Okuyacağınız kitabı nasıl seçiyorsunuz?
Ya da kitap okuma alışkanlığı nasıl (yeniden) kazanılır?
Henüz okumayı öğreneli birkaç yıl olmuş, bu sürede yüzlerce kitap okumuş bir kız çocuğuna, beğendiği bir kitapta onu nelerin etkilediğini sordum. Aklına bir cevap gelmedi. Çünkü okurken içinde kaybolmuştu.
Bu durum beni ilk gençliğime götürdü. Okul dağılmış, eve gitmek üzere servise binmişim. Çantamdaki kitabı açıp okuyorum. Hava bulanık. Sonbahar günü olmalı. Servisten inince hızlı adımlarla eve yürüyorum. Kimse yok. Kalorifer açık. Oturma odasındaki peteğin önüne bir yastık koyup çöküyorum. Okumaya devam ediyorum. Işığı yakmak için bile bırakamıyorum elimdeki kitabı. Pencereden gelen cılız günışığını sonuna kadar kullanarak Paris sokaklarının, kelimenin tam anlamıyla, altını üstüne getiriyorum.
Yazarken dinlediğim şarkı için:
Çünkü okuduğum bölümde Jan Valjean, Fransız askerinin isyancı barikatlarını tarumar etmesinin ardından, kızı yerine koyduğu Cosette’in sevdiği adamı, ağır yaralı Marius Pontmercy’yi, kanalizasyondan geçirerek selamete çıkarıyor. Şehrin altındaki o uzun yolda, tıpkı şehrin aşırı yoksul yerleri gibi herkesin bildiği ama görmezden geldiği, şehir sakinlerinin bağırsaklarından ve mesanelerinden boşalanın akıp gittiği o kanalizasyonda, kendi pişmanlıklarla dolu geçmişinden kaçmaya çalışan Jan Valjean içten içe geçmişini sorguluyor.
1862’de yayımlanan bir kitabın aradan geçen yaklaşık 140 yılın ardından, bir orta Anadolu şehrinde yaşayan bir çocuğun iç dünyasında bu kadar yer etmesini nasıl anlamak gerekir?

Açıkçası geçen yıl romanın 6 bölümlük BBC uyarlamasını (link) izleyene kadar yukarıda zikrettiğim detayların ne kadarını hatırladığımı ben de bilmiyordum. O gün eve gelip kaloriferin önüne oturduğumu ve romanda —üstelik Victor Hugo’nun dört ciltlik orijinal romanı değil, tek ciltlik bir özetiydi okuduğum— kendimi kaybettiğimi hatırlıyorum.
Pek çok meraklı çocuk gibi okumayı söker sökmez evde ne bulursam okumaya başladım. Eve o zamanlar Sabah gazetesi gelirdi. Babamın dükkânına ise Türkiye gazetesi. Daha o zamandan gazetelerin satır satır okunmadığını, sadece karıştırıldığını, ancak ilgi çekici bir başlık görünce devamına göz gezdirildiğini öğrenmiştim.
İlkokul sınıfımdaki dolapta duran Jules Verne’leri saymazsak, çocuk kitapları okumadım. Şu meşhur masalları, televizyondaki çizgi film uyarlamalarından biliyorum. Ama dokuz-on yaşlarımda üç ciltlik Peygamber Tarihi’nin sayfalarını büyük bir ilgiyle çevirmiştim. O yaşlardaki bir çocuk için bir masal kahramanı ile bir peygamberin hayat yolculuğu pek de birbirinden ayrılabilen şeyler değildi sanırım. (Hakkını vereyim, yazarın dili oldukça sade ve akıcıydı.)
