Şeylere isim vermek onlardan üstün hissetmenin, onlara sahip olmanın ya da onları başından savmanın etkili bir yolu. Okulun zorbası zorbaladıklarına (böyle bir kelime yok muhtemelen) lakap takar mesela (n’aber dört göz!). Amerika kıtasına Amerika dememizin sebebi İtalyan kâşif Amerigo Vespucci mesela (Vespucci’den önce de oraya Amerika dendiğini ve Maya dilinde bu kelimenin “rüzgar ülkesi” gibi bir anlamı olduğunu iddia edenler de varmış) (Ortadoğu’ya Ortadoğu dememizin sebebi Avrupa’ya göre ortada ve doğuda olması mesela). Hoşumuza gitmeyen bazı insanları gruplar hâlinde toplumun dışına itmek için onları “barbar”, “fahişe”, “günahkâr”, “akıl hastası”, “terörist”, “fitneci”, “kafir”, “illegal göçmen” diye anmaya başlamışız mesela.
(Yabancıları sevmeyişimizin sebebi, isimlerini öğrenmenin zaman alması olabilir mi?)
Kitab-ı Mukaddes’in Tanrısı Kitab-ı Mukaddes’in Âdem’ine bir yardımcı çıkar mı aralarından acaba diye bütün hayvanları çağırıyor ve Âdem’den onlara isim vermesini istiyor (sonra Âdem uykudayken kaburga kemiğinden Havva’yı yaratacak, keh keh). Kuran’ın Allah’ı, Kuran’ın Âdem’ine bütün her şeyin ismini öğretiyor ve böylece melekler karşısında ona üstünlük sağlıyor. (Şeytan yer mi bu numarayı?) Öte yandan şöyle bir etrafınıza bakınca hemen her şeyin ismi yapıldıkları malzemeye ya da görünüşlerine göre uydurulmuş gibi. Âdem mesela, İbranice “topraktan gelen” anlamında. Allah kelamı değil belki ama Yüzyıllık Yalnızlık’ta Macondo halkı bir aralık unutma vebasına yakalanıyor da kahramanımız José Arcadio Buendía şeylerin isimlerini etiketlerle üzerlerine yapıştırıyor. Her ne kadar gözümüzle görsek de, isim vermeden onları bilemezmişiz gibi.
Freud’a göre “iyileşmenin” yegâne koşulu yaşadıklarını, hissettiklerini, düşündüklerini korkusuzca kelimelere dökebilmek. Böylece bilinçdışından bilince geçilecek de, “jeton” düşecek. Sebebini bilmediğimiz kaygılarmış bizi bu hayatta “mutsuz” eden çünkü. Öte yandan hemen her kültürde farklı biçimlerde kendini gösteren sansürün en büyük amacı, kelimelerin anlamları üzerindeki otoriteyi koruyabilmek. Kimin otoritesi? Kimin gücü yetiyorsa elbette. Ulusal mitlerin, tabuların toplumu hasta etmesi de bundanmış. Dile dökülemeyen kaygı, öfke, hatta belki arzu nesiller arası bir ayrık otu bir başka deyişle. Bütün bahçeyi (yüzölçümünü) kaplıyor. “Yeni nesil çok bozdu” şikayetlerinin üstünü azıcık kazısanız, kelimelere verilen yeni anlamlardan ya da kelimelerin eski anlamlara artık pek de uğramamaya başlamasından duyulan hoşnutsuzluk çıkar karşınıza. Kelimeler konfor alanımızdır. Hem zaten “anlaşamamak,” malumunuz, ortak anlamları yitirmekle başlar. Ortaklık azaldıkça, konuşarak değil ritüeller ve gösterilerle anlaşmaya çalışırız.
İngilizcede peygamber anlamına gelen “prophet” kelimesi Yunanca şu iki sözün birleşiminden oluşmuş: pro (önce) ve phesein (söylemek). Yani olacakları önceden söyleyen. Zaten “prophet” aynı zamanda kâhin demek. Kimi antropologlar eski kültürlerdeki kâhinlerin bir çeşit “istihbaratçı” gibi bilgi ağlarının ortasında durduklarını, bu sebeple geleceğe dair isabetli tahminlerde bulunduklarını iddia ediyorlar. Ve biz, Homo Sapiens denen tür, kâhinlere deliler gibi ihtiyaç duymuşuz çağlar boyunca (kitap olan Homo Sapiens’in yazarına da bugün kâhin gözüyle bakmamız bununla ilgili sanırım). Hatta tarihçi Marshall Hodgson’a göre Mezopotamya dinleri olarak adlandırılan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın birbirine yakın bölgelerde, nispeten yakın zamanlarda ortaya çıkması, tarım toplumuna geçişten sonraki aşama ve bu aşamada meydana gelen dönüşümler insanları “tedirgin ettiği” için peygamberlere sıkı sıkıya bağlanmışlar. (Kitabını okuyalı hayli oldu, buna benzer şeyler söylüyordu diye aklımda kalmış, yanlışsa çıkın yanlış deyin.)
