Birkaç ay evvel, geçmiş zamanlarda yaşamış bir sultan, uzun uğraşlar sonunda ona suikast düzenlemeyi başarmış bir tabip ve ona yardımcı olan sultanın gözdesi bir kadın belirmişti hayalimde. Sultan onların intikamıyla alay ediyordu. Bu hayalin peşinden giderek yaklaşık 4,500 kelimelik bir hikâye çıkardım.
Tarihî hikâye yazmak çok emek isteyen bir iş ama benim gibi biraz etrafından dolanarak bir anlatı ortaya koymak mümkün. Yine de kendime bir takım kısıtlar belirledim. Mesela gözümden kaçanlar ve bazı istisnalar hariç, kullandığım kelimelerin en geç 15. yüzyıl civarında kullanılıyor olması için çabaladım. Tabi o kelimelerin modern hâllerini kullandım. Benzetmeler yaparken hikâyenin anlatıcısı olan köylünün o yıllarda etrafında gördüğü şeyleri düşünmeye çalıştım.
Moğolların Anadolu’yu işgaline kadar Orta Anadolu’da varolmuş hayalî bir ülke kurdum ve haliyle böyle bir ülkeye uygun bir tarihsel çerçeve içinde kalmak için uğraştım. Tarihî gerçeklere bilerek uymadığım yerler de oldu elbette. Kaç kez tekrar okuyup kaç kez orasını burasını mıncıkladığımı unuttum.
Umarım beğenirsiniz… Hikâye hayli uzun olduğundan, boş bir vakitte şöyle dinlendire dinlendire okumanızı tavsiye ederim.
Bu arada bu hikâyenin tamamının kendi e-postanızda görüntülenmeme ihtimaline karşın, başlığa tıklayıp Substack’in sitesine gitmeniz okumak için daha kolay olabilir.
NOT: Bu fanzine abone değilseniz hâlâ aşağıdaki boşluğa e-posta adresinizi yazarak abone olabilirsiniz. Ücretsiz :)
YAZGI
I.
Kırk nevruzdan sağ çıkmış sultanımız bir gece ortası göğsüne öküz oturmuş gibi uyandığında içinde ölümsüzlüğe karşı el değmemiş bir heves olduğunu fark etti. Çocukluğundan bu yana ilk kez kabus görüyordu. Bunu en iyi yıllar yılı uykusunda bile onu izleyen başgardiyanı bilirdi. Üç gün evvel cüret edip sultanımıza yanaşmış ve sakalına aklar düştüğünü haber vermişti. Bir cinnet anında yasak edildiğinden sarayda ayna yoktu ama başgardiyan, Arap halifesinden gelen hediyeler arasında ufak bir el aynası bulmuş, getirmiş ve iddiasını ispat etmişti. Kabusun ardından balçık kıvamında bir telaşın içine yuvarlanan sultanımıza ilk el uzatan vefalı başhâdimesi oldu. Kulağına ölümüyle hayatı arasında durabilecek bir isim fısıldadı.
Bir gaza öncesiydi, efendim, sizi kaybetmekten çok korktum, korkumu yenmek için yurdunuza adamlar saldım, uç köylerden birinde hâlâ şamanlıkla uğraşanlar varmış, türlü işkencelerden sonra itiraf ettiler. Peki ya ölümsüz mü bu şamanlar?
Başhâdime güldü. Duvarlardaki ufak bölmelerden sızan ikindi güneşi sevecen gülüşüne vurdu. Sultanın kalbi hızlanmış, başını döndürmüştü. Pervasız gücünün korkunçluğuna zıt bu mütevazı ve aydınlık taht odasının ortasında, kıçının beş katı büyüklükteki ahşap makamına çöktü. Başhâdime dizinin dibine oturup baldırlarından aşağısını ovalamaya başladı. Taraklı ve irice ayaklarının üst kısmından kurumuş deri parçaları düştü yere. Başgardiyan güzelce işli bir cımbızla huşu içinde topladı hepsini. Daha sonra sultanımızın kalıntılarını ağızları yağlı bezlerle kapatılmış çömlekler içinde sakladığı mahzene götürecekti.
Ya yalansa söyledikleri? Başhâdime başını kaldırdı. Beni kılıcınızla parçalara ayırmayı ne kadar arzuladığınızı bilirim sultanım. Boynu başhâdimenin ince, zarif, bir kuğunun gövdesinden göğe uzatılan telkâri bir kavis. Efendisinin gözleri ışıldadı, ağzı sulandı. Ya niyeti kötüyse? Şüpheleriniz sultanım, hepsi toprak altında, sizse buradasınız. Sultan memnundu bu cevaptan. Başını okşadı kadının. Bunu eskiden daha sık yapardı. Bereketli rahmine çocuklar düşürmüştü. Talihsiz yavrular, onlar da toprak altındaydı. Sarayın bahçelerinde çıplak ayakla yürürken aşağıdan onu izlediklerini düşünürdü.
Az sonra bir el yüreğini avcunda sıkıp ufalıyormuşçasına bir çığlık atacaktı sultanımız. Dışarı! Dışarı! Yalnız kalmak istiyordu ama yalnız kalamayacağını da biliyordu. Başgardiyan put gibi yerindeydi. Bazen efendimiz onun varlığını kendi varlığından daha gerekli görürdü. Bir kolunu şimdi dizine dayayıp başını kaldırarak etrafı süzdü. Aynı taş duvarlar, aynı kaba sütunlar, dışarıya çıkıntılı göz göz bölmelerde ak güvercinler bir de. Kalkıp onları kovdu.
