Patronu kurtarmak: öykü
Olmaması gereken bir yerde bulunan ve bu durumu saflıkla sahiplenen bir adam hakkında
NOT: Bir süredir başladığım hikâyeleri (ve dahi yazıları) bitirememekle malulüm. Ol sebepten dişimi sıkıp, dizimi kırıp bu hikâyeyi bitirmeye azmettim. Bitirmiş olmanın lezzeti hâlâ damağımda. Hadi, durmayın siz de, okuyun! Uzundur, dikkatinizi yekten veremezsiniz, parçalara bölüp okuyun. Bir zahmet yorum yaparsanız, ne âlâ. Hele bir de sağda solda paylaşırsanız, kıyamet yakındır.
Patronu kurtarmak
Ahşap bankonun arkasında oturmuş tatlı tatlı Sudoku çözerken patronun bütün ufkumu kaplayan cüssesini birden karşımda görmeyi beklemiyordum elbette. Alışkanlık bu ya, onu görünce içimden “İsmail deyin bana!” diye seslenip sonra da bu hafifmeşrep latifeye yine içimden katıla katıla gülüverdim.
Efendim, bizimki emsal pek çok şirkette patronlar otomobillerini yerin birkaç kat altına park edip idareci kısmına mahsus asansörlerle emniyetli makamlarına çıkarlar. Böylece benim gibi muvakkat personelle, illa gerekmedikçe, muhatap dahi olmazlar.
Lakin bizim patron birkaç sene evvel en lüks tarifeden, yalnız zatına ait bir tuvalet inşasına kalkışmış, kendi kokusuna tahammül edemediğinden de günün en verimli bu yarım saatini geçireceği mekânı giriş kata kondurmayı akıl etmişti. Hakkı var, o kokuya alışmak bu meslekte karşılaştığım en çetin meseleydi ve işe girişte verdikleri, hani şu adına oryantasyon dedikleri şeyde de bahsi hiç geçmemişti.
Patron şimdi hazır benim seviyeme inmişken ufak bir talimatı da aradan çıkarmak istiyordu herhalde. Zuhurunun şiddetinden emin olup yerimde toparlandıktan sonra çekmeceye uzanıp pek sevdiğim tütün kolonyasından ikram ettim. Koca adama “Kokuyorsun yahu!” demek olmaz. O da hemencecik avuç içlerinde ufalayıp boncuk boncuk terli alnına ve ensesine götürdü. Nihayet sebeb-i ziyaretini serdetmeye hazırdı.
Gözlerini kısıp sol göğsümden ismimi okuduktan ve saçlarıma düşmüş akların ne manaya geldiğini bir müddet tarttıktan sonra, “Şeref Beyciğim, bugün buraya bir adam gelecek, sakın yukarı gönderme. Beni sorarsa da ‘yok’ dersin, tamam mı?” dedi.
En pahalısından koyu lacivert takım elbise giyip üstüne ipek kravat taksa da patron kısmı çocuğa benzer, “Ol!” deyince her şey sorgusuz sualsiz olsun isterler. Önünü arkasını düşünmez, o lüzumsuz meşgaleyi emir erlerine bırakırlar. Pek çoğu hayat acemisi emir erleri de patronlarına basit birkaç soru sormaya cesaretleri olmadığından etrafı yakıp yıkmak pahasına onları memnun etmeye çabalarlar.
Sırtını bir muktedire dayayıp aşağı gördüklerine gaddarlık etmek de esasında bu korkudan ileri gelir. Korkaklığın derecesi arttıkça gaddarlık da koyulaşır.
Ama ben feleğin çemberinden bir kez geçmiştim, bir daha geçerdim ne var?
“Kusuruma kalmayın lütfen, doğru anlamak için soruyorum: Hiç mi gelmediniz, ve dahi bugün gelmeyecek misiniz, yoksa geldiniz, ama ne bileyim bir zaruret hasıl oldu ve bir daha da makamınıza uğrama zahmetine girmeyecek misiniz?”