Geleceğin belirsizliği kadar bizi korkutan bir şey yok. Koca bir medeniyet bu belirsizliği gidermek, gideremese de kontrol altında tutmak üzere işliyor. Kartografi (haritalandırma) modern düşünce sistemimizin temeli. Yol almak için önce tanımlar yapmak zorundayız. Çünkü geleceği bilmenin yolu dünü ve bugünü “doğru” anlamaktan geçiyor. (Sezgilerine göre hareket eden insan bir tür “anomali”.) Eğer her şeyi “doğru” adlandırır, yerli yerine koyarsak, bir sonraki adımda karşımıza neyin çıkacağını biliriz. Sebep? Tarihin akışının sebep-sonuç ilişkilerine göre gerçekleştiğine dair keskin inancımız. (Ya da Laplace’ın Şeytanı.)
Bir yanıyla doğru. Depremlerin ne zaman nerede olacağını kestiremiyoruz (elimizde yeterli veri yok diyorlar, artık gerçek mi bahane mi bilemem) ama “deprem bölgeleri” adını koyabiliyoruz bazı yerler için. Hava durumunu hâlâ beklenen kesinlikte tahmin edemiyoruz ama epey yakınız. Yanardağların eteklerinde, okyanusların diplerinde incelemeler yapıyoruz. (Bilimsel/teknik gelişmeleri “biz” diye anlatıp pastadan pay almaya çalışan, doğum günü partisine zoraki çağrılmış o çocuk!) İnsanlığı binlerce yıl uğraştıran, hatta bir dönem “tanrısal güçler” olarak görülen felaketlerin teknoloji sayesinde üstesinden gelinmesi, nereden baksanız dünya yolculuğundaki en keskin virajlardan birini sağ salim atlatmak gibi. Ama hem virajlar bitmiyor (hatta yenilerini kendi elimizle inşa ediyoruz) hem de “tanımlar” devinim hâlinde. Geçmiş değişiyor, hâliyle gelecek çatallanıyor. Geçmişi yorumlamanın yeni biçimlerini icat etmek, geleceği değiştirmenin bir yolu(ydu). Karl Marx insanlık tarihini farklı bir yerden yorumlayıp Marksist hareketi başlattığı için mi dünyada pek çok ülkede komünizm deneyimi yaşandı, yoksa her şey tam da Marx’ın öngördüğü gibi mi gerçekleşti? Kâhinin paradoksu.
(Bu arada Marksizmin radikal yorumunun yol açtıklarıyla dinlerin radikal yorumlarının yol açtıkları arasındaki şaşırtıcı benzerlik üstüne eğilmeye değer gibi. Ayrıca Marx’cığıma da bazı mahfillerde peygamber denmişliği var. “Batı” medeniyetine son iki yüzyılda çıkan en büyük iki rakibin, Sovyet Rusya ve Çin, Marksizm etkisinde olması da ilginç değil mi?)
(Bu arada Gödel’in “matematikte ispatlanamayacak önermeler var” çıkışıyla, Bruno Latour’un “bilimsel gerçekler diye bir şey yok, hepsini biz uydurduk” iddiası modern toplumumuzu vurdu vurdu duvara attı, isimlendirme meselesini iyice içinden çıkılmaz bir noktaya taşıdı.)
Eski insanlar (hâlâ eskiye öykünenler de tabii) bir çocuğa verilen isimle onun kaderi arasında sıkı bağlar olduğuna inanırmış. Bakınız yine geleceği kontrol çabası. Bir nevi kurban sunmak gibi, hangi tanrısal (insanüstü) güçten talepte bulunulacaksa ona doğru bir yaltaklanma (kötü anlamayın lütfen) ritüeli. Tabi sonradan bu işler folklorik bir eyleme dönüşmüş, zamanla “tanrının” yerini etno-kültürel semboller dünyası (bazılarına göre tanrı da bunun içindedir) ya da halk arasında bilinen adıyla “milli manevi değerler” almış. Bir insanın ismine bakarak üç aşağı beş yukarı içinden geldiği sosyo-ekonomik vaziyeti anlamak mümkün olmuş böylece. Halbuki Türklerin kadim efsanelerinde bir çocuğu isimlendirmek için avda ya da savaşta bir işe yaraması beklenirmiş. Burada da büyükler belirliyor mevzuyu ama en azından bir miktar irade beyanı var. Öyle iki kelimeyle kaderi ele alma nobranlığı yok.