Sultanımız hiç hastalık yüzü görmemişti. Bütün marazları anan topladı, bize bir şey kalmadı, derdi babası. Ama otacılarla, şifacılarla sohbet etmeyi, onlara sırlarını açıp vücudunun sınırlarına dair meseleleri tartışmayı, illetlerin sebeplerini ve neticelerini öğrenip onlar daha yakınına varamadan kendini sıhhatte tutmayı âdet edindi. Tabipler yönünden bu vazifenin bir bedeli vardı. Sultanımızın öfke nöbetlerine, kan döktüğü, ter ve döl akıttığı anlara şahitlik etmenin, ona şifalı otlar, ruh dinlendirici miskler, kuvvet arttırıcı iksirler hazırlamanın, onunla sırdaş olmanın sonunda, hayatta kalmak mümkün değildi. Nam salmış tabipler bir zaman sultanın kendilerini çağıracağını bilir ama yine de ailelerine yüklü miktarda altın ve gümüş bırakarak ölmenin şerefli bir ölüm olacağına kendilerini usluca ikna ederlerdi.
Sultanımızın temkini dillere destandı. Sarayının surları, Bağdat’ın duvarlarından daha kalın, kapıları onlarca er kişinin kuvvetiyle ancak kımıldayabilecek kadar ağır, iç avluları her gün yay ve kılıçla talim yapan fedailerle doluydu. Zaten sarayın kendisi çıkmazlar ve karanlık dehlizlerle bezeliydi. Birisi aylarca bu sarayda yaşasa, her odaya girip çıkmaya hakkı olsa, ancak o zaman belki yolunu izini bulabilirdi. İçine yine kurt düştüğü bir güz mevsiminde, sultanımızın saadet hücresinin tıpkı-inşası yedi hücre daha yapıldı, içine sultanımıza tıpatıp benzeyen yedi adam, yanlarına başgardiyanın siyah cübbesini giymiş yedi muhafız kondu.
Gadrettiklerinin bir gün cılız benliklerine sığamayıp taşan bir öfkeyle kapısına dayanabileceğinden ister istemez çekinirdi. Bunlara da var mıydı çaresi şamanların? Ab-ı hayat iksiri kılıç darbelerinden de korur mu beni? Başhâdime perde arkasından dinliyordu ama ses etmedi. Sultanın meraklanmayı, belirsizlik içinde beklemeyi, kavrayışta gecikmeyi sevmediğinin farkındaydı.
Yeni yeni tanıştığı bu hislerle geçinemeyen sultanımız bir hışımla çıkacaktı taht odasından. İpince, uzun bedeni, her adımda dalgalanan gür saçları ve sakallarıyla bir sel gibi kendi içinde taşa taşa yürüyordu sarayın geçitlerinde. Atını hazırladılar. O atın ayak bastığı topraklarda mevsimler geçer, ot bitmezdi. Sultanımızsa atının üstünde hak ettiği yeri bulmuş gibi gönenirdi. Köylülerin hakkı ona aşağıdan bakmaktı. Babamın kılıcını getirin! Kapıkulları bunun ne anlama geldiğini iyi bildiğinden, ondan önce yola düştüler.
Keyfince öldüreceği köylülerin hayatta kalmak için yalvarmalarını isterdi sultanımız. Bağır çağır, iflahları kesilircesine. Kesintili sızlanmalar, mahcup hıçkırıklar ve yarım yamalak nedamet sözleri kanını tepesine çıkarırdı. Ölüme yalapşap bir cahil cesaretiyle sımsıkı sarılmalarından nefret ederdi. Öylelerinin önce kimi kimseleri varsa onlara işkence ederdi gözlerinin önünde. Hem eziyet edilene hem de o eziyet zorla izlettirilene çektirdiği acıyı kısık ateşte güveç gibi demlendire demlendire pişirirdi. Bazılarını bir keçi gibi boğazlayıp iç organlarını teker teker eline alır, hayat arzusu uyandırmaya çalıştığı köylüye gösterip ne işe yaradıklarını uzun uzun açıklar, sonra da ölümün yavanlığına dair nutuklar çekerdi. Kendi hâlinde bir köylünün, sarayda canı sıkıldığı için atıyla buraya kadar gelmiş bir sultanın elinden beklenmedik ölümü, bir kurtuluş, bir arınma, yahut şehadet şerbetini hak ettirecek bir fedakârlık olmamalıydı.
Ölümün hayat içinde alelade bir merhale olduğuna hâlâ ikna olmamışlarsa, zavallı köylüleri sarayın zindanlarına kapatır, babasından kalma kemikkıranlar, paslı kerpetenler ve ahşap tutamaçları kızılca kanla ovulmuş şişlerle onlara özene bezene işkenceler eder, nihayet ölmemek için yalvarmayı akıl edebilenlerin bir çırpıda canlarını alarak onları bu azaptan kurtarırdı. Ani bir ölümden medet umanların içinde hayata karşı bir kıvılcım çıkaramazsa ama eziyete devam ederdi. Hayatlarındaki sefaletin yegâne kaynağının kendisi olduğunu bilsinler isterdi. Babasının başgardiyanından, halkının ondan korkması gerektiğini öğrenmişti. Ama efendimiz daha da ileri gidecekti. Ahalinin, onun varlığına katlanamadığı ama onsuz bir hayat da tahayyül edemediği bir mecburiyette kalakalmasını arzuluyordu.
Sultanımızın ölümle giriştiği bu tuhaf yarışın ayakçılığını yapan kapıkulları, efendilerinin iç sıkıntısıyla alışılmadık bir işe kalkışabileceğinden çekinerek, ailesine bolca altın ve gümüş verileceği ve sultanın topraklarından kaçıp gitmelerine göz yumulacağı vaadini öpüp başına koymuş bir demirci ustasını, hayatı için güngörmüş bir dilenci gibi aman dileyeceğine dair söz aldıktan sonra, köyümüzün meydanında iki adam boyundaki bir kalasa bağlayacaklardı. Meydan hazırdı, herkes onu bekliyordu.
