Eğer insanlarda bir konuya dair kısa süreli hayranlık duygusu uyandırmak istiyorsanız, o konuya esrarengiz veya kutsal bir hava katabilirsiniz. Eğer onları uzun vadede bir konudan soğutmak istiyorsanız, şaşırtıcı ama yine aynı şeyleri yapmalısınız.
Bana kalırsa Türkiye’de, Türkçe edebiyatta olan biraz bu. Edebiyat sadece rafine bir zevk ya da bir kaçış denemesi değil. Mühim bir ihtiyaç. Bazen de bir çeşit oyun.
Öte yandan son yıllarda bir tsunamiye dönüşen “storytelling” (hikâye anlatıcılığı) furyası, aşırı pragmatist, yazma ve anlatma zanaatini bir konfeksiyon üretimine dönüştürüyor.
Bu sebeple, size biraz kitap okumanın, yazı yazmanın ve edebiyatın pratik faydalarından bahsetmeyi planlıyorum. İyi edebiyatla meşgul olmanın, masanın başına oturup bir şeyler yazmanın sadece ilgilisine ya da belirli bir kültürel zümreye ait olmadığını göstermek istiyorum.
Bir de yazıyı okurken dinleyebileceğiniz bir parça bırakıyorum buraya… Hazırsanız başlayalım.
NOT: E-posta adresinizi yazarak bu yayına abone olabilirsiniz!
1: “İnsan neden hikayelere ihtiyaç duyar?” (okuma parçası: link)
Tarihi kayıtlara göre binlerce yıldır kurmaca hikâyeler anlatılıyor. Bilinen en eski “hikâyeler kitabı” yaklaşık 4 bin yıl önce yazılmış Gılgamış Destanı.
Bunlar, vakanüvislikten, tarihi yazıya geçirmekten biraz farklı. Çünkü hikâyeler daha ziyade olup bitenin sembolik bir anlatımı. Alegorilerle, metaforlarla paketlenmiş mesajlar. İçlerinde en ağır ifadesiyle “katmerli yalanlar”, en hafif tabirle bolca “çarpıtma” barındırıyorlar.
Aslında bu kaçınılmaz da bir durum. Dedikodu yapmayı sevenler iyi bilir, hiçbir zaman gerçeği ucu ucuna, olduğu gibi anlatamazsınız. Dillendirdiğiniz anlatı, onun bir cüzüdür ancak.
Gene de bu eski alışkanlıkta, bir takım toplumsal faydalar gözetilmiş. Her şeyden önce hikâye anlatmak toplumsal bir iletişim faaliyeti. Fikirlerin, duyguların, değerlerin ya da inançların nesilden nesle aktarımını sağlıyor.
Bununla birlikte toplumun kimlik ya da davranış kodları etrafında toplanmasını, hikâyenin anlatıldığı toplum için iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın sınırlarının çizilmesi işlevi görüyor.
Sürekli depremlerle sarsılan bir coğrafyanın insanlarını düşünün, size yerin öfkesiyle ilgili yüzlerce hikâye anlatacaklardır. Yoğun yağışlarda evleri yıkılmış, sık sık yaşanan sele kurbanlar vermiş bir topluluğun, gökyüzüyle aşk ve nefret ilişkisi kuran öykülerine de şaşırmazsınız.
Çocukluğumu hatırlıyorum. Çorba içerken çoğu kez çorbanın içindeki, bazen şehriye, bazen de undan yapılma taneleri kenara ayırırdım. Babaannem o zaman şakayla karışık şu hikâyeyi anlatırdı: İki çocuk varmış. Birisi çorbayı taneleriyle birlikte yermiş, diğeriyse ayırarak. Büyüdüklerinde güreş tutmuşlar ve taneleriyle yiyen kazanmış.
Bu basit ikna yöntemi, binlerce yıldır toplumumuzun bir parçası ve edebiyat da buradan türüyor. Gılgamış Destanı’ndaki sonsuzluk arayışı ya da Homer’in eserlerinde tanrılarla insanların işleri, üzerlerindeki felsefî kabuğu sıyırdığınızda, benzer işleve sahip.