Simetri hastalığından mustarip bendenizin tam ortasında ayakta dikildiği ‘U’ harfine benzeyen bankonun hemen birkaç adım dışında duruyor ve tıkalı genzinden kesik kesik nefes alıp veriyordu patron. Koca kafasının ortasında hokka gibi burnu vardı. Onun her yanından aşağı sarkan gövdesi karşısında benim ayakta olup olmamam bir şey ifade etmiyordu gerçi. Aramızdaki pek çok eşitsizlikten en barizi buydu. Her daim bana tepeden bakması biraz da bundandı.
Daha ağzını açmadan elinin tersiyle hafifçe vurur gibi azarlayacağı belliydi, o sebeple fırsat vermeden devam ettim:
“Şimdi efendim, belli ki bu gelecek şahıs sizi her yerde arıyor ve siz de ondan her halükarda kaçınmak mecburiyetinde hissediyorsunuz. Tecrübeme göre, böyleleri kolay kolay laftan anlamaz. Etraflı, muhatabın aklına gelebilecek her türlü hinliğe çare bulan bir kurgu yaparsak, zannederim bu şahsı buradan uzak tutmakta daha başarılı olurum.”
Başka bir vakitte olsa patron bu dediklerimin kulaklarından içeri girmesine dâhi izin vermez, söylene söylene yukarı çıkıp ilk fırsatta da beni kapı dışarı ederdi. Gelgelelim sancılı ve ihtimal ki kanlı def-i hacetinin yanı sıra, bugün pek özel bir durum daha vardı: Asansörler bozuktu.
Sabah, odasına varabilmek için yüz yirmi sekiz basamağı tek tek tırmanmak zorunda kalmış, belki yol boyunca kaç kez kalp krizinin eşiğinden dönmüş, akabinde hususi tuvaletine erişmek için o merdivenleri paytak paytak ve düşmemek için özenle inmiş, şimdi de muhtemelen beni dinlerken kafasının bir kısmıyla o yolu nasıl tekrar alacağını hesap ediyordu.
“Yahu ne önemi var? Adam gelince gerisin geri göndereceksin işte!”
Yine içimden “Geldikleri gibi giderler!” esprisi yapıp kendi kendime kahkahaya boğulduktan sonra patronun azametiyle ters orantılı mavi çipil gözlerine dikkatlice bakmaya başladım. İnsanlar aksileştiğinde, kesin ve sert konuşmaya başladığında, bir müddet sessiz kalıp bu şekilde kuşkulu ama dik bakışlar atarsanız istemsizce tereddüde düşüyorlar. Denemesi bedava!
Pek tabi tam o esnada söze girip inisiyatifi de ele geçirmeniz lazım. Ben azıcık geç kalınca, “Bunların işleri ne zaman bitecekmiş?” diyerek karşı taarruza kalktı. E, insanlar durduk yere patron olmuyorlar. Doğuştan kaderleri belli de olsa, o yolda üç beş şey kalıyor akıllarında. Sanki az evvelki bahis kapanmış gibi davranıyordu. Ama ben çabuk pes edecek birine benziyor muyum? Benziyorum aslında ama çabuk pes etmem. Korkmayın.
Bankodan on beş adım ileride mavi tulum içinde iki usta asansörleri tamir etme gayretindeydiler. Bu bilgiye neden sahibim, hangi lafın arasında geçti bilmiyorum ama Elazığlıydılar. Onlardan yana bir bakış atıp “Bu hafta bitmez diyorlar,” dedim. Karaciğerine küçük lakin kemikli sağ elimle bir yumruk yapıştırsam bu kadar tadı kaçmazdı. Bütün hafta kendini o merdivenlerde hayal etmek durumunda kaldı adamcağız.
