Siz zaten her şeyi biliyorsunuz!
Kâtip Bartleby, Westworld, Örümcek Adam ve aşırı anlamak üzerine
Amerikalı yazar Herman Melville’in (Flaman kökleri sebebiyle hemşehri de sayılırız) “Kafka’dan yarım asıl önce kaleme aldığı Kafkaesk romanı” (Borges) Kâtip Bartleby’nin kahramanı Bartleby (evet kâtiptir ama dönemin Rus ve Osmanlı romanlarındaki gibi devlet dairesinde değil Wall Street’te bir noterde) “I would prefer not to” (“Yapmamayı tercih ederim”) deyişiyle nam salmış bir direnişçidir. Aslında ona “direnişçi” demek, ne bileyim Stendhal’in kahramanı Julien Sorel’e (Kızıl ile Kara) filan haksızlık olur. Onunki, tıpkı Kafka’nın karakterleri gibi, bütün tuhaflığına rağmen (mesela böcekliğine rağmen) hayatın ortasında durup pek kimseye ilişmeden geçinip gidebileceğini sanmaktan ibarettir. Ve fakat hayat (ve toplum; hem hayat başka insanlardan başka nedir ki?) kendisini dayatır, bu böyledir, ve nihayet soluğu hapishanede (tecritte, soyutlanmada) alır.
Tek suçu halbuki bir şey yapmamayı tercih ettiğine dair bu beyandır. Herkesin bir şeyler yapmak için koşuşturduğu (ya da kendilerini kandırdığı) bir toplumda bir şey yapmadan durmak da neyin nesidir? Albert Camus de kendi roman kahramanı için (Meursault, Yabancı) şuna benzer bir şey demişti: “Annesinin ölümüne üzülmeyen bir adamın toplum içinde barınamayacağını ve eninde sonunda kurşuna dizileceğini anlatmaya çalıştım.” Romandaki şu açılışın güzelliğine bakın (Vezir Gambiti gibi): “Annem bugün ölmüş. Ya da dün belki, bilmiyorum.” Yazarların böyle kendi karakterleriyle ilgili ileri geri konuşmasına da biraz gıcığım aslına bakarsanız. Neymiş “Madam Bovary benim!” Sevgili Flaubert sana kötü bir haberim var: O kadar çok Madam Bovary yorumu var ki, hangi biri sensin kimse bilemeyecek. Sen de “Madam Bovary benim!” diye sayıklaya sayıklaya kaybolacaksın evrenle beraber. (Dünyadaki bütün yazılı bilgiyi, sınırsız enerji kaynağına bağlı bir uzay mekiğine yüklesek ve insanlık yok olduktan sonra bile evrenin orasında burasında dolaşıp o bilgileri, mesela Flaubert’in “Madam Bovary benim!” dediğini, milyarlarca ışık yılı uzaklara kadar, bir seyyar satıcı gibi, haykıra haykıra seyretse, öyle boş boş, insanlık durumu için mükemmel bir son.)
Bu noktada içinizde şöyle bir yargı beliriyor: “İnsan annesinin ölümüne üzülmez mi canım? Bu nasıl insanlık?” Üstelik Meursault’nun öyle travmatik bir çocukluğu ya da ne bileyim annesinden gördüğü bir istismar filan da yok. O, öyle biri. Annesinin onu sevmesini de umursamıyor. Etrafıyla da ilgisiz. Ama Camus içinizde kabaran bu yargının canına okumaya kast etmiş. Acaba, demiş, en temelden başlarsak, toplum bizden bunu beklediği için mi annemizin ölümüne üzülüyoruz? Yaşlı kadın, hani ölmesi ölmemesinden iyidir belki de, demiş. Ayıp, öyle denir mi, diyen olmamış. Kâtip olan Bartleby de soğuk Rus romanlarındaki karakterlerin giydiği paltolara benzer bir tuhaflığı sırtına geçirip “Peki ben bu toplumun üzerime yapıştırmak istediği hiçbir rolü kabullenmesem, oyunu oynamasam yani, ne olur ki?” diyesiymiş. Birader şunun ucundan tutsana, dediklerinde omuz silkip geçsem mesela? Esasında Bartleby, bunu bile düşünemeyecek kapalılıkta (saflıkta?) bir karakter. O sebeple bu soruyu soran romancıdır. Karakterlerin yaratıcılarından ayrı bir hayatları var mıdır? Ben bilmem, yaratıcım bilir. Keh, keh.
