Balkanlara hâkimiyeti muazzam) bunları yeniden anlatmayı, yahut bu hikâyeleri sahiplenip karakterleri başka bağlamlarda düşlemeyi pek seviyor. İyi de bir araştırmacı.
“Marko’nun Gülümseyişi” çok meşhur bir Sırp efsanesinin Yourcenar’ca uyarlanmış hâli. Marko Kralijeviç (Kral-oğlu; yani Prens), özellikle Osmanlı’nın bölgedeki hâkimiyetinin zayıfladığı ve Sırpların bağımsızlık için mücadeleye giriştiği yıllarda, halk arasında sıkça anlatılan bir efsane karakteriymiş. Bir nevi ulusal mite dönüşmüş. Goethe, onun için “Güney Slavların Herkül’ü” demiş. Gerçekte yaşamış bir karakter fakat efsaneler, onun ününü çoktan aşmış.
Sanırım hem Yourcenar hem de Prens Marko için araştırmayı derinleştirmek isteyenlere yeterince ipucu bıraktım.
Son bir not: Çevirmen Hür Yumer, 39 yaşında hayatına son vermiş, kendisi de bir hikâye yazarı ve belli ki nazik bir ruh imiş. Şâd olsun.
Bir de Doğu Öyküleri’ndeki bir başka hikâyede geçen şu pasaj çok hoşuma gitti, alıntılayayım dedim:
“Bana bir öykü anlatın dostum (…) Bir viskiyle, denize karşı bir öyküye ihtiyacım var… Güzel ve gerçekle ilintisi mümkünse az olan, demin rıhtımda satın aldığım gazetelerdeki çelişkili ve vatanseverce yalanları unutturabilecek cinsten bir öykü olsun…”
Marko’nun Gülümseyişi
Marguerite Yourcenar
Çevirmen: Hür Yumer
Yolcu gemisi uyuşuk bir denizanası gibi tembel tembel salınıyordu durgun sularda. Dağların arasına sıkışmış dar gök diliminde, bir uçak, ürkütülmüş bir böceğin dayanılmaz uğultusuyla dört dönüyordu. Güzel bir yaz günü öğle sonrasının henüz başlarıydı, güneş Montenegro Alplerinin cılız ağaçlarla dolu yan kolları arasında şimdiden kaybolmuştu. Sabah açıklarda onca mavi görünen deniz, Balkan kıyılarındaki bu tuhaf görünümlü yılankavi fiyorda yaklaştıkça koyu renkler almaya başlamıştı. Evlerin özensiz ve kunt biçimleri, manzaranın temiz içtenliği şimdiden Slav özellikleri taşımakla birlikte, renklerin acımasız canlılığıyla göğün çıplak gururu insana hâlâ Doğu’yu ve İslamiyeti hatırlatıyordu. Yolcuların büyük bölümü karaya çıkmıştı: Güzellikleri orduların koruyucu meleğini andıran, üçgen kılıçlar kuşanmış yakışıklı askerlerin ve beyaz giysili gümrük memurlarının arasında birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Yunanlı arkeolog, Mısırlı paşa ve Fransız mühendis güvertede kalmışlardı. Mühendis bira söylemişti, paşa viski içiyor, arkeolog da limonatasını yudumluyordu.
– Bu ülke coşturuyor beni, dedi mühendis. Kotor ve Ragusa kıyıları, Balkanlar’dan Urallar’a yayılan ve denize kayıtsızca sırt çeviren bu Slav ülkesinin Akdeniz’le tek bağlantısı kuşkusuz. Bu ülke, Avrupa haritasının değişken sınırlarını bilmez, ve deniz buralara Hazer’in, Finlandiya’nın, Karadeniz’in, ya da Dalmaçya kıyılarının karmaşık boğazlarından sokulur. Bu uçsuz bucaksız kara parçasındaki çeşitli ırklar, tıpkı irili ufaklı dalgaların denizin heybetli büyüsünü bozamadığı gibi bütünün gizemli birliğini bozmazlar. Ama şu anda beni ilgilendiren ne coğrafya, ne de tarih, sadece Kotor. Yöre insanlarının deyişiyle, Kattaro ağızları… Şu İtalyan yolcu gemisinin güvertesinden gördüğümüz acımasız, yabani Kotor. Zikzak yaparak Çettine’ye doğru yükselen yoluyla, Slav destan ve kahramanlık türkülerindeki kadar sert olabilen Kotor. Bir zamanlar Arnavutluk Müslümanları’nın boyunduruğu altında yaşamış olan şu isyankâr Kotor. Paşa, siz iyi bilirsiniz, Sırp epik şiiri pek öyle âdil değildir Müslümanlara karşı; siz Lukiyadis, siz ki geçmişi, çiftliğini en ufak köşesine kadar tanıyan bir çiftçi gibi tanırsınız, Marko Kraliyeviç’i duymadım demeyeceksiniz herhalde bana.
