Paçayı fena hâlde kaptırmanın anatomisi
Bağımlılıklar, sosyal medya, Matrix ve Avrupaî hayat tarzı
Geçen gün gözlüklerimin camını temizlerken onlar olmadan günlük hayatımı sürdüremeyeceğimi düşündüm. Aynadaki gözlüksüz, hâliyle yeterince göremeyen kendimle göz göze geldik ve tıslar gibi güldük. Narkissos kadar olmasın, aynadaki görüntümle genelde iyi anlaşırız. Bazen eğleşir, bazen dertleşiriz. Karşımdaki manzaraya hayran olduğum söylenemez lakin alışkanlığın getirdiği güçlü bir bağ da var. Dile kolay otuz altı seneyi devirdik birlikte. Aynalar olmadan yaşamak da zor olurdu, şimdi düşününce. Gözlüğe nazaran daha az gerekli ama gerekli. Şöyle bir liste yapsak neler çıkar “Onsuz yaşayamam!” diyeceğimiz. Bağımlılık aynı zamanda esaret de getiriyorsa – ki pek tabii getiriyor – kimlerin, nelerin esiri olmuşuz da haberimiz yok! Ya da haberimiz var ama yapacak da bir şey yok. Miyop olduğunu bilmeden sürekli gözlerini kısarak bakan kovboylar erken ölüyorlardı nitekim.
Belçika’da birisi şey demişti: Devlet sosyal politikalar aracılığıyla “3B”yi karşılamayı taahhüt eder. Bath, Bed, Breakfast. Yani banyo, yatak ve kahvaltı. Sizi bilmem ama ben duş almadan dışarı adım atamıyorum. Cildim yağlı epey. Bazıları alıştırdığın için öyle oluyor diyor ama kokmadan bu alışkanlıktan nasıl kurtulacağımı da bilemiyorum. Pandemi zamanı o kadar banyosuz günüm geçti ama bana mısın demedi vücudum. Kahvaltısız yaşayabilirim. Hatta meşhur Türk kahvaltısı denen şeye bir türlü ısınamadım. Yeni yeni fark ediyorum ki bunda süt ürünlerine karşı bir miktar hassas bağırsaklarım sebep olmuş. Mısır gevreği ya da yoğurtlu granola da yiyemiyorum kolayından. Tam manasıyla laktoz intoleransına sahip değilim ama laktoz huzursuz ediyor bağırsaklarımı. Adı da Huzursuz Bağırsak Sendromu zaten. Tanı filan konmadı aslına bakarsanız ama Instagram Reels’e güveniyorum.
Eşyalara ya da günlük rutinlere bağımlılık can sıkıcı olduğu kadar rahatlatıcı da. İnsana bir yol haritası sunuyor. Sabah kalktınız mesela, ne yapacağınızı adınız gibi biliyorsunuz. Hep yüksünüyorsunuz zorunluluklardan ama kimse sizden bir şey beklemediğinde onca boş vakti nasıl harcayacağınızı şaşırıyorsunuz. Ben satranç oynamaya başladım mesela sıkıntıdan. Kısa sürede başlangıç seviyesiyle orta seviye arasına bir yere geldim ama ilerleyemiyorum. Çünkü hep 5 dakika süreli oynuyorum ve hesap kitap yapmak yerine içgüdülerimle hareket etmek istiyorum. Kumarbazların heyecanını daha iyi anladım diyebilirim. Acaba bu hamle işe yarayacak mı? Rakibim benim o 3-5 saniyelik aralıkta göremediğim başarılı bir hamle yaparsa ne olacak? Bazen çok kıvrak ve zekice oynayan birisinin karşısında acizliğimi hissedince hırs yapıp daha da fazla taş kaybediyorum ve duyguların nasıl akla hükmettiğini ilk elden deneyimliyorum böylece. Keyifli.