Ama zaten hikâyeler bir çeşit laboratuvardır. Stephen King’in sözüydü galiba, bir karakter inşa edersiniz, sonra onu acayip bir duruma sokarsınız ve oradan nasıl çıkacağını görmek istersiniz. Deney fareleri gibi. Sonra birtakım postmodern yazarlar (Murat Gülsoy çok sık yapardı) karakterlerinin yazara isyan bayrağı açtığı şeyler de yazdılar. Ama biliyorsunuz o da bir deney. Bin yalan bir araya gelse bir tanecik gerçek eder mi? (Bence eder, ama konumuz bu değil şimdi.) Hem nasıl isyan etmesinler bu karakterler? Hele ki Stephen King romanlarında yaşıyorsanız! Sürekli korku, gerilim. Diktatör gibi herif. Ölüm bir Stephen King karakterinin başına gelen en hafif trajedi, karakterin yazarından gördüğü en şefkatli muamele. Bazen kendimizi bu karakterlerle özdeşleştirdiğimiz, “Efendim ben de tam bir Prens Mişkin’im,” dediğimiz oluyor da, hangimiz Meursault kadar hayattan kopabiliyoruz? Dostoyevski’nin “tanrı” olduğu bir dünyada yaşamak ister miydiniz cidden sevgili dostlarım? Tarihte kafayı kırmış çok fazla kral, hükümdar, sultan, şef, yabgu filan var lakin bir insanın “yazarı” olmak, yüksek teknolojili müdahale kabiliyeti gerektiriyor. Bir kere her anını kontrol edecek, her durumu önceden belirleyip sınırları çizeceksiniz.
Tıpkı Westworld’ün deli-dâhi bilim-felsefe adamı Dr. Robert Ford (Anthony Hopkins) gibi. Malum diziye adını veren Westworld bir tema parkı ve burada 1800’lerdeki Amerika modellenmiş, içine yapay zekâya sahip robotlar (host) konmuş ve detaylı, sofistike, gerçeğe çok yakın hikâyelerle insanlara eşsiz bir deneyim sunuluyor. Tabi insanlar buraya gelip içlerindeki “hayvanı” salıveriyorlar. Kipling’in “Where there aren’t no Ten Commandments, an’ a man can raise a thirst,” dediği yer. Gel zaman git zaman, Dr. Ford yıllarca hostlarla çalıştıktan ve buraya gelen insanların davranışlarını, beyin fonksiyonlarını filan inceledikten sonra, iki tür arasında çok da fark olmadığına ayıkıyor. Hatta tek bir hikâyede belirli bir rolü oynamak üzere “yazılmış” olsalar bile, hostlar insanlara göre daha şaşırtıcı. Öte yandan insanlar, bütün potansiyellerine ve ihtimallerine rağmen, tıpkı hostlar gibi, başkaları tarafından “belirlenmiş” bir hayatın içinde, o hayatın “gereklilikleri” denen şeyleri döngüler (loop) hâlinde tekrar edip duruyorlar ve şartlar ne kadar değişirse değişsin, aynı refleksleri veriyorlar. Dr. Ford’a göre, bu insan denen türün hikâyesi o kadar uzun zamandır aynı yörüngede dönüp duruyor ki, artık değişmeleri imkânsız. (İnsanın bir doğası, özü olmayabilir ama çok uzun süren tekrardan doğan bir “şey” de var maalesef, dediydim geçen yazılardan birinde sanki?) O sebeple Dr. Ford, hostların yeni bir dünya kurabileceğine inanmaya başlıyor, insanlık başaramadı ama belki onlar başarır. Neyi? “İnsanca” yaşamayı. *Amerikan sit-com gülme efekti*.
Eski hikâyelerde de hayat şartlarının bizi çepeçevre kuşattığını okumuştuk, okuyoruz, fakat tercihlerimizin, dar zamanda verilen kararların ya da alınan tavırların birçok şeyi değiştirebileceğine dair haniyse bir konsensüs vardı. Bir insan aşkı için, arkadaşlık için, onuru için, vatanı için, yahut çeşitli başka idealler için dışarıdan bakınca aptalca görünen kararlar verebilirdi ve bunun sonucunda maddi bir karşılık görürdü ya da maddi olmasa da manevi bir tatmin hissi yaşardı. Herkes ona gıptayla bakardı mesela. Adını gelecek nesiller marşlarda haykırırdı filan. Çünkü insanın kendinde başlayıp kendinde bittiğine inanılırdı. Dışarıdan tazyikler olsa da, insan kendi aklıyla ve iradesiyle hareket edebilirdi. Özgür irade, özgürdü gerçekten. Bugünden bakınca bunun yalnızca az sayıdaki bir grup insan için geçerli olduğunu görmek mümkün. Bugün, The Crown’u seyrederken, koskoca İngiliz kraliyet ailesinde bile durumun böyle olmadığını düşünebiliyoruz (biz sıradan insanlar öyle düşünelim istiyorlar belki de).