– Ben arkeoloğum, dedi Yunanlı, limonata bardağını masaya bırakırken. Benim bilgim yontulmuş taşın sınırlarını aşmaz. Aslına bakarsanız, sizin Sırp yiğitleriniz taş değil de daha çok canlı insan yontmuşlardır. Ama bu Marko, emin olun benim de ilgimi çekti ve izini destanının beşiğinden bir hayli ötede – Sırp sofuluğu oralara güzel sayılabilecek manastırlar dikmiş olsa bile yine de özde Yunan kalan o topraklarda – buldum…
– Athos tepesinde, diyerek araya girdi mühendis. Marko Kraliyeviç’in kemikleri, ortaçağdan beri hiçbir şeyin değişmediği o Kutsal Dağ’ın oralarda bir yerde gömülü olmalı. Hiçbir şeyin değişmediği dedim ama, ruh güzelliğinden pek eser kalmamıştır herhalde. İşte bugün bile hâlâ, altı bin kadar keşiş, başlarında topuzları, çenelerinden sarkan kıvırcık sakallarıyla bundan yüzyıllar önce nesilleri tükenen dindar koruyucuları Trabzon prenslerine dua ediyorlardır orada. Unutkanlık denen şeyin sanıldığı kadar erken gelip çatmadığını görmek ve Haçlı Seferleri döneminden kalma bir prensliğin birkaç rahibin dualarında varlığını sürdürdüğü bir yerin dünyada bulunduğunu bilmek ne kadar huzur verici! Eğer yanılmıyorsam, Marko, Osmanlılar’a karşı bir savaşta öldü, Bosna’da ya da Hırvat topraklarında. Son isteği Ortodoksluk’un Sina’sı olan o yerlere gömülmekti. Doğu denizlerinin tehlikeli kayalıklarını ve Türk kadırgalarının pusularını aşmayı başaran bir sandal taşımış cesedini oraya. Güzel öykü değil mi; neden bilmiyorum ama, bana Arthur’un son seferini hatırlatıyor…
“Batı’da kahramanlar vardır; ama onlar ortaçağ şövalyelerinin demir zırhları gibi acımasız ilkelerle kuşanmışlardır sanki. Oysa bu Sırp, yalın bir yiğit olarak çıkar karşımıza. Marko’nun bir sıçrayışta yere yıktığı Türkler, dev bir meşe ağacının üzerlerine devrildiğini sanmış olmalılar. O zamanlar, Montenegro’nun Müslümanlar’ın elinde olduğunu size söylemiştim. Sırp çeteleri, Tzernagora’yı – ki ülkenin ismi bu Kara Dağ’dan gelir – ele geçirmek için göğüs göğüse çarpışacak sayıda değillerdi. Marko Kraliyeviç, istilacıya düşmanlık beslenen bu ülkede, yalancıktan Müslüman olmuş Hıristiyanlar’la – yani ölüm ve her an gözden düşme tehlikesiyle yaşayan paşalar ve huzursuz memurlarla – gizli ilişkiler kuruyordu. Suç ortaklarıyla yüz yüze görüşmek Marko için giderek bir zorunluluk haline gelmişti. Ancak iri kıyım bir erkek olması, dilenci, kör çalgıcı ya da güzelliğinden dolayı kolay olmakla birlikte kadın kılığında düşman içine sokulmasını engellemekteydi. Hem de dev gövdesini gören herkes onu hemen tanıyabilirdi. Sahilin ıssız bir köşesine sandalla yanaşmak da düşünülmezdi. Kayalıkların içine pusu kurmuş sayısız nöbetçi, yalnız ve göze görünmeyen Marko için sürekli bir tehlike demekti. Ama sandalın göründüğü yerde usta bir yüzücü de gizlidir mutlaka ve bu usta yüzücünün yerini bilse bilse ancak balıklar bilebilir. Marko dalgaları baştan çıkarırdı: İthakalı komşusu Odysseus kadar iyi yüzerdi. Kadınları da baştan çıkarırdı. Denizin karmaşık girintilerinden süzülerek, sık sık Kotor’a, dalgalar vurdukça nefes nefese kalıp iç geçiren, her yanı çürümüş ahşap bir eve giderdi, gecelerini Marko’yu düşünerek, günlerini de onu bekleyerek