Buralarda (Belçika’nın Flaman bölgesi) yayınlanan bir online derginin 20. yılı sebebiyle, “İfade Özgürlüğü” başlıklı bir hikâye yarışması açıldı. Eşim heyecanla bana ilgili haberi gönderdi. Ben de bir hikâye yazıverdim. Sonuç? Kazanamadım. Muhtemelen dikkat bile çekmedi. Katıldığım için teşekkür eden bir e-posta dışında cevap alamadım.
Ama siz vefalı okurlar merak eder, okursunuz diyerek o yazdığım hikâyeyi sizinle paylaşmak istedim.
Hikâyeyi Türkçe yazmıştım ve Hollanda’da yaşayan bir dostum sağolsun Flamanca/Hollandaca diline çevirdi. Birkaç Hollandalı tanıdığına okuttu. Sonra ne olur ne olmaz deyip bir Belçika Türküne tekrar okuttuk. Bilen bilir, iki ülkenin dilleri ortak olsa da nüans farkları mevcut.
Sizinle paylaşmadan evvel hikâyenin üzerinden tekrar geçtim. Birtakım değişiklikler yaptım. Bir de hikâyeyi yarışmaya gönderdikten sonra aklıma gelen farklı bir son fikrim vardı, onu ekledim. Bakalım beğenecek misiniz?
NOT: Bu e-bültene abone olmak isterseniz aşağıya e-posta adresinizi yazabilirsiniz.
Ofis
Sık sık o zavallı adamı düşünüyorum. Bir sene kadar oluyor, karanlığın içinden, bir akşam vakti çıkıp gelmiş, ayda yılda bir kişinin uğradığı ofisin kapısını çalmıştı. Buraya varabilmek için dondurucu soğukta saatlerce yürümüş olmalıydı.
Kapıyı açar açmaz hemen maskemi takmış, onu dezenfektan ünitesine yönlendirmiş ve kalın cam bölmenin arkasından ona nasıl yardımcı olabileceğimi sormuştum. Eski püskü kıyafetleri, düşmüş omuzları ve yorgun gözleriyle karşımdaydı. İki adımda bana yaklaşarak bir kâğıt parçası uzattı. Titrek bir el yazısıyla bir şeyler karalamıştı. “Bu mesajı,” dedi güçlükle, “bütün insanlığa iletmem gerek.”
Kâğıdı elime alıp okumaya başladığımda hem çok şaşırdım hem de onun adına içten içe üzüldüm. Elbette mesajın içeriğini olduğu gibi buraya yazacak değilim, bu sorumsuzluk olurdu.
İşim gereği, her durumda iletişime açık olmalıydım. Yüz yüze hizmet veren az sayıdaki kamu kuruluşundan birinde çalışıyordum sonuçta. Hemen kendimi toparlayıp şöyle dedim: “Efendim bu mesajı gönderebilmem için üzerinde çok ciddi değişiklikler yapmamız gerekli. Bunu onaylıyor musunuz?”
Söylediklerimden dehşete kapılmış gibi yüzüme baktı. Ellerini yukarı kaldırıp heyecanla zıt yönlere sallıyor, kafasını da sağa sola çeviriyordu.
“Çok özür dilerim ama,” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım, “biliyorsunuz kurallarımız var. İsterseniz biraz oturun, dinlenin. Sonra tekrar konuşalım.” Ona duvardaki bir karışlık çıkıntıyı gösterdim, oturabilmek için hafifçe kendine doğru çekmesi gerektiğini de elimle işaret ettim.
O ise mahcup bir biçimde ayak uçlarına bakıyor, derin derin nefes alıyordu. Sonra kafasını kaldırdı ve sararmış dişlerini göstererek gülümsedi. “Belli ki bana inanmıyorsunuz,” dedi ezberlenmiş bir konuşmaya başlar gibi. “Mutlaka inanmayanlar çıkacaktır. Ama insanlar, inanmasalar da, Tanrı’nın kelimelerinden mahrum bırakılmamalı değil mi?”
Ofisin ısrarcı müşterilerle ilgili mevzuatı bellidir. Eğer isteseydim onu kolaylıkla kapı dışarı edebilirdim. Ama hâline üzülmüştüm de. Belli ki evrensel pharma-psikiyatrik yardım hakkından faydalanamıyordu. Böyleleriyle ilgili imalı haberler okumuştum.
“Efendim hemen şuracıkta, cam bölmenin önünde bir kırmızı tuş var. Eğer ona basarsanız, sizinle regülasyonların dışına çıkarak konuşabilirim. Böylece meramınızı anlatma fırsatınız olur, ne dersiniz?”
Adamcağız hiç ikiletmedi. Yine kirli dişleri belirmişti kara suratının ortasında. Ben de, iyi niyetimi görsün diye, maskemi çıkarıp masaya bıraktım. “Şimdi,” dedim, “siz bir çeşit peygamber mi oluyorsunuz bu durumda?”
Yüzü bir an düştü. “Hayır hayır,” dedi. “Elçi diyelim.” Tevazu ile korku arasında bir tondaydı sesi. Empati eğitimim sağolsun, neler hissettiğini anlayabiliyordum ama yine de kendimi Tanrı’yla konuşurken hayal edemedim bir türlü.