Kutlu bineği aksak adımlarla onu kurbanına yaklaştırırken, sultanımız birden hoplayıp yere indi ve kılıcını kınından çıkararak bir çırpıda köylünün sağ kolunu omzunun hemen altından kesip attı. Dazlak kafalı gür bıyıklı demirci ustası, sultanın atı şehrin kapısında belirdiğinde hangi kelimelerle yalvar yakar olacağını içinde alıp vermişti ama bu ani hamle karşısında ölümü her şeyden çok arzuladığını ima eden küfürler savurdu. İki küçük kızının masum bakışları çarptı gözlerine ama ağzından çıkanlar onu çoktan esir etti. Karısı feryat figan yerlere kapaklandı ama inadında ısrarcıydı. Sultanın kapıkulları, ki kendi meşreplerince merhametliydiler, davranıp onu susturmak istediler ama nefsinin çığlığını susturmaya demirci de dâhil kimse muvaffak olamadı.
Biz köylüler efendimizin azabı karşısında öfkemizi o kadar uzun zamandır yutmuştuk ki artık kalbimizde ufacık bir kıpırdanma dâhi olmuyordu. Kuvvet ve kudret sahiplerine kızgınlık, hoşnutsuzluk, kin ve haset duymayı unutmuş, bari sultanın gölgesiz kudretinden nasiplenelim, o kesintisiz güçten pay sahibi olalım diye meydana varmıştık. Sultanımızın bir merasim coşkusu içinde kurbanının etlerini lime lime ettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi sarayına dönüp ziyafet sofrasına oturması fikri karşısında vecd içinde ona teslimdik. Hâl böyle olunca, sultanın kapıkulları bize ne yapmamız gerektiğini söylemeden, işaret etmeden ve dâhi hissettirmeden, demirci ustasının ailesini yapayalnız bırakıp kenara çekilecektik. Nasılsa demirci buralı değildi. Bizi bilmezdi. Yazgımızı anlamasına imkân yoktu.
Sunturlu küfürleri ve aşağılayıcı sözleri kıpırtısız yüzüyle dinledikten, kapıkullarının ve köylülerin ağır aksak kıvışlamalarını göz ucuyla süzdükten sonra, sultanımız kılıcını havaya kaldırdı ve iki adım önünde kapkara bir çaresizlik içinde kıvranan demirci ustasının boynuna indirdi. Pejmürde kıyafetleri çökkün bedenlerine bolca gelen ahalinin yüzleri çarpıldı. Kapıkullarının gözleri yuvalarından fırlayacaktı. İktidarında ilk kez bir köylüyü katmerli gazabından esirgemişti. Kalabalık içinde boynunu sultanın kılıcına çalmak için sabırsızlananlar heveslerini bastırmaya, aklı başındakiler sultanın şimdi köyde taş taş üstünde bırakmayacağını hesap edip küt küt atan yüreklerini susturmaya çalışıyordu.
Ama sultanımız hiç oralı olmadı. Usulca atına bindi ve tek tük mahmuzlayarak uzaklaştı köyümüzün meydanından.
O günden sonra kendini saraya kapattı. Başhâdimesi ve başgardiyanı dışında yolunu kimsenin bilmediği bir mahzende, günden güneşten saklanarak bekledi. Ömründe ilk defa muhtaç hissediyordu. Nasıl gidereceğini bilemediği bir endişe kaynıyordu içinde. Odanın duvarları daralıyor, gövdesi içine çöküyor ama geçmişi, daha evvel hiç kaygıyla lekelenmemiş geçmişi, bütün ordularını toplayıp dimağını işgale doğru yürüyordu. Kudretini yitirme fikri adeta tenini kavuruyordu. Derin bir uçurumun kıyısında durmuş, sanki parça parça aşağıya dökülüyordu. Ölümsüzlük kadar ölüme de arzu duyuyordu şimdi. Ne olacaksa olsun!
II.
Başhâdimenin bir ismi yoktu. Herkes ona kızçe derdi. Annesi ona hamileyken, kapıkullarının köy meydanında ansızın derdest ettiği babası, yoksul ve yorgun kanıyla o vakitler genç sultanımızın kılıcını ıslatmıştı. Böyleydi onu büyütenlerin kulağına fısıldadığı hikâye. Annesi doğum esnasında ölmüştü. Bir hayata karşılık, iki; eksiliyorlardı.
Sultanımızın topraklarında göçebeydik hâlâ. Çadırlarımızla kerpiçten evlerimiz yan yanaydı. Azdık, toyduk. Dilden dile anlatılan vilayetlerimiz yoktu, biçimsiz, kurak ve birbirinden azade köylerde dinlenirdik. Zanaat bilenlerimiz, tabiplerimiz, büyübozanlarımız, imamlarımız, esnaflarımız vardı ama kervanlar düzen tüccarlarımız, memleket memleket gezen seyyahlarımız yoktu. Kapıkulları köylerimize gelir hasadımızın, hayvanlarımızın, maden işlerimizin bir kısmını yağma ederdi, sultanımız bunları Rum tüccarlara satar altın ve gümüş biriktirirdi. Bazen de sarayda işleyen el azaldığında köylerden kızlar, oğlanlar, hünsâlar toplanırdı.
Başhâdimenin talihi değiştiğinde yedisindeydi. Bir vakit ağaçlık yerde tek başına, elinde bir sepet içinde meyveler, haşhaşlı hamurişleri, ballı çöreklerle kaybolmuştu. Sepetinden yayılan koku ağaçlık yerin alışılageldik havasını değiştirince yakalandı kapıkullarına. Önce sepettekileri yediler iştahla. Yetmedi, kıyafetlerini çekiştirmeye başladı içlerinden biri. Kapının kulları kapıya öykünürdü. Onu orada bırakmadılar. Sarayın mutfağına hâdim lazımdı.
Meraklı bir çocuktu kızçe. Duyduğunu, gördüğünü unutmazdı. Sarayın karmaşık, karanlık yollarını ve geçitlerini senesi dolmadan ezberlemişti bile. Ve onu ziyaret eden erkeklerin şikirsiz suratlarını da. Her defasında yaşadığı eziyeti gidermek için büyürken öğrendiği kederli gazelleri tekrarlayıp dururdu. Gözlerini, merakının ağzını burnunu sımsıkı kapatır ve koyu bir sessizlik deryasının içine dalardı. Gazeller cesur yiğitlerden ve kösnük azmanlardan, kederli çocuklar ve müşfik annelerinden, aldanmış âşıklardan ve hürleşmiş kölelerden, cömert sultanlardan ve kendini beğenmiş ozanlardan bahsederdi.