geçiren İşkodralı paşanın dul karısına. Kadın, denizin yumuşak öpücükleriyle buz kesen Marko’yu yağlarla ovar, hizmetçilerinden gizli yatağına alır, ısıtır, casus ve suç ortaklarıyla gece toplantıları yapması için ona kolaylık gösterirdi. Sabahın erken saatlerinde, ev halkı uyanmadan mutfağa inip Marko’nun sevdiği yemekleri yapardı. Marko, dulun yorgun ve ağır memelerine, kalın bacaklarına, bitişik kaşlarına, o kuşkucu olgun kadın sevgisine katlanır, dua etmek için dizlerinin üstüne çömeldiğinde yere tüküren kadına duyduğu öfkeyi bastırmak zorunda kalırdı. Ragusa’ya yüzerek gitmeyi tasarladığı gecenin öncesi gece, dul, her zamanki gibi ona yemek hazırlamaya indi. Gözündeki yaşlar alışılageldiği titizliği göstermesini önlüyordu. Felaket bu ya, fazla pişmiş bir keçi eti çıkaracak oldu Marko’nun önüne. Marko içmişti. Sabrı taştı. Yemek suyunun yapış yapış ettiği elleriyle dulu saçlarından kavradığı gibi,
“ – Şeytanın köpeği kadın, bana asırlık keçi mi yedireceğini sandın yoksa? diye bağırdı.
“ – Güzel hayvandı, diye cevap verdi dul, sürünün en körpesiydi.
“ – Senin o Allahın belası büyücü etin gibiydi tıpkı. Kayış gibiydi. Dumanı tıpkı senin etin gibi lanet tütüyordu, diye kükredi sarhoş Hıristiyan genci. Sen de onun gibi cehennem ateşinde yansan da kurtulsak!
“Ve bir tekmede, et tabağını denize açılan pencereden dışarı fırlattı.
“Dul, tahta döşemenin üzerindeki yağ lekelerini ve ağlamaktan şişen yüzünü sessiz sessiz silmeye koyuldu. Sevişirlerken de bir önceki geceden ne daha az ateşli, ne de daha az sevecen davrandı. Şafakta, kuzey rüzgârları körfez dalgalarını isyana sürüklerken, tatlı sesiyle Marko’ya gidişini geciktirmesini öğütledi. Marko razı oldu. Günün sıcak saatlerinde, öğle uykusu için gene yatağına yattı. Uyanıp da, kepenklerle gelip geçenlerin bakışlarından gizlenen pencerenin önünde tembel tembel gerinmeye başladığında, birden yatağanların ışıltısını gördü. Bir bölük Türk askeri evi kuşatmış, bütün çıkışları tutmuştu. Marko, denizden bir hayli yüksekteki balkona koştu. Dalgalar şimşek gibi gümbürdeyerek kayalıkların üzerine çarpıp dağılıyorlardı. Gömleğini yırtmasıyla, bu havada değme sandalın çıkmaya cesaret edemeyeceği denize kendini fırlatması bir oldu. Dağlar yuvarlandı aşağı doğru, dağların üzerinden yuvarlandı Marko. Dul önde, askerler arkada evi altüst ettiler, fakat kaybolan devin en ufak izine rastlayamadılar. Sonunda yırtık gömlek ve içeri göçmüş balkon demirleri sayesinde buldular onun izini. Korku ve pişmanlık naraları atarak kıyıya koştular. Dalgalar gitgide büyüyerek ayaklarına kapaklandıkça, ellerinde olmaksızın gerisin geri sürükleniyorlardı. Rüzgârın uğultusu, Marko’nun kahkahaları, küstah köpükler ise onun yüzlerine fırlattığı balgamlardı sanki. Marko iki saat boyunca tek kulaç atmadan dalgalarla boğuşup durdu. Düşmanları başına nişan alıyor, gelgelelim rüzgâr estikçe hedeflerini ıskalıyorlardı. Denizin yeşil harmanında bir batıyor bir çıkıyordu Marko. En sonunda dul, başörtüsünü bir Arnavut’un uzun ve esnek kayışına sıkı sıkı düğümledi. Becerikli bir ton balığı avcısı Marko’yu bu ipekten kemendin boğumlarına isabet ettirerek yakaladı. Boğulmuş gibi