2: Empati (okuma parçası: link)

Filozof Soren Kierkegaard günlüklerinde şöyle yazmış: “Felsefenin bize dediği şey gerçekten de doğrudur, hayat geriye doğru giderek anlaşılabilir. Ancak bunu derken önermenin ikinci ayağı unutulur; hayat ileriye doğru yaşanır. Bu öyle bir önerme ki, üzerinde dikkatle düşündüğünüzde, hayatın belirli bir zaman dilimi içinde asla kavranamayacağı sonucuna varırsınız; çünkü zamanın tamamen durduğu ve benim de geriye doğru gidebildiğim tek bir an bile yoktur.”
Bu alıntının genelde şu şekilde özetlendiğini görürsünüz: “Hayat geriye doğru anlaşılır, fakat ileri doğru yaşanmak zorundadır.”
İnsanın yeryüzündeki diğer canlılardan farkı, hayatla ilişkisini ömür boyu yeniden ve yeniden keşfetmek zorunda olması. Bir ağaç gibi değil; ne zaman yaprak dökeceğini, ne zaman meyve vereceğini öğrenmesi yıllarını alıyor.
Bu yüzden, hayata dair tecrübeyi, hayatın bir çeşit simülasyonu olan hikâyelerden edinmek durumunda. Başka insanların başlarına geleni incelerken, “Ben olsaydım ne yapardım?” sorusu üzerinde düşünme imkânı buluyor. Hayatın karşısına çıkarabileceği zorlukları ve kolaylıkları, başkaları üzerinden tanıyor.
Bununla birlikte insan hayatı yekpâre bir bütün değil. Davranışlarımızın arkaplanında birbiriyle iç içe geçmiş bir yığın sebep var. Ve bunlar her zaman anlamlı, çelişkisiz, pürüzsüz bir bütün oluşturmuyor. Hayatı anlamlandırmanın en iyi yolu onu epizotlara bölmek. Roman ya da dizi bölümleri gibi kendi içinde daha kısa serüvenlere ayırmak.
Bunu edebiyatta ilk fark edenlerden biri Rus kuramcı Victor Shklovsky. 1917 yılında, ilk modern roman olarak anılan Cervantes’in Don Kişot’u hakkında (bir başkasının özetiyle) şunları diyordu:
“Cervantes, romanını epizotlar hâlinde tasarlamıştı ve baş karakterinin ‘problemi’ gerçekle kurguyu ayırt edememekti. Bu absürt şakayı her bölümde tekrar etmek, nihayet ortaya daha derin ve nadir bir eser çıkardı. Denebilir ki karmaşık Don Kişot karakterini, yazmaya başlamadan [tasarlamadı], bizzat yaza yaza meydana getirdi. Karakteri hakkında uzun uzadıya düşünürken yeni bir icada ulaştı: müphemlikle, kendini kandırmayla, illüzyonla ve gerçek dışılıkla dolu, anlaşılması zor, hem komik hem de soylu bir karakter [yarattı].”
Bu hikâye anlatma biçiminin bugün kendini bulduğu mecra, bana kalırsa, TV dizileri. Romancı Salman Rushdie de benimle aynı fikirde. İyi yazılmış diziler, her bölümde karakterlerinin farklı bir yanını açığa çıkarıyor, heykeltıraşlar gibi, fazlalıkları atarak, esere ulaşıyorlar. İnsan doğasının ne iyi ne de kötü olduğunu gösteriyorlar. (Benim en sevdiğim örnek: Mad Men).
Bu sayede hem kendimizi, hem de başkalarını yargılamak yerine anlamaya başlıyoruz. Dikkatimizi detaylara, görünenin arkasındaki gerçeklere vermeyi öğreniyoruz. Bir insanla karşılaştığımızda, onun o epizot içindeki durumunun, yaşadığı şartlarla, iç dünyasındaki arzular, değerler, yönelimler ve kabullerle yoğun ilişkisini fark ediyoruz.
3: “Okumak sizi daha mutlu yapabilir mi?” (okuma parçası [İngilizce]: link)

Okumanın psikolojik sağaltımla buluştuğu bir alan var: bibliyoterapi. Psikoterapinin kurucu babalarından Sigmund Freud’un hastalarına roman okumayı tavsiye ettiğini, kütüphanecilerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkelerine geri dönen Amerikan askerlerine yaşadıkları travmayı iyileştirebilecek kitaplar okuttuğunu biliyoruz.