On bir güzü geçirip sultanımız onu geceleri ziyaret etmeye başladığında da göz kapaklarının ardındaki bu koca dünyaya sığındı. Önce başgardiyan gelir, odayı arar, tarar, kıyafetlerini çıkarttırır, saçlarını kurcalar, apış arasını ve kıçının ortasını yoklar, sonra olur verirdi. Başhâdime sultanımızın ölümüne kadar başgardiyanın bu tacizkâr dokunuşlarına maruz kalacaktı. Tatsız tuzsuz bir tesellisi vardı ki bu durumun, artık sultanımızdan başka kimse döşeğine yanaşamazdı.
Sarayda köle kızlar, oğlanlar ve dâhi hünsalar da bulunurdu ama sultanın başhâdimesi diye bilinmek, ona nasip olmuştu. Sultanımızı dinler, onunla oyunlar oynar, bazen diz dize verip susar, bazen başını göğsüne yatırıp okşar, kimi zaman öfkesini dindirir, kimi zaman canını yakardı. Bir ok yaydan çıkıp hedefine varmadan sultanın isteklerinin yerine gelmesi gerektiğini çabuk kavramıştı. Zaman içinde iki dudağı arasından çıkanların, sultanın iki dudağı arasından çıkanlara denk olduğunu fark edip kendinden ürkecekti ama emrindeki sakar hâdimeleri azarladıkça, iş bilmez kapıkullarını kırbaçladıkça buna da alıştı.
Başgardiyan ona güvenmez, bazen casuslarına takip ettirir, hâdimelerin ağzından laf almaya çalışır, tacizleri haddi aşarsa da sultanımızın bir sözüyle geri adım atardı. İkisi arasındaki tek bağ sultanımızdı, bu bağ bazen ikisinin de elini kolunu bağlardı.
Yaşı ilerleyince sultanımızın ondan yüz çevireceğini düşünürdü başhâdime ama aralarında ikisinin de kırılgan varlığını ürkütmek istemedikleri bir ünsiyet peyda olmuştu. Başka bedenlerle oynaştıktan hemen sonra huzurla uykuya dalabilmek için bazen başhâdimenin artık genişlemiş odasına gider, yanına kıvrılırdı. Sultanımız tabiatı gereği pimpirikli, bazen haddinden fazla öfkeli olsa da başhâdimesi onu sükûnete kavuşturmakta mahirdi. Dışarıdan bakanlar bu kadıncağızın sultanımıza her istediğini yaptırabileceğini düşünse de, sultanımızın ona karşı beslediği muhabbetin en mühim sebeplerinden biri de, başhâdimenin bu ayrıcalığı kullanmakta hayli sabırlı davranmasıydı.
Böyle bir eşref saatinde efendisine, birlikte köyüne gitmeyi, orada biraz vakit geçirmeyi arzuladığını söyledi. İçinde bir şeyler, bazen düşler, ona çocukluğundan sayfalar açıyordu. Onu büyütenlerin günlük tatlı telaşlarını, sacda bazlama yapan köylü avratları, kapılarının önünü çalılarla süpüren gelin kızları, esnafların gür sesli sohbetleri, kuyumculardan gelen nağmeli sesleri, dokumacı tezgâhlarını, çobanların eğri büğrü değneklerini, omuzlarında ve kafalarının üstünde küplerle su taşıyanların vakur yorgunluklarını, boz ve güz rengi tozlar, kerpiçler ve kan rengine çalan kiremitlerin uzağında esen rüzgârla neşelenen kavak ağaçlarının nazlı danslarını hayal meyal hatırlıyordu.
Bu kopuk kopuk anların ne zamandır aklının köşelerinde ortaya çıkmayı beklediğini bilemiyordu ama şimdi ruhunda büyüyen hasreti de dindiremiyordu bir türlü. Acaba beni büyütenler hayatta mı hâlâ? Hatırlayacaklar mı? Ya komşular? Elime mis kokulu yiyeceklerle dolu sepeti verip ağaçlık alana gönderen o geberesice kocakarı yaşıyor mu? Birisi densizlik edip sultanımıza babamı onun öldürdüğünü söyler mi? Ne gerek var? Ne gerek var onun damarına basmaya? Olan oldu, geçen geçti. Neden çok iyi hatırladığım o günler, ikindi vakitleri açık gözle daldığım o hayaller gibi sahte geliyor şimdi?
Yola çıktıkları gün yakası bağrı açık mor bir kaftana sarınmış, başının arkasında düğümlediği yaşmağını omuzlarından aşağıya dökmüş, kapıkullarının yularından sıkıca tuttuğu kırçıl bir ata binmişti. Hemen yanında babadan kalma kara cübbesiyle at süren sultanımız, onun çocuksu heyecanını bıyık altından gülerek seyrediyordu. Birkaç günlük yolun ardından köye yaklaştıklarında köylüler huysuzlandı. Kapıkulları ufukta belirince, kimi kurban verebileceklerini tartmaya koyulmuşlardı. Bu gelişin başka türlü bir geliş olduğunu öğrendiklerinde bir vakit şaşkınlıktan çıkamadılar. Neden sonra çobanlar en dolgun hayvanlarını boynuzlarından tutup meydana getirmiş, çift sürenler toz topraktan arındırdıkları günlük hasatlarıyla karşılamaya katılmışlardı. Sultanımızın yanındaki kadının kim olduğunu merak ediyor ama sormaya da çekiniyorlardı.