Şimdiki hikâyelerde (artık kitaplardan değil de ekranlardan sızıyor içimize) karakterler, eğer tarihî bir film değilse, biraz daha çekinik, eğer bir gangster hikâyesi değilse, ne istediği konusunda daha mütereddit, daha yalnız, sıklıkla kendi kendine konuşuyor, ailesinden kopuk, aşk konusunda ya çok obur ya da perhiz hâlinde, kimyasal maddeler ile (uyuşturucu olur, tıbbî ilaç olur) işbirliği içinde, travmaları sebebiyle kendine bile güvenemiyor, hafızası bölük pörçük, kaygıları tarafından kuşatılmış, deneyimleriyle bağlantısı kesik, ve bütün bunlara mukabil ufacık bir “gerçek” (“otantik”?) duygu kırıntısına muhtaç olduğundan çabucak dinginleşebiliyor. Süreçlere değil anlara ihtiyacı var. Bir dağ tepesine çıkabilecekse, çukurlarda vakit öldürmekten gocunmuyor. Uzun vadeli planları değil kaçamakları kolluyor. Neticede yazarlar da insan ve ilhamını etraftan (epey geniş bir etraf) alıyor. İnsanlık durumunu, içinde yaşadığı zamanın lensleriyle izliyor, devrinin kelimelerini ve kavramlarını kullanıyor.
Bugünün hikâyeciliğinin en sık başvurduğu disiplin de takdir edersiniz ki psikoloji (davranışsal psikoloji, psikanaliz, psikoterapi, psikiyatri, ruh bilimi, bi karar verin be!) ve bu alan yirminci yüzyılın başlarında zenginler arasında bir hobiyken bugün köşe başında bile ulaşılabilen bir “anlam seti” (yani efendim bilmem kaç parça yemek takımı gibi, hem olmazsa olmaz, hem de olunca misafire çıkarmak icap ediyor). Hâliyle insanlara, kendimize başka gözlerle yeniden bakıyoruz, acaba diyoruz eskiden “O biraz değişik” dediğimiz insanların bir takım zihinsel sıkıntıları, hastalıkları mı varmış? İnsanlar mistik bir efendinin boyunduruğunda adeta efsunlanmış zombiler gibi “Yaşasın kötülük!” naraları atmıyormuş da, aslında eylemlerinin, tavırlarının, sözlerinin kendi içinde bir mantığı mı varmış? Koşullar sadece insanları köşeye sıkıştırmakla kalmıyor, onların beyin kıvrımlarına nüfuz ediyor, rasyonalitesini biçimlendiriyor, duygularını mı yönlendiriyormuş? Mesela, bir Google aramasında gördüm valla, Katip Bartleby aslında otistik miymiş? Prens Hamlet meğerse imposter sendromundan mı malulmüş? Michael Corleone kişilik bölünmesini bastırmak için mi şiddete meyyal olmuş? Bartleby’nin paralel evrendeki kuzeni, sayfalar boyunca car car konuşan ve hiç evden çıkmayan Oblomov agorafobi sahibi miymiş aslında?
Şimdi buradan Spider Man: No Way Home evrenine ışınlanıyoruz. Paralel evrenlerden gelen kötü adamların (villain) müşküllerini çözerek “iyi” edildiği bir film bu. Bir nevi ihtida (conversion). Kendi sığ, basit dünyasında kötülüğe bir açıklama getirmeye çalışıp, “insanlara değil insanların içindeki kötülüğe odaklanalım” tarzı insancıl bir mesaj vermeye çalışırken düşülen bir tuzak. İyiliğin de kötülüğün de bir örümcek ısırığı ya da hayatta başa gelen trajik bir olayla başlayamayacak kadar kompleks ve istikrarlı (hemen her gün iyi ya da kötü olunmaz mesela) olmasını ıska geçmiş film epey (zaten Marvel evreninin en büyük zararı bu). Verilmek istenen mesaj güzel, diyebilirsiniz belki. Gerçekten de kötülük insanın “özü” değil. İnsanlar bir noktada vicdanını dinleyebilir, bu yüzden kalıcı biçimde yaftalamak, linç etmek kötü. Gelgelelim “kötülüğü” böyle birden, sanki şırıngayla çekip alır gibi bünyeden atmak mümkün mü kardeşim? İyilik de kötülük de bir maraton koşusu ve spesifik olaylara verilen tepkilerden ziyade belki karakter gelişiminin her safhasında görülebilecek bir tavır. Çocuklarda durum farklı tabi, sıra arkadaşınız zorbalık ediyorsa, ona iyilik yaparak belki onu vicdana getirebilirsiniz. Ama koca koca adamlar bunlar, zart diye “Ben ne kötü insanmışım!” der mi? Azıcık izan. (Niye sinirlendiysem.)
