Aristides the Just (dikaios), Âdil Aristides, milattan önce yaşamış (ve ölmüş tabi) Yunan general ve siyaset adamı (o vakitler asker demek siyasetçi demek zaten… düşündüm de sadece o vakitlerle kısıtlı değil galiba). Yunanlılarla Persler arasındaki meşhur Maraton Savaşı (hayır galibi koşu yarışıyla belirlememişler, you silly) esnasında taktik teknik bilgisiyle öne çıkmış (bir Fatih Terim edasıyla) sonrasında Atina’nın (polis) idaresinde de hemen herkesin ittifakla itimat ettiği birine dönüşmüş. Ol sebep “Âdil” demişler. Yaklaşık bin sene sonra, iki bin kilometre ötede, Ömer’e “Faruk” demeleri gibi. (Bu arada bir idarecinin zaten âdil olması gerekmez mi ya? Ev işlerini eşit bölüşen ya da çocuğuna bakan erkeklere fazladan övgüler dağıtılması gibi biraz.)
Toplulukların işleyişleri pek de öyle hızlı değişmiyor malumunuz (hatta bazılarına göre hiç değişmiyor sadece kat çıkıyoruz üstüne). Hâlihazırda hepimiz aynı devirde (sosyo-kültürel atmosfer diyelim), aynı imkânlarla yaşamadığımızdan aramızda mekânsal olduğu kadar zamansal farklar da açılmış vaziyette. Ama bu arada başka devirlerdeki insanlara yakınlığımızı keşfediyoruz, mesela Antik Yunan şehirlerinde yaşayanlarla. (Ya da dünyanın bazı yerlerinde iki-üç bin yıldır hiçbir “gelişme” yok.)
Bu arada bu Atina’da, demokrasi diye bir şey icat edilmiş ve karar verme işlerinde “kalabalığa soralım” yöntemine başvurulmuş. O da güzel. Ama bir de şöyle bir şey uydurmuşlar: Sürgün etme (Ostracism). Rivayet o ki, ara sıra ahaliye bir soru sorulurmuş, “Kim gitsin?” diye, en çok oy alan kişi, on yıl süreyle, şehrin dışına kovulurmuş. Cezası bitince geri gelip kaldığı yerden devam etme hakkı da varmış üstelik. Niyeyse. Koskoca Atina bir Survivor adası gibi idare edilmiş bir başka deyişle. (Acun’un büyük büyük büyük dedesi meğerse…)
İşte efendim bu Âdil Aristides denen arkadaş da (ki kendisine Heredot ve Eflatun gibi meşhurlar da kefil olurlar) bir sürgün oylaması vakti (çok sık gelmezmiş bu vakitler ama politik manzaranın değişmesi yönünde irade hâsıl olduğunda birden gelip çatarmış), kırsalda bir yaşlı adama denk gelmiş. İhtiyar yazı yazmayı bilmediğinden elindeki kil parçasını (eskiden çanağa çömleğe kaydedermiş insanlar hikâyelerini, ne acayip) uzatmış ve bir isim yazdırmak istediğini söylemiş (bir arkeolojik kazıda üzerinde aynı isim yazan bir yığın kil tablet bulunmuş ve bunların “saklanan” oylar olduğu düşünülüyormuş, “çöpten oy pusulaları çıktı” haberleri gibi, çok eğlenceli).
“Pekâla,” demiş Aristides, “kimin adını yazayım?” Karşısındaki “cahil köylü” güneşe karşı elini alnına siper ederek (bakınız iki kalem tasvir nasıl da bizi olay yerine ışınlıyor bir anda) “Aristides yaz!” demiş. Tabi tanımıyor bizimkini. Yol yordam bilen “soylu” Aristides “hay hay!” diyerek almış kalemi (çiviyi) eline başlamış çiziktirmeye kendi adını, fakat bu arada da dayanamayıp sormuş, “Tanıyor musun Aristides’i? Sana kötü bir şey mi yaptı? Neden onun şehirden gitmesini istiyorsun?” Ak saçlı ak sakallı adam huysuz yaşlılar gibi kaşlarını çatıp gözlerini kısarak “Yok be ya!” diye başlamış sözüne (Trakyalı elbet) “Ama herkesin ondan ‘Âdil’ diye söz edip durmasından bıktım usandım.”