Başhâdime kendini takdim edip köyün hatırındaki hâlinden pek farksız oluşundan dem vurunca, köylüler nicedir duydukları ama pek de ehemmiyet vermedikleri söylentilerin gerçek olduğunu fark ettiler. Bu kısa tanışma faslından sonra saray ahalisinin de yardımıyla büyükçe bir ziyafet sofrası kuruldu. Kan akıtıldı, ateşler yakıldı; is ve yamaçlardan toplanmış kekik kokuları sardı etrafı. Ziyafet sofrasının ortasında, başhâdimenin karşısında oturan güngörmüş nalbant bir hikâye anlatmak üzere ayaklandı…
Bir vakitler, ruhların ölümsüzlüğüne inanmayan bir sultan yaşarmış. Başkâhini evladının elinden öleceğini haber verdiğinde, bütün çocuklarını katletmiş. Yetmemiş, ruhları peşini bırakmayacak diyen kâhin efendinin de gözlerini mühürletmiş. İşte bu sultanın dirliğinde, canların taşıyıcısı Hüma kuşu bir gün huysuz mu huysuz bir ruhu, ahırda doğum yapan gencecik bir kadının karnındaki sabiye can vermek için indirmiş gökten. Keskin hisli ebeler, ömür boyu sürecek bir huzursuzluğun duman gibi havayı kapladığını hemen fark etmişler. Ruh, girdiği bedeni bir an evvel yok etmek, ondan kurtulup tekrar göğe yükselmek istemişse de, gök tanrının gazabından korktuğu için kendini tutmuş. Onun yerine bedenini yavaş yavaş, kimselere belli etmeden delirtmeye, sonra da bir uçurumun başından aşağı yuvarlamaya karar vermiş. Bedenini dağ başlarına, köyünden ahalisinden uzaklara sürüklemiş bu sebeple. Ama beden, insanlardan uzak kaldıkça arzularından arınmış, iç sesini dinleye dinleye gönül kulağı açılmış. Nihayet ruhunun fokurtularını da işitmeye başlamış. Ona neden kendisini beğenmediğini sorunca, ruh kendisinin ancak saraylılara yaraşacağı cevabını vermiş. Bunun üzerine beden, bu durumu sultana şikayet etmek üzere saraya doğru yola çıkmaya kalkmış. Birbirleriyle didişe didişe birkaç günlük yolu aşıp nihayet kapısına vardıklarında, o gün neşesi yerinde olan devletlû onları huzuruna kabul etmiş. Beden, iyice yaklaşıp sultana her şeyi fısıltıyla anlatabileceğini aksi hâlde duyanların onu deli zannedeceğini söylemiş, sultan biraz işkillense de huzurun hakkıdır deyip ses çıkarmamış buna da. İyice huysuzlanan ruh, öfkesini sultana göstermek, böylece gerçekten de saraya layık yüce bir varlık olduğunu ispatlamak için bedenin kocaman elleriyle sultanın zarif boğazına sarılıp nefessiz kalana kadar sıkmış… sıkmış… İşte böylece tamam olmuş hikâyesi başkâhinin.
Nalbant sözü bitirip yerine oturduğunda ne sultanımız ne de kapıkulları oradaydı. Temkinde efendisiyle at başı giden başgardiyan dâhi casuslarıyla ilişmemişti sofraya. Meydanın biraz uzağına otağ kurulmuş, devletlûlar orada dinlenmişti. Köylüler ikramlar gönderdiğinde önce kullarından biri tadına bakıyor, başgardiyan olur verirse o leziz taamlar sultanımızın kursağından geçiyordu. Fakat hikâyeyi dinleyen başhâdime şaşkındı. Yıllar evvel aklından kovduğu ihtimaller, şimdi yeniden hayalinde raks ederek kendilerini gösteriyordu. Geyikler gibi bir oraya bir buraya zıplıyor, ince tiz çığlıklar atıyor, kendilerini yere bırakıp yuvarlanıyorlardı. Bütün bunları aklının gözüyle görüyordu. Bir an efsunlandığını sandı. Ayağa kalkınca başı döndü ve tekrar yere çömeldi. Köyün tabibi başka yerde dediler, başhâdimeyi kıl çadırın içinde baş başa kalacağı kocakarıya götürdüler. İçeride yakılan tütsüler ve kurumuş dudaklarına sürülen macunların tesirindeki şaşkın hasta başka âlemlerde bir seyahate çıkacaktı.
Yakaza âleminde bir kargaydı başhâdime. Yukarıdan bakınca sıkıca bağlanmış bir kördüğümü andıran sultanımızın sarayını gözetliyordu. Ama zamanın ipi kırılmıştı. Bir ömürlük seyri, tek bir anda görüyordu sanki; sarayda olup biten her şey başından, ortasından, sonundan gözlerinin önündeydi. Küçük veletler sarayın bahçelerinde koşturuyor ama büyüyemeden bir anda kayboluyorlardı. Dışa açık geçitlerde hâdimeler karınca orduları gibi oradan oraya öte beri taşıyordu. Bahçıvanlar çimenlere göz açtırmıyor, fedailer talim üstüne talim ediyor, başka topraklardan elçiler, seyyahlar ve tüccarlar gelip gidiyordu. Kapıkulları bembeyaz atları ve tertemiz kıyafetleriyle kafileler eşliğinde yola düşüyor, o esnada aynı kapıkulları her yanları kanla kaplanmış hâlde geri dönüyordu. Yağmurlar yağıyor, gök gürlüyor, az sonra güneş açmışsa, bir anda kar serpiliyordu. Senelerdir en yakınında olsa da sultanın yapıp ettiklerini, kırıp döktüklerini bir an içinde toptan görünce içi kararmıştı. Karganın ömrü boyunca bu kötülüğün bir an bile azalmaması onu bunaltmıştı. Güneşin bulutların arkasına saklandığı bir ikindi vakti yerde sabit bir andaki başhâdime nazarını göğe dikip karganın gözündeki kendiyle bakışınca uyandı.