duran yüzücü de kendisini sürükleye sürükleye kumsala taşımalarına boyun eğer göründü. Ülkesinin dağlarındaki av eğlentilerinde Marko, çoğu kez, vurulmamak için ölü taklidi yapan hayvanlar görmüştü. Bu hileye sarılmaktan başka çaresi kalmamıştı artık. Türkler’in kıyıya taşıdıkları soluk yüzlü genç adam, üç günlük bir ceset gibi buz kesmişti, kaskatıydı. Köpüklerle kirlenmiş saçları çukur şakaklarına yapışmıştı. Donuk gözleri, gökyüzüyle akşamın dev hacmini yansıtmaz olmuştu. Deniz tuzunun kuruttuğu dudakları, kenetlenmiş çenesinde hareketsizleşmişti. Kolları, halsiz, iki yanına düşmüş, sarkmıştı. İri yapılı göğsü kalp atışlarının duyulmasını önlüyordu. Köyün ileri gelenleri çömeldiler; uzun sakalları Marko’nun yüzünü gıdıklıyordu. Sonra, hep birden başlarını göğe kaldırarak, bir ağızdan, benzer sesleriyle,
“ – Allah! Öldü; çürümüş bir kirpi gibi, çiğnenmiş bir köpek gibi, diye bağırdılar. Leşleri temizleyen denize atalım bunu, toprağımızı lekelemesin artık.
“Kötü kalpli dul ağlamaya, çok geçmeden de kahkahalarla gülmeye başlamıştı:
“ – Marko bu. Bir fırtınayla öleceğini, bir boğum kementle boğulacağını mı sandınız. Böyle yattığına bakmayın. Ölü değil o. Denize atarsanız, beni, şu zavallı kadını baştan çıkardığı gibi, denizleri de baştan çıkarır. Dalgalar da onu gerisin geriye ülkesine götürür. Çekiç çivi getirin, çarmıha gerin şu köpeği. Artık yardımına gelmeyecek olan o Tanrı’sını nasıl çarmıha gerdilerse, bunu da öyle çarmıha gerin de, bakın bakalım, dizleri acıdan boğum boğum olmayacak mı, bakın bakalım, lanetlenmiş ağzı naralar kusmayacak mı?
“Cellatlar, bir sandal tamircisinin tezgâhından çekiç çivi aldılar ve genç Sırp’ın ellerini çivilediler, ayaklarının çeşitli yerlerine de sivri taşlar sapladılar.
“İşkence altındaki gencin bedeni hiç kımıldamamıştı; aldırmaz yüzünde ufak bir kıpırtı bile yoktu. Kan bile yaralarından azar azar, yavaş yavaş, arada bir damlalarla sızıyordu. Çünkü Marko kalbine olduğu kadar damarlarına da söz geçirebilirdi. Tam bu sırada, köy ileri gelenlerinin en yaşlısı elindeki çekici bıkkınlıkla fırlatarak haykırdı:
“ – Bir ölüyü çarmıha germeye kalkıştık. Allah günahlarımızı affetsin! Cesedin boynuna bir taş bağlayalım, denizin uçurumu alsın götürsün hatamızı ve deniz bir daha geri getirmesin bize onu.
“ – Marko Kraliyeviç’i çarmıha germeye çekiç çivi yetmez, dedi kötü kalpli dul. Korlar alıp göğsünün üstüne koyun da, bakın bakalım, savunmasız bir böcek gibi acıdan kıvranacak mı?
“Cellatlar, bir kalafatçının fırınından kor getirdiler ve denizin kaskatı ettiği Marko’nun göğsüne kordan bir çember çizdiler. Korlar yandı, sonra söndü. Ölürken kararan kırmızı güller gibi kapkara kesildiler. Tıpkı büyücülerin dans ederken kırlara çizdikleri halkalar gibi, Marko’nun göğsünde gitgide kararan bir halka belirdi. Ama delikanlı inlemedi. Kirpikleri bile kımıldamadı.
“ – Allahım! dedi cellatlar, günah işledik; çünkü Allahım, yalnızca, yalnızca sen işkence edebilirsin ölülere. Yeğenleri ve amcaoğulları bu zorbalığımızın hesabını soracaklardır bize. Onu yarı yarıya taşla dolu bir çuvala koyalım ki, deniz bile bilmesin yutmasını istediğimiz cesedin kimin nesi olduğunu.