Evdeki kitaplardan sıkılınca, abimle kitapçıya gitmiştik. “Bu yaştaki çocuğa ne önerirsiniz?” diye sormuştu kitapçıya abim. Şu meşhur Şeker Portakalı’nı önerdiler; o yıllarda modaydı. “Bu yaştaki çocuk” imasından alındığım için belki de, Şeker Portakalı’nı hiç okumadım. Raflarda gezinirken gözüme çarpan ve “Bunu da alalım,” diye tutturduğum Doğmamış Çocuğa Mektup’u tercih ettim. Bu tercihin karamsar ruh hâlimle ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Can Yayınları’nın kapaklarındaki sadelik miydi yoksa şehirdeki kitapçıların çoğunda ağırlıklı olarak Can Yayınları’nın kitaplarının satılması mıydı, bilmiyorum sebebi neydi ama ilk okuduğum kitapların çoğu Can Yayınları’ndandı. (Reklam almadım!) Dünya edebiyatından çevirileri ilk orada görürdüm. Yapı Kredi Yayınları’nın (YKY) karanlık ama şık kapakları da ilgi çekiciydi elbette. Amin Maalouf’u okuyup sevdikten sonra daha çok YKY kitabı aldım. Lisede yurtta kalırken bir gece sabaha kadar Semerkant’ın içinde dolaştığımı, ertesi gün okulu astığımı hatırlıyorum.
Yaşadığımız apartmanın altına bir kitapçı açılmıştı. Eve girmeden evvel sanki bir ritüel gibi illa ki içeri girer raflar arasında dolaşırdım. Satın almasam bile birkaç kitap kurcalamak, yeni gelenlere bakıp gündemi takip etmek, ilk gençlik yıllarımın en büyük keyfiydi. Yıllar sonra o günleri düşününce, insanın en mutmain anlarını tek başına ve kitaplarla geçirmesinin, onun için nasıl bir geleceği hazırladığını birazcık da kederle görüyorum.
O kitapevinden, bazıları adı sanı pek duyulmamış yazarlara ait, yığınla kitap almışımdır. Kenan Kalecikli (link) ismini duydunuz mu mesela? Yazdıkları o zamanlar o kadar etkileyici gelmişti ki, kendisine bir mektup bile yazmıştım. Sağolsun cevap da verdi. (Gazetelerde okuduğum yazarlara da o yıllarda e-posta gönderdiğim olurdu. Hıncal Uluç’un bir yazısına cevap vermiştim de, sonraki hafta tam da benim bahsettiğim konuda yazmıştı ama adımı anmamıştı.)
Benim raflarda neredeyse bir saate yakın dolaşıp sonra da tereddütle bir kitabı kasaya uzatışıma şahit olan kitapçı, bazen bir kitap önerirdi. İhsan Oktay Anar’la böyle tanıştım. Efrasiyab’ın Hikâyeleri ve Puslu Kıtalar Atlası’nı bir çırpıda okuyup sonraki kitapları yazmasını bekledim.
Okuduğumuz kitaplardaki detayları çok az hatırlarız fakat bir kitabın üzerimizde bıraktığı tesiri kolay kolay unutmayız. Sana Gül Bahçesi Vadetmedim öyle bir kitaptı. Gogol’ün Burun adlı uzun öyküsü de. Sabah gazetesinin verdiği Resimli Felsefe Tarihi kitabı da. Küçük bir çocuğun felsefeden anlamayacağını zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü o yaşlarda kitaplar, ne anlatırlarsa anlatsınlar, sizinle dürüst bir biçimde, sanki bir yetişkinmişsiniz gibi iletişim kuran tek şeydir.
Gelgelelim lisede ve üniversitede “ders için” kitap okumaya başlıyorsunuz. Masumiyetin yitimi bir nevi. Goethe’nin Faust’unu bir edebiyat dersi için okuduğuma pişmanımdır biraz. Ancak Umberto Eco’nun Gülün Adı romanını okumakta zorlandığım için bir arkadaşımla takas ettiğime daha da fazla pişmanlık duymuşumdur. Ders için okurken detayları aklınızda tutmaya çalışıyorsunuz ve bu da aslına bakarsanız okuma deneyiminin deformasyonu demek. “Şu dersler bitse de, gerçekten kitap okumaya başlasam” dediğimi hatırlıyorum üniversitede.
Ama üniversitenin en güzel tarafı, sizin gibi kitap okumayı seven ve sizden çoğu zaman daha iyi kitaplar okumuş arkadaşlar edinmek. Okuduğum harikulade kitapların bir kısmını o arkadaşlar sayesinde elime almışımdır. Bazı okurlar, herkesin beğendiği, popüler yazarları okumak istemezler. Çünkü sevecekleri yazarın kendilerine özgü olmasında incelikli bir hâl vardır. Geçenlerde bir yazarın okurlarına Kafka, Dostoyevski ya da Camus gibi yazarları önermesinin kolaycılık olduğundan dem vuran bir yorum okudum. Bilmem katılır mısınız?