Evet, hesapladığım gibi gardı düşmüştü. “Efendim şu gelecek beyefendi,” diye bahsi tekrar açtım, “nasıl bir tip? Fiziksel olarak yani. Boylu poslu mu? Tıknaz mı? yüzüne bakınca tekrar bakmak ister misiniz mesela? Etkileyici, cereyanlı biri mi? Dimdik ve alacaklı gibi mi yürür yoksa hafif başı öne eğik kendiyle meşgul bir hâl içinde mi? Nasıl giyinir peki? Bakımlı mıdır? Güzel kokar mı? Paspal mı yoksa? Becerikli midir? Becerikli kimseler herkesi bir miktar aşağı görürler ya hani. Sakarlıkla malulse ama onunla uzlaşmak daha kolaydır. Eşref saatinde olduğunu nasıl anlarız?”
Şimşek hızıyla aklıma gelen soruları birden boca edince afallayacağı belliydi. O yüzden tam karşılık verecekti ki, bir de tekme savurayım istedim. “Ne olur yanlış anlamayın, vazifemin gereği olarak soruyorum vallahi! İkiniz bir adaya düşseniz mesela hanginizin borusu öter?” Tek gözümü kırpmam da işin kremasıydı.
Ha, belki gelecek adam sünepe, yılışık, sinek vızıltısı gibi bir şeydi ve patron elinin tersiyle iter gibi ondan kurtulmaya çalışıyordu lakin vaziyet tam tersiyse buradan ben kazançlı çıkacaktım.
Ne mi kazanacaktım? Azıcık hürmet ve ciddiyet. Şu hayatta kimsenin kimseye kolayca bahşetmediği, hele üstlerin astlarından mahremleri gibi sakındıkları şey. Şahsiyet namına tek bir düsturum varsa o da işine ve mesai arkadaşına saygısı olmayan kimselerden kıl kapmaktır. Şurada omuz omuza verip bir işe girişmişsek, cephe yoldaşlığına denk kararlılık beklerim. Aramızdaki mukavele bunu gerektirir.
Yanlış anlamayın, şahsi çevremde ahlak timsali biri sayılmam. Fakat kamu hukukunun tıkır tıkır işlemesinden keyif duyarım. Bu hasletim başıma işler açsa da, öyle tedavi olup kurtulacağım bir maraz değil. Benim etim, kemiğim.
Şimdi patronun görmek istemediği adam gelse ve ben ona “Maalesef yok,” diye kibarca bir bahane uydursam iş çözülecek mi? Hiç sanmam. Gözünü karartıp aslanı kendi yatağında görmeye gelecek sırtlanın A, B, C, D her türlü planı hazırdır. Bugün yollasak yarın gene gelir. Ertesi gün de. Sonra belki evinin adresini öğrenir, oraya nöbetçi yazılır. Patronun kafasını bir anlığına da olsa dışarıya, boşluğa, güvensizliğe uzatmasını bekler durur. Hele benim gibi bir nanemollanın buna mani olmaya gücü yeter mi? Ezer geçer.
Üstüne üstlük bendeniz suçlu bulunur! Malum, patron kesiminin aradığı emir erleri böylesi durumlarda azarlanmaya, paspas gibi tepelenmeye, kum torbası muamelesi görmeye de hazır olmalıdır.
Hülasa, işimizi adamakıllı yapalım. Kimse kimseyi lüzumsuz yere, kudretinin yetmeyeceği işlerden mesul tutmasın. Günün sonunda diyelim ki, “Birlikte girdik bu yola, beceremedik, sağlık olsun.”
Tabi ben zihnimde bunlarla meşgulken patronun yüzünün kızardığını fark etmemiştim. Belli ki gelecek adam esaslı bir hasımdı, elinde de muhakkak sağlam bir koz vardı. Makamında boy gösterip herkesin içinde gevşek gevşek konuşacak, onu çalışanlarına karşı küçük düşürecekti. Patronun öfkesini benden çıkarabilecek konumda olması, öfkesinin bana olduğu anlamına gelmiyordu. Hasmına dişi geçiyor olsa, bana da o kadar öfkelenmezdi herhalde.