“Koskoca 21. yüzyıl hiç yaşanmamış gibi mi davranacağız?” diye sormak iyi bir fikir gibi geldi o an. Kafası karışmıştı. “Küresel iç savaş, salgın hastalıklar, çevresel felaketler, terör saldırıları… Bunları hiç düşünmüyor musunuz?” diye açıkladım. “Bu ofisler, elimizde kalan son sığınak! Dünya üzerindeki 1 milyar insanı yeniden birbirine düşmekten alıkoyan tek şey!” Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama yaptığım işle gurur duyuyorum.
Sözlerim onu sarsamadı. “Bu mesaj,” dedi, “bizi kurtuluşumuza götürecek!”
Ona uzun uzun tarih dersi vermeye niyetlenmiştim ki, konuşmaya devam etti: “Tanrı aramızdaki iletişimi onarmamızı istiyor. Herkesin birbirinden kaçtığı, köşesine çekildiği, ölümünü beklediği bir dünyayı kabullenmemeliyiz. İnsanlar ağaçlar gibi sessiz yaşamamalı. Hayvanlar gibi sadece sürüleriyle konuşmamalı.” Bana uzattığı kâğıtta bunlar yazmıyordu.
Muhtemelen yıllardır canlı kanlı gördüğü tek insan bendim. O yüzden ağırdan alıyordum. Heyecanını bastırsın, yaptığı hatayı kendisi anlasın istiyordum. “Şöyle bir etrafa bakın bayım,” dedim geniş pencereden dışarıdaki acımasız karanlığı göstererek, “dünyayı bu hâle biz getirdik. Şimdi ona ve kendimize daha fazla zarar vermemek için bazı fedakârlıklar yapmalıyız.”
Ofisin içini kafesteki bir kuş gibi adımlamaya başladı. “Tanrı,” dedi sonra, “ikinci şansları sever. İnsanlar yeniden özgürleşmeli!” Kısacık bir an için, tutkulu bir peygamberin ilk takipçisi gibi hissettim. Onca şeyden sonra özgürlük hâlâ efsunlu bir kelimeydi. Ama hemen kendime geldim. Tanrı’yla konuştuğunu söyleyen bir delinin, bana ders vermesine tahammül edemezdim!
“Bir yalana inanarak mı özgürleşecek insanlar?” dedim gülerek. “Tanrı yok bayım! Eğer olsaydı, ona diyecek iki çift lafım vardı.”
Dişlek gülümsemesi şaşırtıcı biçimde geri geldi. Tuzağına düştüğümü anladım. “Ne söylemek isterdin Tanrı’ya?” diye sordu bir misyoner, hatta kurnaz bir aracı edasıyla. Kısa süre sessiz kaldım ama sonuçta düğmeye o basmıştı ve konuşmalarımız üstlerime iletilmek üzere kaydedilmiyordu.
“Pekâlâ,” dedim, “şunları söyle Tanrı’na: Politikacılar, milyarderler, medya lortları, vaizler, demagoglar… Bunlar her şeyi mahvederken neredeymiş? Yaşadığımız onca felaket karşısında aklımızı iyice yitirip dünyayı ateşe verirken neredeymiş? Nefret gözlerimizden fışkırırken, insanlar artık birbirini dinlemekten vazgeçip öldürmeye başladığında neredeymiş? Görüyor mu sayımızın ne kadar azaldığını? Yakında tükeneceğimizi?” Gerçekten de bu soruları Tanrı’ya soruyormuş gibi öfkeliydim. Dahası, o an Tanrı’nın karşımdaki zavallı aracılığıyla cevap vermesini bekledim.
Ama adamcağız suskundu, hatta içine gömülmüştü. Belki de benim düşündüklerimi düşünüyordu.
Bana sorsaydı o an, insan türü olarak intihar ettiğimizi fakat ölemediğimizi söylerdim. Şimdi, intihar sonrası kesif bir hissizlik ve yorgunluk dönemindeydik. Hayatla bağımız kopuktu. Beklentilerimizi yitirmiştik. Ofisimiz tam da bunun için önemliydi. On yıllarca herkesin her şeyi özgürce konuşabildiği, herkesin herkese bir tıkla ulaşabildiği dijital medya alanlarımız vardı. Güya sınırsız ifade özgürlüğüne sahiptik. Ama bütün bunlar bize, kaçışı olmayan bir vahşeti hediye edecekti. İhtiraslarımız ve egolarımızla ördüğümüz tel örgülerin içinde, gezegen çapında bir kafes dövüşü sahnelemiştik. Ne için? Hiç.
O da bunları biliyor olmalıydı. O an birlikte bir katharsis anı yaşadığımızı düşünmüştüm ki, adam ısrarcı bir havari gibi yeniden Tanrı’nın mesajını insanlığa ulaştırmaktan bahsetmeye başladı.