Eski Türkler demişken yeni doğana isim vermek için davullu zurnalı toplanmalar olurmuş, hatta bir rivayete göre bebeği ana karnından çıkaran ebe çadırın dışına götürüp babasına satarmış. Sizin de doğan çocuklarınızın yarıdan fazlası daha bir yaşını göremeden can verse, siz de böyle ritüeller icat ederdiniz belki. Şimdi onun yerine “bilinçli ebeveyncilik” oynuyorsunuz (çocuğum yok çok rahat sallıyorum).
Dünyaya gözlerimizi açıyoruz ve tehlikelerle dolu bir yer olduğunu fark ediyoruz. İsimler işte dünyayı ehlileştirmenin bir yolu. Gökte parıldayan şeyin adının “ay” olduğunu bilmek içe bir ferahlık salıyor. Hem tanışıklık hâsıl olduğundan hem de “eğer birileri onun ne olduğunu biliyorsa, ne yapılacağını da biliyordur,” düşüncesinden. (Birbirimize hikâyeler anlatışımız da bu yüzden. Birisi bize derdini anlatırken, kendi başımıza gelmiş benzer bir olayı hemen örnek verme dürtüsü de bununla bir yerden ilişkili sanırsam.) Ama isim vermek sınır koymak aynı zamanda. İsimler zihnimizin işleyişini belirliyor çoğu zaman. Bilgisayarın (computer) “bilgi sayan” bir alet olduğunu düşünmekle, “compute” eden (işlem yapan) bir alet olduğunu düşünmek arasında fark olabiliyor. Hele ki şeylerin üzerinde derin derin düşünme imkânının pek olmadığı, hayatın alabildiğine hızlandığı zamanlarda, kelimelerin başkaları tarafından verilmiş anlamlarına hapsolabiliyoruz.
Dahası, şeyler devinim hâlinde ve biz onlara isim koyduğumuzda her zaman “o an” karşılaştığımız şey olarak kalacaklar anlamına gelmiyor. Materyal gerçeklik bile böyleyken, insan gibi varlıkların denkleme dâhil olduğu sosyal trendler, fenomenler, ideolojiler, inançlar nasıl aynı kalabilsinler? Onlara isimler vermek, davranış kodları tanımlamak, hatta yasalar koymak, sonra da her şeyin bu teorik çerçevede olup biteceğine inanmak nasıl mümkün olsun? Karl Marx’ın bence en büyük problemi, eskimiş olması mesela. Evet, bilim birikimle ilerliyor ama bazen de kafayı kutudan çıkarmak gerekmez mi? (Out of the box’ı çevirdim nasıl?)
İsimlendirmek, hüküm vermek demek bir yanıyla. Eskiler bir insanın özündeki cevheri hakkıyla bilmek için ölmesini beklemek lazım gelir demişler (ChatGPT gibi uyduruyorum şu an, bunu söyleyen biri var mı gerçekten acaba?) Çoğu zaman bir topluluğun gerçek hikâyesini anlamak on yıllar alıyor. Bir ulusun hikâyesi? Evet, yüzyıllar. Ama bazen de her şeyi şıp diye anlamış gibi hissediyoruz. Atmosfere girme efekti sanırım. Bir şeyler seziyoruz, zihnimiz birkaç parçayı bir araya getirip hükme yaklaşıyor. Ama USS Enterprise’ın kaptanı Jean-Luc Picard, hiçbir görevinde sadece atmosferi koklayıp geri dönmedi. Gerekirse canını ortaya koydu ama “gerçeği” aradı.
“Kıyamet neden kopmuyor?” diye sormuşlar bir bilgeye. “Tanrı insanlıkla ilgili hükmünü hâlâ veremedi, bekliyor,” diye cevaplamış (Yine uydurdum). Şaka bir yana, hiç merak etmiyor musunuz reçel kabında gerçekten reçel var mı diye?
Bitsin mi burada? Bitsin.