Nihayet velinimetim bana doğru iki adım atıp ellerini bankonun üzerine koydu. Etine dolgun ve de kıllı birer telefon ahizesine benziyorlardı. “Bak Şeref…” dedi dişlerini gıcırdatarak. “Şeref Beyciğim! Gelecek adam uzun boylu, yakışıklı, hani böyle Kenan İmirzalıoğlu gibi biri. Oldu mu? Tatmin etti mi bu seni? Başka soru soracak mısın? Asabımı bozmaya niye bu kadar meraklısın?”
Ayakları yere sağlam basan bir nesneden destek almak ses tonunda kulakla duyulur bir iyileşmeye yol açmıştı sanki.
“Katiyen şahsi tatmin peşinde değilim! Tam da işimi yapmak istiyorum!” dedim pişkinlikle, “Bakınız bir stratejimiz olacaksa, hasmınızın her özelliğini ayrı ayrı değerlendirmemiz gerekir.” Omuzları düştü. “Şimdi bu adam dediğiniz gibi biriyse hayatı boyunca çok fazla ‘hayır’ lafı işitmemiştir. Hele ki benim gibi birinden.” Kendimi nazara vermem onu yarım dudakla gülümsetti. “Kesinlikle şahsınıza bir hakaret gibi algılamayın ancak yine strateji adına şunu da ifade etmem lazım ki, eğer bu adam bahsettiğiniz kıvamda, haniyse manken gibi hem de fettan biriyse, size de manevi kişiliğinizin hak ettiği saygıyı sergilemeyecektir.”
Konuşma esnasında muhatabı ne kadar küçük görürsek görelim, zihnimiz onun ağzından çıkan sözleri anlamak üzere çalıştığından mıdır nedir o kelimelerin üzerimizde illa ki bir tesiri oluyor. Patronun aynada kendini görmüş gibi irkilmesi ve göbeğini içeri çekip ceketini ilikler gibi ellerini önünde kavuşturmasının sebebi buydu.
Daha fazla dürtmeden, aynı safta olduğumuzu hissettirmem gerekir diye düşünüyordum ki Çaycı Perihan yardımıma yetişti. Yarım saat evvel rica ettiğim kahvemi getirmişti. Şirkette kimin hangi önemde olduğunu en iyi o bilir, haliyle en son servisi bana yapardı.
Şimdi patronu bankonun önünde görünce eli ayağına dolaşmıştı lakin ben hemen kahve fincanına uzanıp vaziyeti kurtardım. Sekiz aydır hemhal olduğu kaba etlerimin şeklini almış sandalyeyi sürükleyerek patronun altına çektim ve kahveyi de uzanabileceği bir yere bıraktım.
Sohbetin gereksiz yere uzayacağı endişesi ile yaşadığı genel halsizlik arasındaki o mütereddit anda birden dizlerinin bağı çözüldü ve olduğu yere çöktü. Bir an boş bulunsam elimi omuzuna koyup hafifçe sıkardım da, teselliye muhtaç Şeref, teselli ederdim onu. “Geçer,” derdim, “benim başıma neler geldi, hepsi geçer.” Neyse ki kendimi tuttum! Perihan’ı da el işaretiyle çarçabuk yolladım. Var olmaya utanır gibi süklüm püklüm uzaklaştı.
“Şirketimize ve o şirketin şahsında size çok kıymet verdiğimi bilmenizi isterim,” dedim o rahat anında. “Eğer size kalkan olacaksam, sizi bir müşkülden kurtaracaksam, bunu kusursuz yapmak isterim. Hatta isterim ki kimse beni geçip de size ulaşamasın! Piyon, efendim, yeri geldiğinde tahtadaki en ehemmiyetli taştır.”
Evvelsi günkü tıraşta, “Çok kısaltma!” diye defaatle ısrar etmeme karşın Berber Kâmil kafamı turfanda kavun gibi ortaya çıkartmıştı. Üzerimde borç gibi duran gri üniformayla birlikte hakikaten bir piyona benziyordum. Gerçi bundan gocunacak değilim. Şimdiki gençler bunu pek anlamasa da herkes rütbeli olmak mecburiyetinde değildir, efendim. Aklının bütün kıvrımlarını işe koyup hiç savsaklamayan, lüzumlu anlarda tereddüt göstermeyen, emri altındakilerle nelerde ortaklaştığının bilincinde, usta bir satranç oyuncusunun elinde piyon olmaktan bilakis şeref duyarım.