Bağımlılık demişken, Noel akşamı bir Türk lokantasına (Türkiye’deyseniz düz “lokanta”, yurt dışındaysanız “Türk lokantası”) gittik ve garson yükselen enerji fiyatları sebebiyle cağ kebabı servis etmeyi bıraktıklarını söyledi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’ya askerî harekât düzenlemesi, Utrecht’te cağ kebabı zevkimizi öldürdü bir başka deyişle. Dünyanın birbirine bu kadar bağımlı olması da acayip. Eğer çevreye özen gösteren ve sadece uygun malzemeyle üretilmiş kıyafetler satan bir giyim mağazasında kazak bakacaksanız, aşağı yukarı yüz avro ödemeniz gerekiyor. Halbuki Primark’a ya da H&M’e giderseniz 15-20 avroya bir kazak alabilirsiniz. Çünkü bu iki firma (ve başkaları da tabii) hem ucuz, çabuk yıpranan, çevreye zararlı malzeme kullanıyor, hem de üretimini Güney Asya’da ucuz iş gücüyle (bazen çoluk çocukla) çözüyor. Bu markaları Avrupa’da orta-alt sınıf tercih ediyor hâliyle, bu ucuzluk sayesinde ihtiyaçlarından fazla alışveriş yapma imkânına sahip oluyorlar ve böylece tüketim kültürünün içinde kalıyorlar. Dünya böylece birbirine bağlanıyor.
Eskiden, doksanlarda filan, “çocuklar televizyonda görüyor özeniyor” klişesi vardı. Ekranlardaki dünya, size başkalarından haberler taşıdığı kadar, sizin NE OLMADIĞINIZI da haykırır yüzünüze yüzünüze. Ayna gibi. Ama büyülü bir ayna. Bakıp bakıp zengin olmadığınızı fark edersiniz mesela. Güzel olmadığınızı, güvende olmadığınızı, sağlıklı olmadığınızı, kapısını çalacak kimsenizin olmadığını, durup dinlenecek vaktiniz olmadığını… Ama bu farkındalık, dozundadır, sizi isyana teşvik etmez, bilakis gazınızı alır. Şimdi hem ekranlar çoğaldı, hem de ekranda geçirilen vakit. Hani diyorlar ya: Öğrenciler bir dersi ancak 20 dakika tüm dikkatlerini vererek dinleyebiliyorlar, sonra zihin başka yerlere kaçmaya başlıyor. Telefon ekranında akıp giden şeylere bakarken de ancak 15-20 dakika kadar “eleştirel” (temkinli?) olabiliyoruzdur herhalde. Ardından birikmiş suyun barajları yıkıp geçmesi gibi bütün defans mekanizmalarımızı yerle bir ediyordur maruz kaldıklarımız. Yani bu artık bir akıl-fikir meselesi değil. Hani şu Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) filminde Alex’in gözlerini aletlerle sürekli açık tutup ona bir takım görüntüleri kesintisiz izlettiriyorlar ya “ehlileştirmek” için. Onun gibi düşünebiliriz. Alex bambaşka birine dönüşüyordu. (Evet: Uzun zamandır başka biriyiz ve ben artık bizi tanıyamıyorum.)
Bu ekranlara bağımlılığımızın bir değil birkaç yönü var, bana kalırsa. Evet, işin psikolojik tarafları su götürmez bir gerçek: Oranın bize sunduğu hazır lezzeti (fast food) başka pek az şey verebiliyor günlük hayatımızda. Ama orada akıp giden şeylere tutunmak da günlük sosyal yaşantımızın bir parçasına dönüşmüş durumda. Yani o ekranda gördüğümüz bir dünya var ve o dünyaya ait hissetmenin yolu oyunu kurallarına göre oynamak. Twitter’daki son esprileri, Instagram’daki en yeni fenomenleri, TikTok’taki taze trendleri bilmemek, hayatın sonu gibi bir şey. Arkadaşlık ilişkilerinizi bile etkileyebilir çünkü diğer herkes bu “bilgiler” etrafında şekillenen bir muhabbeti sürdürürken, eğer bu “bilgiler”den yoksunsanız, muhabbete sadece yancı olabilirsiniz. Ve tarih bize gösteriyor ki yancıları kimse sevmez. (Bir akşam üniversiteden arkadaşlarla oturmuş öyle havadan sudan konuşuyorduk ki, ortamdaki birisi hakkında şu inanılmaz tespit yapıldı: “Sen hiç muhabbet açmıyorsun, hep bir muhabbete kenarından dâhil oluyorsun, tuhaf!” Bu nasıl bir gözlem kabiliyetidir? Şapka çıkarmıştım.)
