“Hastalık insanı daha da bedensel yapıyor, salt bir bedene dönüştürüyor,” diye yazmış Thomas Mann, Büyülü Dağ isimli romanında. Hikâye Davos’taki (evet, o Davos) bir sanatoryumda (verem hastaları için tasarlanmış bir bakım evi) geçiyor. Verem, tüberküloz (TB), ince hastalık, beyaz veba, mycobacterium tuberculosis. Bir yığın ismi var bu hastalığın. Akciğere yerleşen ufacık bir bakteri insan bedenini yavaş yavaş tüketiyor (İngilizce’de adına “consumption” demişler bu sebeple, tüketmek fiilinden türeterek). Neydi o söz? İnsanlar eskiden (ilk hikâyelerde) tanrılarla savaşırlardı, sonra ordular kurup birbirleriyle savaştılar (tarih) ve şimdi (modern edebiyat) çıplak gözle görülemeyen bir organizmayla savaşıyorlar (bu sözün orijinalinde “insan kendiyle savaşta” diyordu sanırsam ama ben kitaba uyarladım).
Genelde de mağlubuz farkında mısınız? Bütün savaşları kazansak bile toprak oluyoruz sonunda. Ozymandias, king of kings. Hikâyelerdeki savaşlar birer kurgudan ibaret, insanlığın var olduğu günden beri tek bir düşmanı var oysa. İşi gücü bırakıp, bütün birikimimizi bir araya getirip ölüme çare bulmak için çabalamayışımız haddimizi bilmemizden (ya da haddimiz bildirildiğinden) midir yoksa ölümden kaçınma dürtüleriyle inşa ettiğimiz bu simülasyonun (medeniyet?) parıltısında kaybolduğumuzdan mıdır? (Ve her medeniyetin kadim hikâyelerinde ölümle ilgili çeşitli mitlerin yer alması, ortak çaresizliğimizin bir ikrarı mıdır?)
“Hastalık insanı daha da bedensel yapıyor, salt bir bedene dönüştürüyor,” diye yazmış Thomas Mann ama yaklaşık 900 sayfalık roman boyunca bunun aksini ispata girişiyor. Hikâyedeki insancıklar birtakım aletlerle ciğerlerinin içini dâhi görebildiğimiz şeffaf birer eşyaya dönüşüyor, ama zamanın boyunduruğundan kurtulup bu sanatoryumda (büyülü mekân) ilk kez medeniyetin dışında soluklanma imkânı buluyor ve burada kendi ölümlülüğü ile koyun koyuna yaşarken sefahatinde bile bir ulvilik parıltısı yanıp sönüyor.
Şu üzerimize çöken burjuva ahlakından (o dönem için burjuva ahlakı neyse, bugün için de eğitimli orta sınıf ahlakı aynı şey) kurtulabilsek bir de! Bizi bedenimize mahkum eden, materyal gerçekliğin ötesini, manevî hayatı, ruhumuzun ölümü bile aşan enginliğini bize unutturan katı kuralcılığı, hesapçılığı, düzen ve kontrol takıntısını boşverebilsek! Peki, nasıl? Evet, doğru tahmin ettiniz, hastalıkla. Hastayım, o hâlde varım! Tababet ilminin jargonuyla tanımlanıyorum, o hâlde varım! Şimdilerde psikolojinin patolojisi içinde (kaygı bozukluklarım ve sendromlarımla) tanımlanıyorum, o hâlde varım! İlginçtir o dönem verem hastalığı bilhassa genç, henüz çıkış yapamamış ama ortamlarda namı bilinen sanatçı kesiminde o kadar yaygın ki, belki de bedeninde bu bakteriyle yaşamak gerçek manada sanatçı hassasiyetine sahip olmanın yegâne koşulu sayılıyor. Yani arzuladığınız hayatı ıskalamamak için akciğerlerinizin bir kısmını kaybetmeyi göze almalısınız.
“Hastalık insanı daha da bedensel yapıyor, salt bir bedene dönüştürüyor,” diye yazmış Thomas Mann ve beyaz vebadan bir epik çıkarmış ama ondan on yıllar sonra Susan Sontag (ilginizi çekebilir), Bir Metafor Olarak Hastalık isimli uzun denemesinde yeni çağın bu tekinsiz hastalığında maneviyata açılan bir kapı olmadığını, insanların tümörü “şeytanın çocuğu” gibi bedenlerinde taşıdığını, kanserin bir “istila” olduğunu anlatacak. Veremde romantik bir aura var ama kanser, ölümün vulgar bir temsilinden ibaret. Bu hastalık insanı bedene dönüştürmüyor sadece, insana bedeninin bir et ve kemik yığınından ibaret olduğunu hatırlatıyor. Taş gibi ağır, mitleştirilemez bir kütlük.