Daha evvel beceriksiz bir Şah’ın önünde ziyan olmuşluğum da var hani. O durumu da gayet iyi bilirim. Kahir ekseriyeti, mağlubiyetin ezikliğinden çok başkası adına duyulan utançtır.
Gelgelelim, insan bir kere değil bin kere de kansa, bin birinciye yine o gayyaya düşebiliyor. Benim hikâyem de biraz bu.
Evet, koskoca Ragıp Efendi, yani patron, karşımda pıt pıt gözyaşı dökmeye başlayınca içimdeki kör olasıca merhamet, cılız basiretimin elini kolunu birbirine tutuşturup güzelce bağlayıverdi. Adamcağızın sakinleşip nasibim olmayan kahveyi bitirmesini bekledim. Parmağıyla telveyi sıyırıp ağzına atmadan hemen önce nemli gözlerini suratıma dikip “Bana yardımcı olur musun?” deyiverdi.
Kılıcımı kuşanmaktan başka çare de kalmadı böylece.
Anlattıkları yenilir yutulur cinsten değildi. Evvela itiraf etmeliyim ki, aramızdaki mukaveleyle alakasızdı. Şahsi bir meseleydi. Meğer buraya gelecek herif, adı Cemil, Ragıp Bey’in üçüncü karısıyla, af buyurun, işi pişirmiş. Patron geniş gönüllülük edip her türlü bağı kesmek koşuluyla affetmiş. Fakat Cemil denen hırtapoz olanı biteni kameraya almış, sonra da tehdide kalkışmış. Maksadı para koparmak; tabii buldu yağlı kapıyı, bırakır mı? Çaresiz, istediğini verecekmiş Ragıp Bey lakin oyalayabildiği kadar da oyalamak istiyormuş. Belki bir hâl çare bulurum ümidiyle.
“Bana ne canım? Ben aciz bir kapıcıyım şurada,” deyip geçmek isterdim. Keşke öyle yapsaydım. Gelgelelim, hacı babamdan miras iş bilmezliğin yanında, atalarımızın nesilden nesile aktardıkları şark kurnazlığı damarım şöyle diyordu bana: “Eğer yapabileceğin bir şeyse, geri durma. Sırtını böyle bir kodamana yaslamanın lezzetini bilmezsin sen. Hem daha evvelki maceranda kaybettiklerini yerine koyarsın, hem de bundan sonra rahat edersin.”
O kadar sorup soruşturduktan sonra yan çizmenin de kötü görüneceğini zannediyordum.
“Beyefendi,” dedim muhtaç olunmanın verdiği cevvallikle, “satrançta eğer mühim bir tehditle karşı karşıya iseniz, aynı ehemmiyette bir karşı tehdit oluşturmak icap eder.” İş bilir tavrım yüzünü aydınlatmıştı. “Hasmınız, kalkıştığı harekatın yüksek bedelli olduğunu fark etmeli. O vakit geri adım atacaktır.”
Ben dereceyi ufak ufak arttırmayı, elimizde ne var ne yok bir yoklamayı düşünürken, patron en tepeden seslendi: “Sana silah veririm, içeride de bakarım.”
Cemil kuru tehdide pabuç bırakacak biri değildi demek. Yanı başımda sandalyeye çökmüş acziyet içinde kıvranan şu dağ gibi adamdan daha yakın geldi bu vasfıyla bana. “Eyvah, gene mi yanlış tarafı tutuyorum?” hissi peydah oldu ama çabucak geçiştirdim.
Madem bu kadar açık seçik konuşacaktık, her ihtimali masaya yatırıp neşter vurmak icap ederdi. Belki ipin ucunu bir yerden yakalarsam, bu yakışıksız durumun idaresini ele alabilirdim.