Günümüzün 7-8 saati uykuyla geçiyor ama kendimizi uykuyla (ya da rüyalarımızla) tanımlamıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bu harcanması gerekli bir miktar, maaşın bir kısmının ev kirasına gitmesi gibi. Beden kirası olarak uyuyoruz bir başka deyişle, keh keh. Kalan vaktin bir bu kadarını da ekranda geçiriyoruz (bazıları daha az tabii). Ama kendimizi bununla da tanımlamıyoruz pek. Bu da günlük sosyalleşme harcırahı gibi bir şey. Bir de zorunluluklar var. Cep telefonunun icadından bu yana insanlığın tuvalette geçirdiği sürenin gözle görülür biçimde artması var mesela. (Lafı gelmişken, bu türlü yazılar da en iyi tuvalette okunur. Hem boş durmamış olursunuz.) Yahut yemek yeme zorunluluğu. Evet, iyi bir orta sınıf olursanız, yemek yemeyi rafine bir ritüel hâline getirebilirsiniz filan, ama yemek için harcadığımız vakit beni her daim hayıflandırıyor. Belki de filmlerde gördüğüm restoran sahneleri çok hoşuma gittiği için, elimde olsa (bağırsaklarım ve maddi durumum müsaade etse) her gün dışarıda yerim. Sosyal medyayı artık pek sevmiyorum ama sosyal mekânları, bir lokanta mesela, hâlâ çok seviyorum.
“Yaşam tarzı” dediğimiz şey toplumların yaşayış biçimlerinin zamanla belli bir kıvama gelişiyle ortaya çıkmış gibi yapıyoruz ama bugün bir orta-alt sınıfın hayatı bundan yüz elli iki yüz sene önceki aristokratların ya da yeni burjuvaların hayat tarzının bir izdüşümü. Hassaten yeni dünyaların keşfi ve yeni kolonilerin ortaya çıkışıyla başlayan Avrupa zenginleşmesinin yarattığı “yaşam tarzını” bugün daha geniş kitleler olarak deneyimliyoruz: Şehir hayatının getirdiği kamusal ve özel alan ayrımları, zamanın günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak tanzimi, okul-iş-emeklilik döngüsü, toplumun bürokratikleşmesi (kurallar ve yeni ritüellerin icadı), toplumsal hayatın yeni mekânlar (tiyatro, müzikhol, kafe vs.) ve araçlar (kitap, gazete, sinema vs.) etrafında akıp gitmesi… Bunlar on dokuzuncu yüzyılda Avrupa şehirlerinde kıvama gelmiş “yaşam tarzı” ve bugün “demokratikleşme” dediğimiz olgu sağolsun, çok daha geniş kitleler bu “yaşam tarzı”na erişebiliyor. Yaşasın! (Herkes hevesini alınca vazgeçeceğiz bu tarzdan herhalde.)
