Ölüm fikriyle ilk kez çocukken gördüğüm çok gerçekçi bir rüyada tanıştım. Mahallede top oynadığımız alanda zuhur eden güzeller güzeli bir melek, şefkatli ve bir o kadar hüzünlü sesiyle “Dile benden ne dilersen…” demişti. O zamanlar hayatta olan fakat ölümcül bir hastalığın pençesindeki kuzenimin iyileşmesini istemiştim o saflıkla. Bunun mümkün olmadığını bildiren bir bakışla karşılaştım. “O hâlde cennete gitmek isterim,” dedim ben de. Melek gülümseyip “erken yaşta bir Pazar günü” öleceğimi haber verdi.
O rüyadan sonra bazı Pazar günleri ciddi ciddi ölümü beklediğim oldu. Sonra oturup ölüme mektuplar yazmaya başladım. “Ey ölüm,” diye başlayan bu mektuplarda insanlardan şikayetlerimi, hayattan beklentilerimi, “yakında” kavuşacak olmanın bende uyandırdığı hisleri, bazı günlük dertlerimi, ergenliğin de verdiği o çiğ öfkeye bulayıp yazmıştım. Arada kendimi tutamayıp sevgili dostum ölüme hikâyeler de anlattım elbette. Yazdıklarımın içeriğinin ipe sapa gelir yanı yok, şimdi tekrar dönüp okuyunca gülüyorum ilk gençliğimin yüzüne karşı, ama “Ey ölüm,” diye başlayan o mektupları yazmak için bilgisayarın başına oturduğum anlar, o anlarda yaşadığım tarifi mümkün olmayan hisler hâlâ dipdiri.

Bu satırları yazmak için o beyaz sayfayı açtığımda kolaylıkla çocukluğuma dönmemi sağlayan şey o canlılık. Kalabalığın içinde yakaladığım o yalnızlığı, hayatın baş döndürücü akışının içinde kendime bulduğum o sığınağı iyi tanıyorum.
Kendi ölümü kadar insanın, sevdiklerinin ölümü de kaygılandırıyor. Hatta belki daha da fazla. Sigmund Freud, bütün dinlerin yakınlarımızın ölümü karşısındaki çaresizliğimizden doğduğunu söylüyor mesela. O acıya katlanamadığımız için “ölümden sonra yaşamı icat etmek zorunda kaldığımızı” anlatıyor bir yerlerde. Fikre tastamam katılmamakla birlikte, ne demek istediğini çok iyi anladığımı sanıyorum.
Birilerinin anne babalarını, kardeşlerini ya da çok sevdiği eşlerini, dostlarını kaybettiğinde yaşadığı acının tesellisi çok zor. Hatta eğer ölümden sonra bir buluşma ihtimali yoksa imkânsıza yakın. Son dönemde okuduğum birkaç makalede, yas tutmanın belirli bir zamanla kısıtlanamayacağından ve ömür boyu sürebilecek bir insanlık hâli olduğundan bahsediliyordu. Şimdi bu acıyı, sevdiği birini kaybetmenin acısını, binlerce yıldır milyarlarca insanın başına gelmiş bir şey olarak tahayyül edin.
Sevdiklerimizi kaybettiğimizde, onlarla yaşadığımız her anı, her hatırayı da kaybederiz ve bu durum geçmişin geri döndürülemez doğasını yüzümüze sertçe vurur. Bu geçmişi, bu acılarla ve kayıplarla dolu geçmişi bir an içinde, yan yana dizilmiş vaziyette düşündüğümde tarifsiz, sınırsız bir keder kaplıyor içimi bu yüzden. Ve insanlığın serüveni, bir anda, bütün anlamını yitirebiliyor, dünya mütemadiyen insan (hatta canlı) öğüten bir değirmene benziyor yalnızca. Ölüme mektuplar yazan o saftirik çocuk, daha umutluydu bu gibi durumlarda. Bense, her zaman öyle değilim.
Yine de ama bazen ölmek gerekir. Suskunluk bir ölüm biçimidir mesela, tıpkı uyku gibi. Bir diyarı terk ettiğinizde o diyar için ölmüş sayılırsınız. Göç ettiğinizde, ölüp yeniden dirilmiş gibisinizdir. Bu yeni hayatınızda her şey eskisi gibi de olabilir, tamamen değişebilir de. Nihayetinde ölmeyi bilmek, ya da durmayı, susmayı, çekilmeyi, vazgeçmeyi, sona erdirmeyi bilmek, yeni bir hayata dair umudunuz olduğu anlamına gelir. Daha iyi bir hayat olmayabilir ama yenidir, gözleriniz daha önce görmediği şeyleri görür, orada olduğunu bilmediğiniz kapılar çıkar karşınıza.
Bugüne kadar paylaştığım hikâyeleri okuduğunuz ve yer yer fikirlerinizi esirgemediğiniz için teşekkür ederim. İşte burada, bu yolculuğun sonuna geldik. Umarım birazcık da olsa hayatınıza renk katmıştır.
Başka bir yerde, başka bir şekilde karşılaşmak umuduyla, hoşçakalın.