“Sağlam rüşvet isterler şimdi,” dedim lafı ağzımda geveleyerek. Uykusundan uyanır gibi başını kaldırıp bana baktı. “Hem sadece polisi, savcısı, hâkimi değil. Mahkeme safahatında korktuğunuz o kayıtlar da ortalığa saçılabilir. Sağı solu beslemek, her deliği tıkamak gerekir.”
“Doğru, doğru” diye kekeledi önce. Kafasının içinde kaç tilki vardı kim bilir. “Sadece dizinden vursan?” dedi neden sonra. Böyle bir pazarlığın tarafı olacağımı kırk yıl düşünsem akıl edemezdim. Hayat her şeye rağmen böyle sürprizler barındırmasa hiç çekilmez! Kavga etmişliğim, hafifliğime aldırmadan deli cesaretiyle birkaç kez rakibimi madara etmişliğim vardı ama elime hiç silah almamıştım.
“O da bir çözüm tabi ama sonrasında bir daha semtinize dahi uğramayacağından emin olmak durumundayız,” diye karşılık verdim. Şartlar kıvama gelince insan böyle şeyler de akıl edebiliyor demek ki, diye içten içe gururlandım. Caydırıcı bir tehdide dönüşsem nasıl da kabarırdım hindi gibi ama! İlk iş, birlikte kazıp birlikte düştüğümüz çukurda beni bir başıma bırakıp giden Nevval’in kapısına dayanırdım.
Patron elini çenesine koyunca Rodin’in o meşhur heykeline benzedi karşımda. “Yahu ben onca okulu bunun için mi okudum?” diye düşündüm. Kendimle kavga ediyordum bir yandan. Teknem alabora olduğunda da düşünmüştüm bunu. “En azından aldatan tarafta olmadım, kimseye bir zararım dokunmadı,” diye kendimi ikna etmeye çalışsam da, aklımın bir köşesinde, tenhada, öfke turşuları kuruluydu. Mevsimi gelince “Satmışım dünyanın anasını!” deyip sofraya koyacaktım belki.
Gençken bir mana veremezdim insanların alacaklı gibi yaşamasına. Neden herkesin hakkı yenmiş gibi hışımla hareket ettiğini bu yaşımda kavradım. Zira hepimiz gerçekten de alacaklıyız, hepimizin hakkına girilmiş. Öyle ya da böyle. Hayatın hele ki kalabalık şehir hayatının bir realitesi bu. Bir noktayı geçince yalnızca gidenin yerine yenisini koymak için el yükseltiyoruz. Kaybettikçe insan daha da iştahlı zar atıyor nitekim.
Elbette bazen yollar tıkanıyor. Gönlümüze küsüp, “Yok, oynamam!” diye kenara çekildiğimiz de oluyor, olmuyor değil. Bu sefer etliye sütlüye karışmayacağım, köşemde kendi hâlimde yaşlanacağım. Sessizce öleceğim. Azıcık aşım ağrısız başım. Palavra! İnsanı o uyuşuk hâlden çıkarmaya kaderin bir işveli fısıltısı yetiyor da artıyor. “Gel Şeref’çiğim gel! Vaktidir. Hakkın olanı almak senin de hakkın!”
Hikâyelerin yalapşap, gökten düşer gibi, onca hazırlığı hiçe sayarcasına bitmesinden ben de hazzetmem dostlarım ama vallahi de billahi de sonrası böyle cereyan etti.
Biz bankonun önünde çene çalmaya, plan yapmaya, birbirimize cesaret vermeye dalmışken Cemil içeri girdi. Yunan heykeli gibi herif, bir de iblis gülümsemesi suratında. Beyaz gömleğinin yakası açık, jilet gibi bir ceket. Mermer taşlı yüzük, pahalı görünümlü bir saat. Ragıp Bey’in üçüncü hanımının ağına düşmesi boşa değil yani. Beni hiç umursamadı zaten. Doğrudan muhatabının gözlerinin içine konuştu. Parayı sordu. Kayıtları hatırlattı.