Gerçi düşününce öncesinde de çiftçilik vardı ve 1300’lerde Limburg’daki bir çiftçiyle Tibet’teki bir çiftçi benzer alışkanlıklara sahip olmak zorundaydı zira tarım dediğimiz şeyin gereklilikleri ortada. Şimdi şehirler var ve şehirlilik hangi kültürde olursa olsun benzer okazyonlar meydana getiriyor. Evrensellik diye bir şey var diyebilir miyiz şimdi? Yani insanlık hikâyesi, avcı ve toplayıcılıktan başlayıp kozmopolit ve kalabalık şehirlere doğru giden ve her kültürün gelişmişlik seviyesine göre bu zaman çizgisinde bir yerlerde bulunduğu lineer bir akış mıdır? Dinler var mesela. Her kültürün kendi dini inanışları var. Bir antropolog bunlara bakıp içerikleri benzemese bile işlevlerinin aynı olduğunu söyleyebilir, katılır mısınız peki siz de buna? Kalbim(?) buna itiraz etse de, aklım sürekli bu fikre çeliniyor, dürüst olmam gerekirse. “Medeniyetler çatışması” tezinin bana en absürt gelen kısmı da burası: Siz hepiniz aynısınız ne medeniyetleri? Ama tarihten de biliyoruz ki, en fiyakalı yanlışlar bir başkasıyla farkını ortaya koymak adına yapılıyor. Halbuki insan zamanla en zıddına (en büyük düşmanına) benziyor. Çünkü zamanının çoğunu onunla geçiriyor ve zihnin defans hattını bu yoğun maruz kalma hâli yerle bir ediyor. Gözümüzün gördüğü şeye dönüşmekle lanetlenmişiz.
Hatırlarsınız, Matrix’in üçüncü filminde, Neo ile Konsey Üyesi Hamann arasında şöyle bir konuşma olmuştu:
Hamann: Hemen hemen kimse buraya [Son insan şehri Zion’un altyapı araç gereçlerinin olduğu mühendislik katı] gelmiyor artık, tabii bir problem yoksa. İnsanlar hep böyledir: Bir şey çalıştığı sürece kimse nasıl çalıştığını umursamaz. Ben burayı seviyorum. Şehrin bu makineler sayesinde ayakta kaldığını kendime hatırlatmayı seviyorum. Bu makineler bizi hayatta tutarken, başka makineler bizi öldürmek için geliyor. İlginç değil mi? Hayat verme gücü ve o hayatı yok etme gücü.
Neo: Biz de aynı güce sahibiz.
Hamann: Sanırım evet. Ama buraya gelince bazen hâlâ Matrix’e [kablolarla] bağlı insanları düşünüyorum ve bu makinelere bakınca bizim de bunlara bağ[ım]lı olduğumuz fikrine kapılmadan edemiyorum.
Neo: Ama bu makineleri biz kontrol ediyoruz, onlar bizi kontrol etmiyor.
Hamann: Tabi ki, nasıl etsinler ki? Bu fikir tamamen saçma, lakin… yine de şu düşünceye sevk ediyor insanı: Kontrol nedir?
Neo: Eğer istersek, bu makineleri kapatabiliriz.
Hamann: Elbette. İşte bu. Doğru cevap! Kontrol bu demek değil mi? Eğer isteseydik onları parçalarına ayırabilirdik. Gelgelelim eğer bunu yaparsak ışıklandırmamıza, ısınmamıza ve havalandırmamıza ne olacağını düşünmemiz gerekirdi.
Neo: Yani bizim makinelere makinelerin de bize ihtiyacı var. Ana fikir bu mu Konsey Üyesi Hamann?
Hamann: Hayır, hayır, bir ana fikir yok. Yaşlı insanlar bununla uğraşmazlar.
(…)
Yüzyıllar boyunca insanlar doğayı gözlemleyip oradan sonuçlar çıkararak yaşadılar. Felsefe, bilim ve hatta bazılarına göre dinler böyle ortaya çıktı. Bugün “doğa” dediğimiz şeyin yerini kendi üretimimiz olan “teknoloji” aldı. Günümüz apartmanlara, kaldırımlara, arabalara, asfalta ve ekranlara bakarak geçiyor. Eski insanlar doğanın kontrolünün kendilerinde olmadığının bilincindeydi ve onu alt etmek için epeyce bir zaman çabaladılar. Bizim naifliğimiz biraz, sanki, bu yarattığımız dünyanın kontrolünün bizde olduğunu zannetmek. Geçen gün gözlüklerimin camını temizlerken işte bunları düşündüm.