Eski insanlar epey, şey, matrak. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini okuyun mesela (ben de okumadım hepsini ama bir yerden başlamak lazım). Ya da Nasreddin Hoca’nın sansürsüz fıkralarını. Mevlana’nın Mesnevî’sinde bile neler var neler. Ağza alınmayacak sözlerden ya da müstehcen tasvirlerden bahsetmiyorum. Yani aslında onlardan bahsediyorum, tamam, ama onların işaret ettiği daha önemli bir gerçek var ki (büyük büyük büsbüyük resim) gün geçtikçe, daha geniş şehirler ve daha kalabalık topluluklar ve daha sofistike sistemler ve daha öngörülebilir, istikrarlı, gelişmeye açık hayatlar kuruyoruz ama bu hayatın içinde hem çok fazla şablon var (düşünsenize 2020 itibariyle dünya nüfusunun yüzde 90’ı en azından ilkokulu bitirmiş, yani okul denen şeye maruz kalmış) hem de çok fazla kırmızı çizgi var (bunların içine bürokrasiden ve geleneklerden kaynaklı, modern öncesi ve modern sonrası bir arada tabi, kuralların yanına kalabalığın getirdiği, birbirine değmeden yaşamaya çalışma pratiğini de koyalım). Şu ortamda nasıl davranılır, şunun yanında nasıl konuşulur, şurada işler nasıl yürür? Kafamızda bir milyon tane soru.
Bilahare, bugünlerde doğan bir çocuğun gelecek yirmi yılı filan belirlenmiş durumda. Şaka gibi ya! Ve bu süreyi uzatmanın yollarını arıyoruz. İstikrardan ölelim (dünyanın büyük kısmı istikrarsızlıktan ölüyor ve istikrardan ölmek için göç ediyor, keh keh). Evet ufak da olsa farklılıklar bambaşka ihtimaller doğuruyor ama bu ihtimaller kümesini nerelerden daraltıp da buraya sıkıştırdığımızı hiç düşünüyor musunuz? Halbuki eski insanlar öyle miydi? (Peştamalla geziyorlardı bir kere!)
Sistem inşa etmek iyi de, insanları o sistemin içinde yalnız bırakmak kötü. Yani hayatın bürokratikleşmesi bir bakıma. Düşünün bundan yüz küsur sene evvel Max Weber nam sosyolog/siyaset bilimci bakmış bakmış ve demiş ki bu bürokrasi denen şey bizi demirden bir kafesin içine aldı, alıyor, alacak, ve dahi bunun neticesinde de “hayatın büyüsü” yok oldu, oluyor, olacak. (Fun fact: Weber’in büyüsüzleşme dediği şeyin asıl muhatabı akademiymiş ve araştırma metotlarına sallıyormuş.) Ve düşünün şimdi yine, hadi çalıştıralım o beyin kaslarını, evet, işte böyle, vuhuuu, feel the burn, aradan geçen yüz küsur senede o kafesin içinde bir yığın başka kafes daha türedi ve buna mukabil kafesin içindeki insan sayısı her geçen gün artıyor. Hani şu Görevimiz Tehlike gibi filmlerde kahramanımız birbirini çaprazlamasına kesen ama ne hikmetse içinden de bir insanın çok zorlarsa geçebileceği lazerlerin arasından hedefe varmaya çalışır ya, onun gibi biraz bugünlerde yaşamak.
“Neyinizi eksik etti bu sistem sizin, ha?!” diye düşünebilirsiniz. Steven Pinker diye bir adam var mesela eskiyle bugünü kıyaslıyor ve insanlık olarak epey iyi durumda olduğumuzu (sağlık, yoksulluk, güvenlik bağlamında) söylüyor. Barack Obama da başkan olduktan sonra sosyal çevresi değiştiği için (artık böyle lay lay lom ekiple takılmaya başladı) Pinker’ın dediklerini tekrar etmiş “tarihte yaşayacak bir dönem seçmek durumunda kalsam, bugünü seçerdim,” demişti. (Türkiye’de Emrah Safa Gürkan filan da bunu savunuyor ara ara belki duymuş ya da maruz kalmışsınızdır sosyal medya akışınız içinde.) Haklılar, yalan yok.