Kendine geldiğinde bin parçalı elbisesiyle kocakarı başını dizlerine koymuş, tebessümle onu seyrediyordu. Yaşlı kadının sarkık memelerinin sıcaklığını hisseden başhâdime bir anda doğruldu. Ne oldu bana? Müjdemi isterim, hamilesin kızım. Nasıl olur, tabipler doğuramazsın artık dediydi… Ruhlar âleminin sonu yoktur kızım, bedenlerimiz sayılı. Kimse bilmemeli. Sırrın, sırrındır ama benim de bir sırrım var, sultanımız evlatlarını neden öldürür hiç düşündün mü? Düşünürsem, aklım almaz. Efendin ölümsüzlüğü arar. Sen nereden biliyorsun ya kocakarı? Çocukluğunda dinlediği hikâyeleri bilirim ya kızım. Nasıl? Eğer karnındaki yaşasın istiyorsan, kimseye belli etme, sultanın ölmemeye arzusu uyanınca da kullarını buraya gönder.
Başhâdimesinin başına gelenleri ekşi bir suratla dinlemesine rağmen dönüş yolunda sultanımız neşeliydi. Öyle ki annesinin zayıflığından, babasının kudretinden bahsetti biraz. Atasının hünerlerini nasıl kıskandığını, ne zaman onunla ters düşüp hemen her şeyini kaybetmiş gibi hissetse onu büyüten başhâdimenin teselli edişini anlattı. Bulabildin mi seni büyütenleri? Yok. Ölmüşler çoktan. Çadırlar kuruldu, çadırlar dürüldü. Ateşler yakıldı, közler saçıldı. Sultanımızın ülkesinin asırlık ağaçlarla kaplı geniş ormanları yoktu. Çöl de değildi toprakları ama çoraktı. Kısa, bodur ağaçlar, çalılıklar bir de küçük çocukların dallarıyla oyunlar oynadığı kavaklar. Denizler, göller ve bereketli nehirler başka ülkelere üleştirilmiş, bizim ülkemize bu çerçöp düşmüştü. Belki de bizi peşlerine katıp buralara kadar getiren sultanlarımız bu yüzden öfkeliydi. Belki de biz köylülerden bunun için nefret ediyorlardı.
Başhâdime, göklerdeki Hümâ kuşunun nazarını, rahmindeki sabinin üstünde hissetti. Bu yolculuktan kısa süre sonra sultanımız bir gece ortası göğsüne öküz oturmuş gibi uyandığında içinde ölümsüzlüğe karşı el değmemiş bir heves olduğunu fark edecekti.
III.
İsmi kendinden evvel saraya gelen genç adam aslında tabipti ama ahali onu şaman bellemişti. Hakkında efsaneler türedi, güvenilir ağızlardan güvenilir kulaklara çalındı, sultanımızın adamlarından köşe bucak saklanarak yayıldı. Gelgelelim şamanlık nedir bilmezdik biz. Göç edip geldiğimiz topraklardan yarım yamalak hikâyeler taşımıştık çıkınımızda. Gökte bir tanrı, yerde onun kulları. Yerin altında karanlıklar âlemi. İyice davranırsan, uçmağa kur otağını; fenalık edersen, tamuya atarlar seni. Şaman dediklerimiz de güya bizi göktekilerin azametinden yerdekilerin de şerrinden korurdu.
Beyimiz, yani sultanımızın dedesi, ahaliyi de toplayıp, Rum illerine doğru göç etmeye karar verince, hem Türk akıncılarına hem de Moğol’un çerilerine karşı Arap halifelerinden yardım istemiş karşılığında da Müslümanlığı kabul etmişti. Bağdat’tan gelen bir sanduka içinde işinin pîri hattatların elinden çıkma bir mushaf gönderilmişse de, Beyimizin adamları sedir ağacından yapılma oyunlu sandukayı açmaya muvaffak olamamıştı. Gene de ama Beyimiz İslam’a girince biz de İslam olduk. Allah var! Her yerde. Hâzır ve nâzır. Bense onun bu topraklardaki gölgesiyim. Ben Allah’ın kuluysam siz de benim kullarımsınız. Bir derdi olan önce benden sonra Allah’tan istesin.
Beyimiz emredince şamanlar, yolu bizim topraklardan geçen Arap seyyahları ve tüccarları kovalamaya, onlardan Muhammed’in dinine dair hikâyeler toplamaya başlamış. Arapların bazısı İsa’nın bazısı da Musa’nın şakirdiymiş ama bizimkilerle eğlenmek için yalan yanlış anlatmışlar yine de. Şamanlar için mühim olan hikâyeymiş, onların derdi anlatmak. Hem eski deyişler de hemencecik silinmemiş kafalardan. Elimizde gene bin yamalı bir bohça. Neyse ki Beyimiz çocuklarını İslam üzere yetiştirmiş. Kullarınızı gözetin. Allah kullarını bazen varlıkla bazen yoklukla sınar. Bazen açlıkla bazen toklukla. Şeytan azapta, kul imtihanda olmalı.
Şamanların işte bu Araplardan öğrendiği bir rivayete göre Peygamber Efendimiz bir seferden dönüşte, “Şimdi küçük cihattan büyük cihada gidiyoruz,” buyurmuş, sevgili arkadaşları ona hemen bunun ne anlama geldiğini sorunca da şöyle cevap vermiş: “Büyük cihat içindeki heva ve hevese karşı yapılan cihattır.” Sultanımızın babası Hakanımızın başgardiyanı, bu peygamber sözünü efendisine naklederken, içerideki düşmanın çok daha tehlikeli olduğunu, onu kökünden koparıp atmadıkça topraklarının dirlik, kalbinin de huzur bulamayacağını katmış. Kimdir bizim içerideki düşmanımız? İşte şu şamanlar sultanımız. Görüldükleri yerde vurun kellelerini!
Başgardiyan kapıkullarına bilhassa toy şamanların katlini emretmiş. Hayatın belirgin bir anlamı olmadığını ve yaşayakalmak dışında ellerinden bir şey gelmeyeceğini dıştan ikrar etmeseler de içten içe bilip artık ona göre davranan yaşı geçkinlereyse ilişmemişler.
