Bu hikâyede anlattıklarımın bir kısmı başıma geldi gerçekten de. Hangi kısımları olduğunu söylemeyeceğim. Yazmak için masaya oturduğumda anlatmayı murat ettiğim şeyleri değil, tıpkı o gece sarhoş adamın peşinden sürüklendiğim gibi, hikâyenin beni götürdüğü şeyleri anlatmış oldum. Hatırlamak ilginç bir deneyim, hele ki hatıralara kurmaca katıp oradan yeni bir dünya yaratmak, çok daha renkli. Umarım okuduğunuz şeyden hoşnut kalırsınız… İyi okumalar! (Her zamanki gibi şarkı hediyeli.)
NOT: Bu bültene abone olmak isterseniz aşağıya e-posta adresinizi yazabilirsiniz…
Sarhoş ve adam
Astronomi biliminin söyleyegeldiğinin aksine, yaz aylarında geceler bir hayli uzundur. En azından benim tecrübem bu yönde. Gençken yaz tatillerinde memlekete gittiğimde, o sıcak yaz gecelerinde uzun yürüyüşlere çıkardım. Kaldırımları döver gibi hızlı adımlarla, sanki bir menzile varıyormuşçasına yürürdüm çocukluğumdan beri tanıdığım caddelerde, sokaklarda. Ara ara gökyüzünü seyre daldığımı inkâr etmiyorum ama yeryüzünde pek de öyle yüzüne bakılacak şeyler yoktu. Rotamın nadiren değiştiğini düşünürseniz, bu yürüyüşler, bir bakıma kafamın içinde kendimle baş başa kalma ibadetiydi benim için.

İşte böyle gecelerden birinde, ihtiyar, zil zurna sarhoş bir adama denk geldim. Yürüdüğüm kaldırımda tek başına dikilmiş, dengesini zar zor sağlıyordu. Sanki etrafta birileri varmış da, onlara fırça çekiyormuş gibi ağzından küfürler yuvarlıyordu. Hayali bir kavganın içindeydi. Saçları dökülmüş, yüzünün feri sönmüş, kıyafetleri eskimiş, üstelik leş gibi kokuyordu. Beni görünce sevindi. Sonunda oradaki anlamsız varoluşuna hiç yoktan bir şahit göndermişti kader.
Benden önce aynı kaldırımdan geçen genç bir kıza musallat olduğunu, fakat sarhoşluğun verdiği iktidarsızlıkla pek de rahatsızlık veremeden, çok şükür, kızın yoluna gidebildiğini öğrendim, beni şöyle bir süzdükten sonra anlattıklarından.
Bir süre dinleyip ben de kurtulurum elinden diyordum ama bana reddedemeyeceğim bir teklifte bulundu: Belli ki kimsesiz ve aciz bir ihtiyara evine kadar eşlik ederek iyilik yapma fırsatı. İşin içinde gençliğin naifliği ve daha önce hiç küfelik biriyle vakit geçirmemenin cehaleti vardı elbet ama yeni bir maceraydı nihayetinde. Hem iyilik yapacaktım, başkalarına anlatırken göneneceğim bir iyilik.
“Evim şu tarafta” diyerek gösterince, yola koyulduk. Ağzının kokusu üzerime sinmesin diye uzak durmaya çalışıyordum ama doğru düzgün yürüyemediği için koluma yapışmıştı. Yeniçeri nizamında, iki ileri bir geri yürüyorduk.
Hikâyesi kederliydi esasen. Karısı terk etmiş, çocukları da onla konuşmuyordu. Haftanın bazı günleri şehrin biraz dışında kumar oynanan bir bağ evine gidiyor, muhtemelen elindeki parayı çarçur edip dönüyordu. O gece de, hem para kaybetmiş hem de içkiyi fazla kaçırarak hır çıkarmış, nihayet işletme bekçileri onu arabaya koyup evine yakın bir yere bırakmışlardı.
O an nasıl bir sabaha uyanacağını düşününce istemsizce üzüldüm hâline. Ağzından çıkan kelimelerin yarısını yutuyor, daldan dala atlıyor, bu arada bir ağlıyor, bir kahkahaya boğuluyordu.
Aslına bakarsanız, anlattıklarında olağanüstü hiçbir yan yoktu. Her şey, alabildiğine sürprizsizdi. Kendini bu kadar içkiye vermesinin sebebi, diğer pek çokları gibi, hâlini unutmak içindi. Ayık kafasıyla düşündükleri ona ağır geliyordu belli ki. İnsan ilişkilerinde bulamadığı takdir, sevinç, başarı gibi olumlu hisleri, kumar masasında arıyordu.
Başka ihtimal yok muydu? Belki de henüz bir aile kurmadan evvel yaşadıkları, hayatının plato kıvamındaki tekdüzeliği içinde yüzeye çıkmış, ertelediği, önemsemediği, varlığından bile haberdar olmadığı krizler bir anda damarlarında akmaya başlamıştı. Ayıklığın ıstırabını daha fazla çekmek istemediğinden, yavaş yavaş her şeyini kaybetmişti.