Bu konuya döneceğim ama “lay lay lom ekip” kısmını açmak istiyorum sevgili okur. Sizden izin ister gibi oldu ama ne münasebet. Bende okuyucuya göre yazı yazacak heves kaldı mı zannediyorsunuz? Kafamın içinde gezinip duran şeyleri sayfaya döküyorum sadece. Mesela bu yazının girişinde bahsettiğim hikâyeyi bu sıralar YouTube’dan dinlediğim “Antik Yunan’a Giriş” dersinde duydum ve bir yere kaydedeyim diye onunla başladım. Yoksa oturup da her hafta “Bu sefer okuyucularımı hangi konularda bilgilendireyim” diye düşünmüyorum. Çünkü “bilgi”, sevgili okur, yalan biraz. Her yerde bulabiliyorsunuz, ayağa düştü. (Google var, ChatGPT filan lan, inanılmaz.)
Mesela Steven Pinker eldeki verilere bakıp öyle bir yorum yapmış, bir başkası çıkıp geçmişte hayatın bugüne nazaran çok daha “özgür” olduğunu, üstelik hemen hemen aynı verilerle, iddia edebilir. İkisini de okuyup ikisini de haklı bulabilirsiniz. Ama işlerin iyiye gittiğini iddia etmek için ister istemez biraz iyi durumda olmak da gerekiyor sanki. No? Çünkü ancak o zaman “iyiye gittiği” yorumunun bir meşruiyeti var. (O yüzden işlerin iyiye gittiğini itiraf etmek zordur bazen.) Diyelim hayatta elle tutulur bir başarısı olmayan, çoğu zaman yenik ruh hâlinde bir köşede pinekleyen, miskin bir adam, veya kadın, veya kendini her nasıl tanımlıyorsa o kişi, çıksa ve dese ki “insanlık olarak durumumuz iyiye gidiyor,” bir gülme tutar sizi. No? Çünkü “aklı olsa önce kendini kurtarırdı”.
Sosyal statüye ya da zenginliğe zaafımız var, gelin itiraf edelim. Kimlerin sözlerine ve neden daha çok kıymet veriyorsunuz, elinizi vicdanınıza koyup bir düşünün. The New York Times’ta birkaç yazım yayınlansa, bu blogu satır satır okurdunuz mesela bir hikmeti varmışçasına.
Tabi bu kadim bir alışkanlık, neticede Antik Yunan’dan bugüne ulaşan hikâyelerin de büyük çoğunluğu döneminin kalburüstü insanlarıyla ilgili. Bir başarı söz konusu, Şansal. Kaybedenler Kulübü isimli filmin kahramanlarını “kaybeden” göstermeye çalışırken aslında ne kadar da “kaybeden” olmadıklarını anlatması gibi biraz. Ya da arabesk söyleyen herkesin havuzlu villalarda sefa sürmesi de olabilir. Neticede başkalarının acısında gören gözler için büyük fırsatlar saklı. İşte genelde hikâye “sesleri duyulmayanlara ses olma” vaadiyle başlıyor, ayağınızın altındaki platform o çaresiz ellerin üstünde yükseliyor, yükseliyor ve belirli bir rakımın üstünde bir bakıyorsunuz ki aşağıdakilerin mesajını ileteceğiniz kulaklar çok temiz, çok bakımlı, chic. O noktada başka bir seviyenin insanı olduğunuz kafanıza dank ediyor. “Lay lay lom ekip” dediğim de bunlar biraz. Toplum içinde yükseldikçe çevreniz de değişiyor ve yeni çevrenizle birlikte düşündükleriniz, konuştuklarınız, gündelik hayat pratikleriniz de başkalaşıyor. Artık aynı insan değilsiniz, geçmiş olsun. (Aslında bu iyi bir şey bir yandan, neden hep aynı insan olarak kalacaksınız ki?)