Sultanımızın saadetli asrında ise bir köylünün şamanlıkla, büyücülükle yahut bazı yerlerde hikâyecilikle itham edilmesi, ölüm fermanının yazılması demekti. Hâl böyle olunca köylüler arasında husumet çıktığında her iki taraf da kapıkullarının ayaklarına kapanır, ötekinin evinde geyik, koyun derisinden yapılma, üzerlerine çeşit çeşit tasvirler işlenmiş davullar gördüklerini yemin billah ederek anlatırlardı. Hem sultanın öfkesinden çekindiklerinden, hem öldürdükçe şamanlara olan nefretleri arttığından, hem de köylülere karşı gevşek görünmemek için kapıkulları böyle zamanlarda itham edilenleri kılıçtan geçirirdi.
Tabip saraya adım attığında kapıkullarının hoşnutsuzlukları bundandı. Huzursuzluk büyümesin diye bu durum kendini tecrit etmiş sultanımıza iletildi. Babaları yerine koydukları efendilerinden bekledikleri cevabı onlara başhâdime getirecekti. Memnundu kapıkullarının öfkelerine sadakatinden. Ama ilminin izzeti için ölümü göze almış otacılardan öğrenmişti bazen şifa için zehir içilebileceğini.
Gene de taht odasının tenhalığına aldanıp özlerindeki güç arzusunu açığa çıkarmasınlar diye, başgardiyanın da nasihati üzerine, başhâdime toy tabibi üç gün üç gece bir hücreye kapattı. Ne yemek ne de su verdi. Bu da onun imtihanıydı. Şaman mıydı değil miydi?
Nihayet zaman çatıp sarayın dar geçitlerinden gözleri bağlı yürüyerek sultanımızın saadet hücresine adımını attığında burnuna kocakarının tütsülerinin kokusu erişti. O kokuyu alınca yüreği sakinleyecekti. Gözbağı çözüldüğünde ilk gördüğü başgardiyanın çarpılmış gibi bembeyaz suratıydı. Kuşların şakımasını ve rüzgârın sesini ise duymazlıktan geldi. Can kulağıyla sultanımızı dinleyecekti şimdi.
Şu âb-ı hayattan sen de içtin mi? Hayır sultanımız. Niçin? O kudreti taşımaya benim yüreğim dayanmaz. Benden hiç korkmuyor musun? Tir tir titriyorum efendim. O hâlde beni ölümsüz kılmakla eline ne geçecek? Belirsizlik, sultanım, belirsizlik ortadan kalkacak, kaderimiz mühürlenecek, varlığımız kendi küçük kemaline erecek ve buymuş, diyeceğiz, dünyadaki yerimiz buymuş, burasıymış, o zaman bununla başa çıkabileceğiz. Ya beni öldürmekse niyetin? Birini öldürmek için, sultanım, ya ondan daha kuvvetli ya da ondan daha akıllı olmak icap eder. Ölümsüzlüğün anahtarı sendeyse, benden hem daha akıllı hem de daha kuvvetli sayılmaz mısın? Saraya girdiğiniz kapı saraydan daha yüce değildir efendim. Peki o ölümsüzlük sarayı mutlak mıdır, oraya giren ölümün her türlüsünden emin midir, İbrahim gibi Nemrud’un ateşinden sağ çıkabilir mi mesela?
Tabip tebessüm edip başıyla onayladı zarifçe. Az sonra iksiri hazırlamak üzere mahzenin ortasına bir kazan kuruldu. Levazımatı getirsinler diye kapıkullarına haber salındı. Başgardiyanın özenle sakladığı ne kadar tırnak ve deri parçası, saçından sakalından kesilmiş kıl, kan, sidik, dışkı, gözyaşı, tükürük ve döl kalıntıları varsa, küplerle mahzene getirildi. Tabip bir yandan kazanın içindekileri devcileyin bir kepçeyle karıştırıyor, diğer yandan da dudakları kıpırdanıyordu. Açığa çıkan bet mi bet kokuya aldırmadan kaynayan iksirin etrafında raks ederek dönmeye başladı. Başhâdime kocakarının çadırında gördüğü düşü ve sultanın öleceğini hatırlayıp yutkundu. İçinde bir parça, kalbinde bir çimdik, kederli kederli iç çekmeye başladı. İki elini karnında kavuşturup bastırdı sesleri.
Tabip iksirin tamam olduğunu haber verdiğinde başgardiyan kazana yanaştı. Elindeki altın kaplamalı tası daldırıp çıkardı, soğusun diye nefesiyle üfledi ve biraz daha bekleyip tepesine dikti. Eğer ölümsüzlüğe ermişsem iktidar benim hakkımdır, diye geçti içinden, yüzünde hınzırca bir gülümseme belirdi. Ama emin değildi olacaklardan, heves kısrağının ipini sıkıca tuttu. Mahzenin kapısını aralayınca kapıkulları içeri dalıp tabibi kollarından tutarak çıkardılar. Sultanımızın işkencehânesine götürdüler. Neticeyi orada, kurukafalar ve kanlı öte beriler arasında bekleyecekti.
İşkencehânenin ortasında kaderinden emin bir hâlde bağdaş kurup oturan genç tabip, onu büyütenlerin öğrettiği gazeli içli içli söylerken, ciğerlerinden çıkıp boğazından geçerek havaya karışan o sesler sarayın dehlizlerini serserice dolaşıp başhâdimenin kulağına vardı. Aynı gazelle büyüyenler kardeş sayılırlar demişti kocakarı başhâdimenin başını kucağına aldığında, sonra da sultanımızın hikâyesi için hazırladıkları sonu uzun uzun anlatmıştı.
Kocakarı genç tabibin ismini kulağına fısıldadığında başhâdimenin kalbi göğsünden fırlayacak gibi olmuştu. Bu ismi bir yerden hatırlamış mıydı? Yoksa kocakarının törelerin tekrarlarında kendini bulmuş avazı mı onu böyle huysuzlandırmıştı? Bilemedi.
Gece boyu yer değiştirip duran endişe ve sürurdan gözüne doğru düzgün uyku girmeyen başgardiyan gün ağarınca içinde edepli bir sevinçle sultanımızı uyandırdı. İşte, hayattaydı. Tabip çağrıldı, kazandaki iksirden bir tas da sultanımıza sunuldu. O meşum sıvıyı büyük bir iştahla midesine indirirken sultanımız, mahzenin kapısını başgardiyana hissettirmeden kilitleyen başhâdime, kapıkullarının kıyımından sağ kurtulmayı nasılsa becermiş taze şamanla göz göze geldi.