Psikolojik sorunlarımız, kaygılarımız için bir “kitap reçetesi”.
Araştırmalar, bir insanın başkalarının tecrübelerini okurken, beyinlerinde o tecrübeyi kendisi yaşıyormuş gibi tepkiler oluştuğunu ortaya koymuş. 2013’te Science dergisinde yayımlanan bir araştırma, kurmaca edebiyat okuyanların, kendilerine gösterilen fotoğraflardaki insanların ruh hâlleriyle ilgili sorulara daha yüksek oranda doğru cevap verdiklerini göstermiş.
Böylece hayat hakkında, yaşayarak öğrenmeye vaktimizin yetmeyeceği bilgiler ediniyoruz. Bu arada kendi açmazlarımızı, bizimle benzer süreçlerden geçmiş insanlara bakarak, tespit etme şansına sahip oluyoruz.
Elbette bu “empatik” kabiliyet, bizi hemen “daha iyi” insanlara dönüştürmüyor. Etrafımızdaki insanları “iyi okuyarak” onları aldatmayı daha iyi becermek de mümkün. Orasını size bırakıyorum.
4: “Kendinden üçüncü şahıs gibi bahsetmek” (okuma parçası [İngilizce]: link)

Yazmak da iyileşme yöntemlerinden biri. Yazma terapileri de en az bibliyoterapiler kadar yaygın.
Bir araştırma, kendinden üçüncü tekil şahısta bahsetmenin, özellikle zor kararlar verme arefesinde, muhakemeyi güçlendirici etkisi olduğunu fark etmiş. İçinde olduğumuz durumu daha iyi kavramak için kendimizi bir başkası gibi düşünmek gerekliymiş.
Buna Latinceden devşirilmiş bir ad verilmiş: “İlleizm”. Jul Sezar’ın ve benzeri tiranların kendilerinden bu şekilde bahsetmesi, bunun bir kibir nişanesi olduğu görüşünü yaygınlaştırmış. Donald Trump’ın da kendinden bu şekilde bahsettiği basına yansımıştı.
Fakat insanın kendisiyle arasına bir eleştirel mesafe koyabilmesinin, faydaları da var. Ve yazmak, kendi yükünü kurgu karakterlere bölüştürerek anlamaya çalışmak, bazen de düşüncelerimiz arasındaki illiyet bağlarını kâğıt üstünde yeniden kurarak sağlamlıklarını ölçmek, bunun en etkili yöntemi.
“Yavuz bu yazıyı yazarken tereddüt içindeydi, eşine danıştı, ne zaman ona danışsa çabucak ikna oluyordu.”
Bunu toplumsal bir gösteriye dönüştürmek — şimdilerde sosyal ağlarda olduğu gibi belki — farklı açmazlara götürüyor olabilir. Ancak günlük tutmanın, yaşantıyı ve hisleri düzgün cümlelere dönüştürmenin, bir toplumsal gösteri biçiminde dâhi olsa, insanı bilgeleştiren bir yanı var.
Çünkü çoğu zaman işler sarpa sardığında, hayat karmaşıklaştığında, bir sadeleştirmeye ihtiyaç duyarız ve yazı, bu işi görür. Zihnimizde bizi boğan, zehirleyen, bazen de aldanmaya yol açan düşünceleri havalandırmak gerekir.
Burada sanırım anahtar kavram “kendi üzerine düşünme” (self-reflection). Okumak gibi yazmak da bunu yapmanın en etkili yolu.
Ve sevgili okurlar, hayatınız hakkında, başkalarının hayatları hakkında ya da sadece genel olarak hayat hakkında yazmak isterseniz, kapımız hepinize açık. Kuyu’ya siz de katkı verin. Gelin beraber yazalım.
"Çünkü çoğu zaman işler sarpa sardığında, hayat karmaşıklaştığında, bir sadeleştirmeye ihtiyaç duyarız ve yazı, bu işi görür. Zihnimizde bizi boğan, zehirleyen, bazen de aldanmaya yol açan düşünceleri havalandırmak gerekir." Cok guzel bir ifade olmus.
Güzel bir yazı...Okumak ve yazmak kendimizi ve hayatı daha derin hissedebilmek için iki anahtar eylem...