“Hadi söyle muhasebeci Sevil’e de getirsin, bekliyorum. Nakit olsun ha!” diye alay etti. Sevil kim mi? Sadece ikisinin bildiği bir mesele olsa gerek. Her şeyi de bilemem takdir edersiniz ki.
Patron kafasını sallayıp ağır hareketlerle önce yerinden kalktı sonra da hususi tuvaletinin olduğu yöne doğru yollandı. “Muhasebe o tarafta değil ki,” diye pot kırmamak için zor tuttum dilimi. Kendini oraya kilitleyip intihar ettiği bir senaryo geçti aklımdan. İçimden attığım kahkaha bu sefer yüzüme yansımış olacak ki Cemil mevzuya ne kadar hâkim olduğunu göstermek istercesine, “Sen ne gülüyorsun lan, zevzek?” diye seslendi.
Piyon yeri geldiğinde stratejik önemi haiz bir taştır lakin tek başına hiçbir işe yaramaz. O yüzden bankonun arkasına geçip “Yok bir şey efendim,” diye geveledim sadece. Ustalarla uzaktan uzağa bakışıp dudaklarımızı kısarak vaziyetin ağırlığını onaylıyorduk.
Beklerken Cemil’in sıkılmaya başladığı halinden tavrından belliydi. Elini bankonun üzerine koymuş parmaklarıyla ritim tutmuştu. Beni orada esirmişim gibi hissettiren bakışlar atıyordu. Ne desem ters bir cevap verecekti. Susmak en iyisiydi.
Derken patron aynı yavaş adımlarla gerisin geri döndü. Ama artık dik yürüyordu. Yüzüne renk gelmişti. Tutunacak bir dal bulmuştu muhtemelen. Erkekler kaç yaşına gelirlerse gelsinler eğer işler istedikleri gibi gidiyorsa çocuk gibi bıyık altından gülerler. Blöf yapabilmek isteyenler, bu ham erkekliğin üstesinden gelmek durumundadır.
Ragıp Bey’in bu hâlinin işaret ettiği tek bir hakikat vardı, o an kavradım: Bana çıtlattığı silah öylesine akla düşmüş bir ihtimal değildi, hususi tuvaletinde belki senelerdir yatıyordu. Mal mülk makam sahibi insanlar bu türlü anların gelebileceğini öngörüyor, buna karşı tedbirler alıyordu illa ki. Başı sıkıştığında gidebileceği emniyet amirleri, savcılar, mafya babaları da vardır herhalde. Silah tek başına yetmez bir sistemin parçası da olmak gerekir.
Patron üç adım yakınımıza kadar gelip beline sokuşturduğu silahı çekti, mermiyi şarjöre verdi ve Cemil’e küfürler yağdırmaya başladı. Mevzuya üstü kapalı değiniyor, daha ziyade hasmının hayatını karartma tehdidi savuruyordu. Cemil’in yerinde ben olsam, o an ne isterse onu yapardım herhalde. Yahut bunun sonum olduğunu idrak ederek donup kalırdım. İnsan böyle dehşetli anlarda nasıl davranacağını tam kestiremiyor açıkçası.
Ama Cemil başka bir zümreye mensuptu. Yakışıklıydı, haytaydı, hayat pek çok yönden ona cömert davranmıştı ama cimrilik ettiği yerde de demir leblebiye çevirmişti onu. Karşılaştığı bu ölüm kalım meselesi karşısında köşeye sinmek şöyle dursun sırıtıyordu. “Katil mi olacaksın ha? Boynuzlu katil” diye de üsteledi. İki elini kafasına götürüp boynuz işareti yapması da cabası!