Düşünüp taşınıp kurduğumuz sistemler (kurumlar olur, yasalar olur, efendime söyleyeyim, güvenlikli site bile olur) elimizi kolumuzu bağlıyor günün sonunda sanki, biraz, bir nebze. Çünkü kim ister hiç de planda olmayan bir güne uyanmayı? (“Hiç de planda yoktu” da ne acayip laf şimdi düşününce.) En eski hikâyelerde bile hep şey vardır ya hani, “arzu mu vazife mi” ikilemi. İnsan kendine biçilen stabil rolü oynamayı mı tercih edecek yoksa duygularının peşinden gidip gerekirse her türlü sıkıntıya mı katlanacak? İnsanlığın hevesli dönemlerinde, seçmek kolaydı fakat bunca yaşanmışlıktan sonra, o kadar da kolayca “aşkı seçelim” diyemiyorsun çünkü aşk bitiyor, geriye gene bir düzen, bir sistem, bir kurum (aile) kalıyor.
Bir bürokrat düşünelim mesela, ona işverenler, ona statü sağlayanlar (yani hükümet ya da statüyü başka yolla aldıysa *wink wink* onlar) ondan yasa dışı, etik dışı, sıradan insanların aleyhinde ama kendilerini kayıran bir iş yapmasını istemiş olsunlar. Bu adamcağızın, kadıncağızın (ya da kendini ne -cağız olarak görüyorsa) bu talebe karşı çıkmasının tek bir gerekçesi olabilir: İstenen şeyin yanlış olduğuna dair sarsılmaz bir inanç. Çünkü kabul etmezse muhtemelen işini kaybedecek, belki hapse girecek. Bu bağlamda bahsettiğim inanç, aşkın, ilahi bir varlığa inanmak değil bir çeşit soyut değerin insanlığın bekası adına gerekliliğine dair bir düşünce. Ama “inanç” çağında yaşamıyoruz epeydir. Her şeyin kolayca kitabına uydurulduğu zamanlardayız.
Hem şimdi bu küçük bürokrat bütün sermayeyi yatıracağı o "sıradan insanların da o kadar matah kimseler olmadığını düşünebilir. “Herkes yolunu bulur, olan bana olur,” diyebilir. Hem devrimden sonra da toplumlar pek değişip düzelmiyormuş, devirenler devirdiklerine dönüşüyormuş. (Sinizmin kitabını yazıyoruz be!) Belki de güçlülerin kazanması, insanlığın geleceği adına daha iyi bir tercihtir, olamaz mı? Neticede bir uzaylı istilası olsa, “şerefli mağlubiyet” alanlarla mı yoksa kazanmak için her türlü itliği kopukluğu yapanlarla mı savaşmak istersiniz? (Argümanın güzelliğinden uyuyamayacağım bu gece.) Hem zaten insanlık her türlü daha iyiye gidiyormuş, bugün dünden, yarın bugünden daha iyiymiş.
Eskilerden bir başka hikâyeyle bitireyim. Akhilleus, bir yarı tanrıydı. Kadrolu tanrı olmak için her şey hazırdı (evraklar filan). O sırada meşhur Truva Savaşı çıktı. (Bu arada Truva’nın bulunmasının çok komik bir hikâyesi var: Zengin bir adam, “Yahu bu Homeros’u senelerdir okuyoruz ama hep yalan dolan diye bakıyoruz, acaba gerçekten böyle şeyler yaşanmış olabilir mi?” diyerekten arkeolojik çalışmalar organize ediyor ve bir bakıyorlar “Aaa gerçekmiş!”) Akhilleus’a dediler ki, eğer savaşa gitmez de burada kalırsan (vatandaşlık için oturumun bir müddet aynı yerde kalması gerekliliği gibi düşünün) ölümsüz olacaksın. Yok eğer savaşa gidersen, adın dillerde dolaşacak, insanlık var oldukça bilineceksin ama o naçiz toprağa karışacak. Seç. Akhilleus (Brad Pitt) ölmeyi seçti.
Sanki burada “en doğru olanı” yapmış gibi bir ima var zannediyorsunuz değil mi? Hayır efendim, ne münasebet. Kendi için en doğru olanı yaptı yalnızca. Eskinin tanrıları öyleydi, benmerkezciydiler rahmetliler.
Eskiden Ahmet Turan Alkan’in pazar yazilari olurdu
Onu anımsattı tarz olarak bu yazı bana