Bazı eski yazarlar yaşlılıklarında yeni kitaplar okumayı bırakıp favori birkaç düzine kitabı tekrar-be-tekrar okurlarmış. Henüz o kadar yaşlı sayılmam ve yeni çıkan kitaplara hâlâ çocukça bir ilgim var fakat gittikçe o eski yazarları dehşete düşerek anlamaya başlıyorum. 19. yüzyıldan önce kitaplar birden fazla kare ve çoğu zaman yüksek sesle bir kalabalığın içinde okunurmuş. Ama artık hem bireysel okuyoruz, hem de bir kitabı iki kez okumaya pek vaktimiz yok.
Gene de ama hep aynı yazarları tercih etmenin yenilere haksızlık olduğunu biliyorum. Bu sebeple Man Booker gibi ödülleri yakından takip etmeyi, aday olmuş, listeye girmiş ya da kazanan yazarları okumayı sürdürüyorum. Gazetelerin “Yılın En İyi Kitapları” bölümlerine göz gezdiriyorum. Ödüllü ya da iyi eleştiriler almış kitaplar beni çok az şaşırtmıştır. (Son yıllarda sağda solda övgüye boğulan Elif Şafak’ın son romanı beni hayal kırıklığına uğratmıştı.)

25 yıl önce, elektronik çağda kitap okumanın elimizden kayıp gidecek bir eyleme dönüşeceğine inanan bir yazar şöyle söylemiş (link): “Edebiyat sadece soyutlanabilir ve özetlenebilir bir içerik olarak değil bir deneyim olarak da anlam taşır. Burası katılımcı bir arenadır. Okuma işlemi vasıtasıyla, dikkat dağınıklığı ve yüzeysellikle malul geleneksel zaman akışından sıvışıp sürekliliğin ülkesine geçeriz.”
Bu nefis tespiti paylaşan yazar da, internet çağında zihnimiz sürekli başka şeylerle meşgulken kitap okuma alışkanlığını nasıl yeniden kazanırız sorusuna kısacık bir cevap veriyor: Saatlerce, kendini kaybederek okumak!
Bunun için belki de, tıpkı insanlarda olduğu gibi, kitaplara şans vermek gerekiyor. İyi bir kitap seçmek için yapabileceğiniz çok şey var bugünlerde. Bir ‘tık’la kitap hakkında neler dendiğini öğrenmek mümkün. Ama her şeye rağmen tesadüfî okumanın, iyi bir kitaba bir yerlerde denk gelmenin lezzeti, benim için yerli yerinde.
Bu arada kitap derken genelde edebiyattan bahsettiğimi fark etmiş, belki yadırgamışsınızdır. O da ilk gençlik yıllarından kalma bir alışkanlık sanırım. İnsan, hayatıyla ilgili çoğu şeyi seçemiyor.
NOT: Siz neler okuyorsunuz? Tavsiye edebileceğiniz kitaplar var mı? Yorumlara yazar mısınız?
Ben "cok kitap" okuyanlara hep ozenmisimdir. Butun yakin arkadaslarimin "cok kitap" okumasi da tesaduf olmuyor bu durumda sanirim. Benim okuma aliskanligim yok, sadece bazi seyleri okumayi cok seviyorum.
Bu yaziyi okurken hayatimin bir cok farkli noktasina seyehat ettim, luzumsuzluk olmayacaksa birkacini anlatmak istiyorum.
2.siniftayim, Adana'da vasat bir mahalle okulu. Ogretmen onlugumun guzelligine, yakamin utusune bakarak "kitap kolu" icin uygun oldugumu dusundu. Ben her donem israrla bir cok farkli kol icin aday olsam da, ogretmen zoru ve oy birligiyle sinifin kitap okumasindan sorumlu kisi oldum. Sinif kitapliginda duran 40 kitabi 30 kisiye takdim ederken kendime ince bir kitap sececek olsam hemen sikayet ederlerdi: "oooggretmeniiimm O kitap kolu, kendine torpil geciyorrr!!" Ben de en kalin, en resimsiz kitaplari aldim kendime. En fazla ilk 30 sayfalarini okuyup aralarda sayfaya bastirip hepsini okumus izlemini vermeyi ihmal etmedim. Biryandan da vicdan azabi ve 'bir daha alir okurum bu kitabi', dusuncesiyle kitaplarin sonuna bakmadim heyecani kacmasin diye. Ogretmenim, sinifim, okulum, sehrim... hemen hemen her yil degisti. Ben, evin kitap okumaz cocugu oldum. (2.sinifta kitapligimizda olan kitaplarin incesi 'fareler ve insanlar', kalinlarindan biri de 'pal sokagi cocuklari'ydi.)