Her hâlükârda bu davranışının makul bir sebebi olduğuna hükmetmeye meyilliydim, anlayacağınız. Bir insanın durduk yere bu noktaya gelmeyeceğine, şartların bir biçim verip onu dibe doğru yolcu ettiğine inanıyordum. Yol boyunca ettiği küfürlere, evinin yolunu bir türlü bulamamasına, hatta aklının ipi çözülünce pür-nefis hâle gelen bu yaşlı adamın kolumu pervasızca okşamalarına dâhi hayatın ona attığı sille sebebiyle katlanıyordum.
Saat gece yarısını geçmişti. Zikzaklar çizerek oturduğu apartmana benzeyen – aslında şehirdeki bütün apartmanlar talihsizce birbirine benziyordu – binalar arasında gidip geliyorduk. Derken işemesi gerektiğini söyleyerek eski bir cami tuvaletine sürükledi beni. Onu tuvaletin kapısından içeri geçirdim, en az onun kadar leş kokulu pisuara doğru hacetini giderirken arkamı döndüm. Bir aralık elimi alıp pörsümüş organına götürmeye çalışacaktı.
İçinde bulunduğu çaresizliği tastamam idrak edebilse ölümü arzulayacak bir adamın, o durumda bile şehevî duygularını tatmin için yollar araması, insanlık durumuna dair karamsar görüşleri destekliyordu. Yaşlandıkça hele aklının ipi iyice gevşerdi insanın. Sanılanın aksine sabrını ve nezaketini kaybetmeye başlar, bir ömürlük ağırdan almaların işe yaramadığına inanarak kendini koyuverirdi. İhtiyar adamların küçük ya da ergen çocuklara hallenmesinin bir sebebi de buydu.
Az sonra caminin bahçesindeki bir bankta oturmuş, sessizce bekleşiyorduk. Bazen uyukluyor, sonra da uyukladığını inkâr edercesine yüzünü bana dönüp bir şeyler sayıklıyordu.
O uzun yaz gecesi yürüyüşlerinde bazen gözümü gökyüzüne diker bir işaret beklerdim. Denk getirirsem bir yıldız kaymasını, bazen ayın güzelliğini ya da tam kafamı kaldırdığım an sönüveren bir sokak lambasını o aradığım işaret sayardım. Neyin işareti mi? Kendimi içine saldığım o derin kuyuda yalnız olmadığımın. Şuurunun şalterini indirdiği için her türlü mucizeye açık hâle gelen o sarhoş adamın ağzından büyülü bir kelime çıkabilme ihtimaliydi beni gece yarısı o bankta tutan belki de.
Sabırsız ve de iştiyaklı bir insan olabilseydim, kafasını yanlarından iki elimle sıkıştırır “Konuş be adam!” diye haykırırdım suratına. “Bir şeyler söyle! Bu hayatın boşuna olmadığını söyle!”
Yıllar sonra bir Faust yorumunda, Doktor Faust’un ziyaretine gelen Mephisto’nun aslında var olmadığını, modern şehrin hazları ve ayartılarına dayanamayarak, onu şizofrenik benliğinin bir parçası, bir kurgu olarak var ettiğini okuyacaktım. Eğer kendine dair tiksinti uyandıran hislerin hiçbir dış etken olmaksızın içinden geldiğini kabul ederse insan, çıldırabilirdi. Şeytan var olmasa bile, şeytanın icadı elzemdi.
Beni köşeye sıkıştıran, o gece o bankta beklenti içinde oturmama sebep olan şey varlığın cazibesi değil yokluğun tuhaf çekimiydi fakat. O geceyi, o anı dondurmak, bu hikâyeyi de bîçare sarhoş adamın derin hikmetli sözler yumurtladığı bir masala dönüştürmek istemiştim hatta. Ama olmadı.
O mide bulandırıcı düşkünlük ya da yerli yersiz tacizler olmayacaktı oradan kalkıp gitmeme sebep. Sıkılmıştım. Kederli hikâyesine, yalnızlığına ya da bitimsiz acınasılığına dair bir şey yapma isteğim yoktu. Zerre yoktu, inanın. Bilmiyordum da zaten o saatte öyle bir adamla ne yapılır. Karakola mı teslim edilir, nedir? Sonunu bilmediğim bir yoldan gidersem, belki bu kez farklı bir şeyler çıkar karşıma diye düşünmüştüm.
Gökyüzünden işaret bekleyenler, çatısı muhkem evlerde oturmazlar, diye yazmıştı birisi. Ne laf ama! Palavra!
Bu maceradan sıkıldığımda kalkıp yola düştüm tekrar. Yaşlı adamla karşılaşmadan evvel, “Şimdi biz neyiz, sevgili miyiz neyiz?” bataklığında eğleştiğimiz bir kızla cep telefonu mesajı alışverişi içindeydim. Uzun süre cevap gelmeyince merak edip bizi çamura biraz daha batıracak birkaç ekstra laf etmişti. Hemen sarhoş adamla maceramı anlattım ona. Beni gözünde farklı kılabilecek, serin bir hikâyeydi, neden anlatmayayım?
Yıllar sonra o geceyi düşünürken, o uzun yürüyüşte kimseyle karşılaşmadığımın farkına varmıştım. Her zamanki yolumu yürümüş, her zamanki saatte eve varmıştım. Üzerime hiç koku sinmemişti. Hayatımda ufacık bir etkisi dâhi olmayacaktı o gecenin. Her şey bir hikâye anlatmak için bahaneydi. İşaretler gelmiyordu. Doktor, heveslerine yenik düşecekti. Şeytan içimizdeydi.