Peter Gabriel de “My body is a cage” (“Bedenim bir zindan”) diye haykırıyor. Hani filmlerde aradan yıllar geçtiğini bedendeki belirgin değişikliklerle anlıyoruz ya, hani kahramanımızın saçları dökülüyor, cildi kırışıyor, göz altı torbaları beliriyor, zamanla beden arasındaki bu doğrusal ilişki, insanın sınırları aynı zamanda. Büyülü Dağ, bir hastalık romanı olduğu kadar zaman hakkında bir monografi. İnsanın en önemli meselesinin zaman olduğunun idrakine varmış bir “büyücü”nün (İrlandalı yazar Colm Toibin, Thomas Mann’ın biyografisini romanlaştırırken “Büyücü” [The Magician] ismini uygun görmüş) kaleminden. Yer yer zamanı aşmanın yollarına işaret ediyormuşçasına ümitvar, yer yer zaman karşısındaki mutlak çaresizliğimizden mustarip bir karamsar.
“Hastalık insanı daha da bedensel yapıyor, salt bir bedene dönüştürüyor,” diye yazmış Thomas Mann ve ben bu cümleyi yıllar evvel bir kenara not etmişim. Bir başka ifadeyle, bu cümleye geri dönüp bakmam yıllar sürmüş. Hayret ki hayret, ben not tutmayı hiç sevmem. Küçükken boy boy defterler satın alır hepsini boş bırakırdım. Okulda da defter tutmazdım pek. Hafızama güvenirdim. Ama en çok da el yazımı beğenmediğimden o kargacık burgacık manzaraya geri dönmekteki isteksizliğim beni alıkoyardı bu verimli işten. Tembellik bahsine hiç girmiyorum. İnsanlık medeniyetinin bazı huzursuzlukları beraberinde getirdiğini savunanların önemli bir kısmının derdi tembellik bana kalırsa. Disiplinle, verimlilikle, düzenle, güvenlikle ne gibi bir sorunu olabilir yoksa sağlıklı zıpkın gibi bir insanın?
Uzun zaman önce telefonumdaki not defterine kaydettiğim bu cümleye dönmemi sağlayan üst solunum yolları hastalığıma da burada bir teşekkür edeyim. Vücut ısısının sürekli değişmesi, üşüme titreme ve sıcaktan bunalma döngüsü, burun akıntısı ve öksürük. Ciğerleri kusacakmış gibi öksürmek gerçekten de çok ilginç bir fenomen. Yorucu olması bir yana, insana bedeninin “varlığını”, o varlığın etten ve kemikten olduğunu hatırlatıyor. Benimkisi “salt bedene dönüşmek” değildi çok şükür zira vereme kıyasla epey hafif bir hastalıktan bahsediyoruz ama zihnimi pek bir şeye odaklayamadığımdan hastalık günlerini “bir an önce bitirmeye” kalkıştığım da doğru. Bu yönüyle zamanla ilişkimi Mann’ın karakterleri gibi yeniden ele almak yerine, neredeyse tümüyle rafa kaldırdım diyebilirim. Hiçbir şey yapmadım, öylece bekledim. (Black Books isimli İngiliz komedisini tekrar seyrettim iş olarak sayılırsa.)
Öte yandan bedenimle ilişkim, tıpkı zamanla olduğu gibi, hayli bozuk. Bazen bir çift göz, bir çift kulak, yumuşak beyin dokuları ve iki adet elden ibaretmişim gibi geliyor. Konuşmak bile zül geliyor bazen. Sayfalarca durmadan yazabiliyorum ama iş kelimeleri seslendirmeye gelince dudağımı oynatasım olmuyor. Hatta günlük muhabbetin ortasında en basit kelimeleri bile unuttuğum, dağınık oturma odasında televizyonun kumandasını arar gibi aradığım, oluyor. Büyüdüğüm mahallede “Deli” Memet isimli akranımız bir çocuk vardı. Kendi kendine konuşur, sabahtan evden çıkıp akşama kadar şehrin umulmadık yerlerinde yürür, nasıl oluyorsa her akşam muntazaman eve gelirdi. Onun “deliliği” ile ilgili bir teorim vardı: Her insanın zihninde tıpkı bir akarsu gibi düşünceler çağlayıp durur fakat “sağlıklı” insanlar bu düşüncelerin bazılarını tutup anlamlı kelime dizilerine dönüştürebilir, onlar hakkında tefekkür edebilir ya da başkasına aktarabilir, oysa “deliler” bu kabiliyetlerini kaybetmiş, düşünce seli altında boğulmuşlardır. Bir gün “Deli” Memet’e dönüşecek olabilir miyim?