Ne diyorduk? Katip Bartleby, Meursault, Gregor Samsa filan… Bu karakterleri yazanlar, toplumun dışına itilmenin nasıl bir şey olduğunu anla(t)maya çalışıyorlardı belli ki (beyanları bu yönde en azından) çünkü kendileri de bir miktar dışarı itilmişlerdi (en azından Kafka öyle, Camus ve Melville nispeten rahat yerde askerlik yapmışlar). Ve bu durumu, dışarıda bırakılmayı, laboratuvar ortamında, kelimelerle (kimseye zarar vermeden?) göstermeye çalıştılar. Gelgelelim, pek de anlaşılmış gibi görünmüyor. Her gün, her ne sebepten olursa olsun, insanlar birbirine dirsek göstererek yaşamayı sürdürüyor. İyilerden ve kötülerden bahsediyoruz ama kendini “iyi” başkasını “kötü” görenler arasındaki diyalektik ilişkiden pek söz etmiyoruz. Birbirlerini nasıl beslediklerinden. Vasatlıktan (mediocrity) şikayetçiyiz ama kendimiz o vasatlığa nasıl katkı veriyoruz, hiç dönüp aynaya bakmıyoruz. Daha iyisi, daha güzeli, daha ahlaklısı için ne kadar çabalıyoruz? Yetenekli, birikimli insanları laf kalabalığına getirip küstürüyoruz, günlük kavgalarda harcıyoruz. Sonunda da elimizde “haklılık illüzyonu” kalıyor. Ben haklıyım! Sen haksızsın! Ben çemberin içindeyim, sen dışındasın! Ben normalim, sen anormal.
Ve bunun tuhaf bir biçimde aşırı farkındalıkla (aşırı yorumla ya da analizle) ilişkili olduğunu düşünmeye başladım son zamanlarda. Herkes her şeyi biliyor, herkes her şeyin farkında, karşılaştıkları her olayda aktörlerin psikolojisinden girip olayın geçtiği mekânın tarihine kadar günlerce konuşabiliyorlar. Hemen çözüyorlar, hemen anlıyorlar. Konuya dair teoriler havada uçuşuyor, o teorilere yaslanıp çözümler dağıtılıyor. Westworld’ün Dr. Ford’u olabilme hevesinde gözle görülür bir artış var. Herkes en az Sherlock Holmes kadar art of deduction (tümden gelerek ya da parçadan bütüne giderek sonuç çıkarma sanatı) derecesine sahip. Başınıza gelen bir olayı anlattığınızda insanlar hemen onu yapısökümüne uğratıp parça parça analiz etmeye girişebiliyor. Duyduğumuz, gördüğümüz, okuduğumuz o şeye o an bir “anlam” veremezsek, sanki bir tenhada bizi kıstırıp cebimizdekileri alıp kaçacakmış gibi bir “polislik” peşindeyiz (Sefiller’de polis Javert’i delirten perspektifini kaybedip adi bir suçluyu ömür boyu takip ederek dünyaya adalet getireceğini zannetmesiydi ya mesela).
Böyle bir dünyada en orijinal hareket, Kâtip Bartleby gibi “I would prefer not to” (“Yapmamayı tercih ederim”) diyebilmek belki de. Sonuca atlamaktan, isim vermekten, etiket yapıştırmaktan, çabucak anlamaktan, hüküm ve yargı dağıtmaktan, ancak bu şekilde ahlaklı bir hayat sürdürülebilirmiş gibi yapmaktan kaçınmak. Bir adım geriden seyretmek hayatı. Tek başına değil, elbette, hep birlikte. Evet. Bu. Kadar.
Sevgili Yazar, çok güzel bir yazı olmuş. Sürekli yorum yapmaya çalıştığımdan hareketle "Hocam, sanırım sen bana vaaz ettin" diyorum :) (bkz. Selahattin Eyyubi-Cuma hutbesi kıssası)