“ – Lanetli adam, dedi dul. Bir kolunu salladı mı çuvalı paramparça eder bu. Taşları da bir bir tükürür ağzından. İşe yaramak istiyorsanız, köyün genç kızlarını getirin, çember olup dans etsinler kumsalda; bakalım aşk hâlâ işkence ediyor mu bedenine?
“Genç kızlar çağrıldı. Hemen bayramlık elbiselerini giyindiler; kavallar davullar getirdiler. Cesedin etrafında dans etmek için el ele tutuştular; içlerinden en güzeli, elinde kırmızı bir mendille öne geçti. Arkadaşlarından bir baş boyu uzundu. Kestane rengi saçları, bembeyaz bir boynu vardı. Sıçrayan bir geyik, uçan bir şahin gibiydi. Marko hiç kımıldamadı, ama kızın çıplak ayaklarının dokunuşunu duyuyor, kalbi göğsüne sığmaz oluyor, kalp atışları düzensizleşiyor, seyredenlerin kalbinin sesini işitmesinden korkuyordu. Dudaklarında elinde olmaksızın mutlu bir insanın acı gülümsemesi belirdi. Dudakları bir öpücük arar gibi titremeye başladı. Güneş yavaş yavaş battığından, günbatımının alacasında, cellatlarla dul, bu hayat belirtisinin henüz farkına varmamışlardı. Ama Ayşe’nin açık renk gözleri bir an olsun ayrılmadı genç adamın yüzünden; yakışıklı bulmuştu onu. Marko’nun yüzündeki bu gülümsemeyi gizlemek için kırmızı mendilini ansızın onun dudaklarına düşürdü; sonra da gururlu sesiyle,
“ – Ölü bir Hıristiyan’ın çıplak yüzü önünde dans etmeyi kabul edemem, bu yüzden örttüm dudaklarını, onun dudaklarını görmeye tahammül edemiyorum, dedi.
“Gelgelelim, cellatların dikkatini başka yere çekmek için, bir de kumsalı terketmek zorunda kalacakları ezan vaktine kadar oyalansınlar diye, dansını sürdürdü. Sonunda, minarenin tepesinden bir ses, namaz vaktinin geldiğini haykırdı. Adamlar, kaba saba camiye doğru yürüdüler. Genç kızlar art arda, ayaklarını sürüye sürüye şehre doğru gittiler. Ayşe, başını sık sık arkaya çevirerek uzaklaştı. İkna olmayan dul, sözde cesedi gözetlemek için kumsalda kaldı. Marko ansızın ayağa fırladı: Sağ eliyle sol elindeki çiviyi çektiği gibi çıkardı, dulun kızıl saçlarına yapışarak alnına soktu. Sonra ayaklarına mıhladıkları sivri taşları sökerek dulun gözlerini oydu. Cellatlar döndüklerinde, kumsalda çıplak bir yiğit cesedi yerine, yaşlı bir kadının çırpına çırpına kasılıp kalmış ölüsünü buldular. Marko’nun sonradan ülkeyi fethederek, gülümsemesine sebep olan genç kızı alıp kaçırdığını ayrıca belirtmeye gerek yok. Zaten, ne kazandığı zafer, ne de elde ettiği mutluluk, bana dokunaklı gelen, o ince davranış. İşkence altındaki bir insanın dudaklarında arzunun en tatlı ıstırap olduğunu kanıtlayan o gülümseyiş. Bakın akşam oluyor. Şu Kotor kumsalında, korların ışıltısında çalışan o cellat güruhunu, dans eden genç kızı ve güzelliğe dayanamayan delikanlıyı hayal etmek sanki hâlâ mümkün.”
– Garip bir öykü, dedi arkeolog. Ancak bu sizin anlattığınız, öykünün oldukça yeni bir çeşitlemesi herhalde. Bir başkası olsa gerek; daha ilkel bir çeşitleme; ben bir araştırayım.
– Yanılıyorsunuz, dedi mühendis. Geçen kış, Orient Ekspresi’ne tünel açma işi için köyde kaldım. Köy sakinlerinin bana anlattıkları biçimde aktardım size. Sizin Yunanlı yiğitlerinize dil uzatacak değilim Lukiyadis. En ufak olayda çadırlarına girip saklanırlar, arkadaşlarının ölüleri önünde acıyla avaz avaz bağırırlar, düşmanlarının cesetlerini zaptedilmiş kentlerin etrafında sürüklerlerdi. Ama inanın bana dostum, İlyada’da eksik olan Akhilleus’un ufak bir gülümseyişidir.