“Hastalık insanı daha da bedensel yapıyor, salt bir bedene dönüştürüyor,” diye yazmış Thomas Mann ve insan düşünmeden edemiyor: Bedenimizden başka neyimiz var ki? Büyülü Dağ, zaman hakkında zamansız biçimde düşünmeye elverişli bir eser olmakla birlikte, her insan yapısı gibi zamanla mahdut (zamanın ironisi, keh keh). Yani yazıldığı zamanın insanını anlatabiliyor yalnızca. Bir başka deyişle, geçmişten (bilebildiğimiz geçmişten) süzülüp gelen insan deneyiminin kendi yaşadığı zaman dilimi içerisinde nasıl değişime uğradığını anlatıyor. Ki değişim bilginin yegâne koşuludur, yani T0 zamanından T1 zamanına akan bir hayatımız olmasaydı, bize dair bilinecek bir şey de olmayabilirdi.
Peki, nasıl bir değişim? Hastalığın insanı “bedensel” hâle getirmesinde gizli bir değişim bu. Yirminci yüzyıl başlarındaki bilimsel gelişmeler (Oppenheimer filmi de bunun bir kısmını yakalamış) gözlerimizin göremediği, o güne kadar teorik olarak bilebildiğimiz (bildiğimizi düşündüğümüz) şeyleri incelenebilir kıldığı için yeni bir “materyal gerçeklik” ile muhatap olmuşuz. Varlık âleminden bahsederken artık yeni bir dil, yeni görsel referanslar kullanabilir hâle gelmişiz. Ama bu arada “ruh” nereye gitti? Tanrı öldü mü gerçekten? Manevi düşünce tamamen kayıp mı oldu? Metafizik sorular hepten rafa mı kalktı? Mann da biraz bunu merak ediyor. Ruh ve madde arasındaki çelişkileri iliklerine kadar yaşayan genç Avrupalı entelektüellerin kıvranışlarını okuyoruz. Anlam arayışının (“Biz bu dünyada ne yapıyoruz?”) yeni cephelerini keşfediyoruz.
“Hastalık insanı daha da bedensel yapıyor, salt bir bedene dönüştürüyor,” diye yazmış Thomas Mann ama “beden” onun bu satırları yazdığı dönemde yavaş yavaş bir sabite olmaktan çıkıyor. Şimdi dürüst olmak gerekirse, eski insanlar bir miktar “özcü” (essentialist) idi. Uzun boyluların ahmak, kısa boyluların da fitne fücur olduklarını (küllü tavilun ahmak küllü kasirun fitne) düşünüyorlardı mesela. Siyah tenlilerin evrimsel olarak alt basamaklarda yer aldığına inanıyorlardı. Yahudilerin burunlarının büyüklüğünde bir mana bulmuşlardı. Sarı saçlı ve beyaz tenli insanların daha saf oldukları fikri yerleşmişti bazı yerlerde. Pek çok entelektüel, insanların belirli bir “öz” ile dünyaya geldiklerini savunuyor, hatta milletlerin de bu türlü “öz”lerden müteşekkil olduklarını dile getiriyorlardı. Kıta Avrupası felsefesinin bu “öz” takıntısı (“ruhunun çirkinliği yüzüne vurmuş” derler mesela çirkin insanlar hakkında bazıları) dünya savaşlarının metafizik arka planını oluşturacak, Nazizm’in saf ırk arayışında zirveye ulaşacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada felsefeciler her şeyi yeni baştan ele almanın gerekliliğine ikna olmuştu ki, yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında “bu felsefeciler de biraz şey” noktasına geldik. Şimdi, özcülük (essentialism) geri döndü. Modernizmin dayattığı “ikilikler” (siyah-beyaz, güzel-çirkin, erkeksilik-kadınsılık) yeni birer keşifmişler gibi dile dolanıyor. İnsanlar, belirli “öz”lere yaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu da o “öz”lerle özgürce ilişki kurmanın önünde engellere dönüşüyor.
“Hastalık insanı daha da bedensel yapıyor, salt bir bedene dönüştürüyor,” diye yazmış Thomas Mann ve insanın bedenden fazlası olduğunu ima etmiş ama Instagram çağında beden epey önem kazandı. Mağdurun bile “güzeli” daha çok vicdan sızlatıyor. Çirkin, kara kuru, sefil bir insan, hele biraz da yabaniyse, zulümlerden zulüm beğensin.
Yeter herhalde bu kadar.