En başa dönmüştük. “Tarafsızlık” protokolümüzü ve bunun faydalarını bir çocuğa anlatır gibi anlattım. Kamuya açık mesajların, mutlaka bu ofislerden geçmesi gerektiğini, ancak gerginliğe ve öfkeye sebep olmayacak biçimde barışçıl bir ton kazandığından emin olunca kamusal iletişim havuzuna dâhil edilebileceğini anlattım. Bunca tantanadan sonra, nihayet ortak, objektif bir hakikat inşa etmenin yolunu bulmuştuk. Bunu riske edemezdim.
“Eğer bu protokolü kabul ederseniz,” dedim kibarca, “mesajınızı bütün insanlığa, yani 1 milyar iletişim tabletinin tamamına ulaştırmaktan mutluluk duyarım.”
Bir an uzlaşacakmışız gibi, “Pekâlâ, nasıl bir değişiklikten bahsediyorsunuz?” diye sordu. Kâğıdı tekrar elime aldım. “Dürüst olmam gerekirse,” dedim, “bu mesajın Tanrı’dan geldiğini söyleyemeyiz. Bunlar sizin fikirleriniz.”
Yere eğik kafasını sağa sola sallamaya başladı tekrar. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu.
“Üstelik pek fikir gibi de değiller. Daha ziyade, sağlıksız bir zihnin sayıklamaları. Başka bir çağda yaşasaydık, sizi akıl hastanesine kapatırlardı!”
Bakışlarında hayretle karışık bir tekinsizlik belirdi. Bir an ileri gittiğimi düşündüm. Ama protokole göre, yüz yüze iletişimde bu şekilde konuşmak mahsurlu değildi. Herhangi bir yasayı çiğnemiyordum. Hele ki korunaklı bir durumdaydım, güvendeydim.
Vazgeçip ofisi terk etmesi işime gelirdi ama tuhaf bir biçimde, içten içe, mücadelesini sürdürmesini de istiyordum. İşlerin nereye kadar gidebileceğini merak etmek, sınırları sonuna kadar zorlamak ilk günahımızdı.
“Neden güvenmiyorsunuz insanlara?” diye sordu zar zor duyabildiğim bir sesle. Sonra, yüz yıllar öncesine ait ezberlerle dolu bir nutuk çekti histerik bir biçimde.
Eğitimsiz ve yoksul biri olduğunu varsayarak, hata etmiştim belli ki. Ofise geldi geleli önümdeki ekranda açık duran dijital vatandaşlık profiline hızlıca göz gezdirmeye başladım. Pekâlâ yüzde 5’liklerin kullandığı ve üzerinde daha az kontrol bulunan iletişim araçlarına erişebilir, yine Tanrı’dan bahsedemese de, bu fikirleri kısmen nüfuzlu insanlara ulaştırabilirdi. Hayatında bir şeyler ters gitmiş olmalıydı.
“Eyüp Bey,” diye söze başladım, ona ilk kez ismiyle hitap ediyordum, “bunu söylemek benim üstüme vazife değil ama daha derinlerde, sizi gerçekten rahatsız eden bir şeyler yaşamış olabilir misiniz?”
Yine kendi kendine konuşur gibi cevap verdi: “Her şeyimi yitirdim ben. Her şeyimi. Bunun yalnızca benim başıma gelen, kişisel bir talihsizlik olduğunu düşünüp durdum. Bütün sorumluluğu üstlendim. Kimseyi suçlamadım. Karanlığı içime çektim, anlıyor musunuz? Ama sonra bir şey oldu. Sanki hayatım boyunca ilk kez nefes alıyordum. Istırap içinde kendi varlığımın ezilip parçalanmasına izin verince, bütün insanlıkla bağ kurduğumu hissettim. Ben başarısız değildim. Hepimiz karanlıktaydık. Hepimiz düşmüştük. Bunu kavradığımda, Tanrı benimle konuşmaya başladı. Çünkü anlıyordum. Her şeyin nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu anlıyordum. Tanrı, o zifiri karanlığın içinden ışığıyla bana yolu gösterdi. Ne olur inanın bana, ben deli değilim!”
Bu son cümleyi mümince bir tatminkârlıkla değil çiğ bir kıymetsizlik hissiyle çıkarmıştı ağzından.
O an ona inanmayı o kadar çok isterdim ki. Ama bildiklerim beni engelliyordu. Bu karanlığı kendimiz yaratmıştık. Burada yaşamayı öğrenmeliydik. Çaresizce, umutsuzca. Özgürlük için şansımız vardı ve onu harcamıştık.
“Tanrı bize kaybettiklerimizi geri vermeyecek Eyüp Bey,” dedim onu kapı dışarı etmeden önce. “Sözlerimize dikkat etmeliyiz. Ofis, bunun için var. Çünkü her şey sözle başladı. Sessizlikle sona erecek.”
Tavandaki monitörden, yeknesak adımlarla gidişini seyrettim bir süre. Gözümü önümdeki ekrana düşürmüştüm ki, her yeri aydınlatan bir ışık huzmesi kapladı etrafı. Ya dünyalar arası maden taşıma araçlarından biri zavallı adama çarptı ya da kahrolası küresel ısınma şimdi de dev şimşeklere sebep oluyordu.