IV.
O günü köy meydanlarındaki çalgılı çengili müsamerelerde döndüre döndüre anlatacaktı başhâdime. Bazı akşamlar tabip de ona eşlik eder, kendi bildiklerini katardı hikâyeye. Kapıkulları öfkeden kudurmuş bir kasırga gibi obalarımızı dolaşıp şüphelendiklerini kılıçtan geçirmeden, sultanımızın bıraktığı boşluğu som vahşiyyetle doldurmadan evveldi bu. Kara atlı Moğol çerileri köylerimizi yakıp sultanımızın sarayını yıkmadan, Türk hanının ordusuna diz çöktürüp ortalığı karıştırmadan da evveldi.
Gök tanrının ruhuyla bedenini kavuşturmasındaki öz hikmeti bulmuş gibi en başından gayretli gayretli anlatıyordu her şeyi başhâdime, şamanların ta Beyimiz zamanından bu yana ince ince işlediği bir intikam hikâyesiydi diline dolanan. Ahalinin âhı, gadrin bileğini bükmüştü sonunda. Hak yerini bulmuştu. Tarihler veriyor, isimler sıralıyordu. Hikâyenin ona bakan kısmında kopukluk yoktu, netice almak yıllar sürse de, su yatağını bulmuş akması gereken yere akmıştı.
Mahzende dördü baş başa kaldıklarında başgardiyanı şedit bir titreme tutmuş, iksirin etkisiyle dili bir anda şişince ses çıkaramadan çırpına çırpına gebermiş. Efendimiz hamle yapmak istemiş ama başhâdime güçlü iri kollarıyla onu sıkıca sarıp kulağına bu yoldan dönüşün olmadığını fısıldamış. Gene de tehditler, küfürler, salyalar akıtmış ama yorgun düşünce bir burukluk içine girip küskün çocuklar gibi mahzenin köşesine çökmüş sultanımız. Olanları aklında bir yere oturtamamış önce. Bu yorucu suskunluğun ardından başhâdimesinin köyüne ziyaretten ve duyduğu pişmanlıktan dem vurmuş. Bilmem icap ederdi köyüne dönünce içindeki süflî hislerin kendilerine yol bulacağını.
Sonra kalkıp başgardiyanının katılaşmaya başlayan bedenine yanaşmış. Diz çöküp hayret ve çaresizlikle fal taşı gibi açılmış gözlerine bakmış uzun uzun. Bir Fatiha okuyup ellerini yüzüne götürmüş. Doğru sözü duyunca lüzumunu yapmak gerekti, affeyle. Hâlâ sindiremediği hayal kırıklığından sebep odayı arşınlarken ara ara bir şey diyecek olup kafasını yerden kaldırıyor ama dilinin ucuna kadar gelenleri tekrar içeri tıkıp bir mecnun gibi kafasını iki yana sallıyormuş.
Bir aralık kafasının içindeki dağınıklığı gidermiş, yarım yamalak hisleri bir araya getirmiş ve odadakilere dönmüş yüzünü. Hayalî bir deftere kaydettiği sözleri rastgele sayıklıyormuş sanki: Cenk kuvvet sahipleri arasında olur, kuvvetsizler fani bedenleri alt etse de sultanın dirliğini düzenini bozamazlar. Kafirler! Zındıklar! Ölüleriniz geri gelmeyecek. Daha da çok öleceksiniz. Nankörler! İçinize işleyen bu korku nesiller boyu dimağınızın bir parçası olacak… Haddinizi aşamayacaksınız! Köylüler er geç görecek kılıcın karşısında sözün bir kıymeti olmadığını, hikâyelerinize gülüp geçecekler, ve sizden bilecekler her şeyi, madem ki gücünüz vardı sultanı öldürmeye niye daha evvel davranmadınız diyecekler. Hâlleri değişmediğinden öfkeleri içlerini kemirecek. Nihayet devletsiz, babasız, töresiz yaşanmayacağını, sizin hikâyelerinizin karın doyurmadığını, âlemde başka bir düzen olmadığını anlayacaklar.
Sultanımızın kılıcıyla bir çırpıda başı gövdesinden ayrılıp kalıp peynir gibi yere düşen o dazlak kafalı demircinin can verdiği meydanda, başhâdime bu sözleri anlatırken yutkundu. Bizden bir tepki bekliyordu. Sultanımızın sözlerinin doğru olmadığını sesimizle, soluğumuzla olmadı gözlerimizin ışığıyla gösterelim istiyordu sanki. Gördüğü kayıtsızlık karşısında yüzü tüllenmişti ama kendi hikâyesinden emindi. Hiç batmayacak sandığı yaz güneşinin yerini karanlığa ve serinliğe bıraktığı geceye varmıştı. Kudretinin sonu gelmez diye düşündüğü efendisi gözünün önünde acz içre can vermişti. Belki de keder ve korkunun, kanıksanmış da olsa hoşnutsuzluğun zevalinden doğan geçici bir hâldi bu. Gene de ama içimizden onun nevruzu çağıran nefesine kapılanlar oldu.
Müsamere bitince herkes gibi ben de haneme döndüm. Çok geçmeden kapıkulları obamızı kolaçan etmeye geldi. Çadırımı talan edip beni sorguya çektiklerinde işte şuradadır ağalar, şamanların izinden yürüyenler deyip bazı köylüleri gösterdim. Aynı meydanda kılıçtan geçirildi hepsi. Kalanların bir kısmı başhâdimeyle tabibin peşinden Rum ve Türk illerine doğru göç etti. Destursuz çalapsız Moğol çerileri köylerde ne kaldıysa yerle yeksan edince biz de sağa sola dağıldık. Efendiler yerlerinde, hikâyeler şamanlarda, biz köylüler de yazgımızda kaldık.
— SON —