Böyle durumlarda alaycılığın dozunu iyi ayarlamak gerekir mi bilmem. Ragıp Beyciğim bir anlık kızgınlıkla tetiği çekse, yakışıklı Cemil’in hayatının baharında tahtalı köyü boylaması işten bile değildi. Ancak onun güvendiği hakikat de şuydu: Ragıp Bey ve onun gibiler eşeğini sağlam kazığa bağlar. Anlık hiddetle iş görmek, hayatlarının ve dahi zamanlarının pek de kıymetiharbiyesi olmayan bizim gibilerin alışkanlığıdır. Cemil’i bu kadar gözüpek yapan da budur esasında. Varlıklı kimselerin üçüncü karılarını ayartabilir lakin asla onlardan biri olamaz.
Gerçekten de patronun eli titremeye başladı. Bir şey diyecek gibi ağzını açıyor ama dilinin ucuna gelen sözleri mide asidi gibi gerisin geri yutuyordu. Konuşmak önceki işti. Silah ortaya çıkmışsa kelimeler sahneden çekilecekti. Rubicon geride kalmıştı.
Ne yapacağını bilemez hâlde kafasını yana çevirip bana baktı. Çaresizlik çapak gibi gözlerini kaplamıştı sanki.
Cemil öyle miydi? Her zayıflığı kolluyordu. Ekmeğini taştan çıkarırdı, aslanım benim! Hemen harekete geçip silahı patronun elinden kaptı. Atikti, güçlüydü. “Eyvah!” diye çığlık attım. Tabi yine içimden. İki büklüm olmuştum. Uzaktaki ustalarla birlikte maç seyreder gibi seyrediyorduk hadiseyi.
İki adım geriye açılıp namluyu patronun beliyle dizleri arasına doğrulttu Cemil. “Sıkayım mı ha? Sakat bırakayım mı bir de?” Ağza alınmayacak küfürler ediyordu. Patron namlunun işaret ettiği belden aşağısını gayriihtiyari geri çekti.
Aklımın çeşitli fakülteleri ne vakit bir araya gelip istişaresini yaptı bilmiyorum lakin hemen sonra kendimi bankodan fırlarken gördüm.
Neydi beni oraya iten şey? Katıksız merhametimin yeni bir oyunu mu? Olacakları engelleyebileceğime dair safça bir inanış mı? Yoksa patronun yerine kurşun yiyip ahir ömrümü garantiye almak mı?
Sebepler her şey olup bittikten sonra uydurduğumuz bir takım bahanelerdir dostlarım. O an irademizi kullanmaya zorlayan şey, aslında hiç değer vermediğimiz, alelade ve başka zaman olsa kulak arkası edeceğimiz bir gerekçe olabilir. Ama insan bu yavanlığı itiraf etmek istemez.
Ez cümle, o öğleden sonra şirket binasının giriş katında bir silah patladı. Olayın tam beş şahidi var. Kurşun namludan çıkıp alt karın bölgeme isabet etti ve belden aşağım felçli kaldı. Şikayetçi olmamam karşılığında patronla Cemil arasındaki mesele halloldu. Buna mukabil iş yeri kazası denilerek bana ne öldürür ne ondurur miktarda tazminat verildi. Bu hâlimle bu işi yapamayacağım anlaşıldığından iş akdim feshedildi tabi.
Ragıp Bey’in kırk yılda bir de olsa halimi hatırımı sormasını bekledim ama o günden bu yana onun cenahından tek kelime bana ulaşmadı. En çok ağrıma giden ne diye sorarsanız, söyleyeyim: Asansör ustalarının patrona arka çıkan şahitlikleri. Kaç paraya anlaştılar bilmiyorum. Köftehorlar!
Öykünün atmosferi gerçekten etkileyiciydi. Karakterlerin duygu dünyası çok iyi yansıtılmış, özellikle finali beklenmedik ama tam yerinde olmuş. Okurken içine çeken bir anlatımı var, keyifle okudum. Çok sürükleyiciydi. Elinize sağlık. 👏
✨📖✨
Ama bir sorum olacak: neyden esinlenerek bu hikayeyi ve karakterleri oluşturdunuz?
Okumakta olduğum kitaba, gelen bildirim sebebiyle ara verip hikayeyi okudum, pişman değilim, iyi öyküydü.