11 yasinda Istanbuldayim. Evde aylak aylak gezerken annem 'harika bir kitap okudum, sen de okumak ister misin?' diye sordu. Elime cok uzun suredir bir okuma kitabi/roman almamistim. Cok tasindigimiz icin dedemin ben 4-5 yaslarindayken hediye ettigi cocuk kitaplari da yoktu evde. 'seker portakali'ni verdi annem. O gece ve o sabah ve bir gece ve bir gunduz daha okudum. Ilk defa bir kitap bitirdigim icin cok mutlu ve kitap bittigi icin cok uzgundum. Hem de bekledigim gibi bitmemisti, hersey duzelmemisti, daha neler neler yazabilirdi yazar... Annem bu kitabin devami olmadigini ama istersem baska kitaplar verebilecegini soyledi. O sekilde bir cift yurek ve sonrasinda cocuk kalbiyle klasiklere bir giris yaptim. Oz guvenim gelmisti. Her kitap uyku getirmiyordu, hatta uyutmuyorlardi...
Onun icin biri klasiklerden bir oneride bulundugunda, bu oneriyi kolayciliga kacma olarak degil, kitap bilmezlerce de sevilebilme orani yuksek oldugundan degerli buluyorum. (Peyami Safa'nin bir kitabinin onerilmesiyle, bulabildigim butun Safa kitaplarini okumam da boyle bir tavsiye sayesinde oldu)
Ortaokulda, o zamanlar yeni bir akim sayilabilecek olan(NLP) kisisel gelisim kitaplari ilgimi cekti.
Lisede odev oldugu icin Tanzimat edebiyati eserlerini okurken "ne iyi dusunmusler de kitap sonu sinav yapmislar, yoksa ben bu kitaplari okumaz, sevme firsatini bulamazdim" dedigimi hatirliyorum :D Buradan da su sonuca variyorum: egitim sistemimiz benim gibi vasatlari belli bir seviyeye getirmek icin iyi, kendini belli bir seviyeye getirmisler icin vasat bir egitim sunmus.
Universtede, kitapla gercekten barisabildim. Anlayabildigim kitabi okuma ozgurlugum oldu, okudugumu anlayabilmenin verdigi ozgurluk oldu. Okudugum kitapta referans verilen butun kitaplari okuyup ilk okuduguma geri donmek gibi bir zevkim vardi. Bir kitabin benim hayatima maddi / manevi olumlu bir katkisi olacagini biliyorsam o kitabi okumak istedim.
Ben megerse hikayeyi kisa, bilgilendirici metni uzun seviyormusum. Onun icin gazetelerdeki yorum sayfalari, aylik/haftalik dergiler, kucuk okuma gruplari, her turlu cocuk kitabi ve mailime dusen kucuk bir hikaye bana hep iyi gelmis...
kitap ve kitapci ile iligili gecen her yazi/konusma beni cok hizli bir sekilde buyudugum kitapci dukkanina goturuyor ordan yuzlerce aniya dalip kendimi tuhaf hislere dalmis sekilde buluyorum. bu da oyle bir yazi oldu.
ama bu sefer konuyu yazinin sonunda kapattim :)
simdilerde bilinci bir cahilligi tercih ederek okumaya soguk duruyorum o yuzden tavsiye edecegim bir sey yok :p
bu bilincli cahillige ragmen uzak kalamiyorum tabi. gecenlerde uyumadan once uykumu getirsin diye hem de hafif sayilabilecek bir kitap diye walter isaacson'in steve jobs hakkindaki biyografi kitabina basladim. (biyografi kitaplarina tam isinamasam da her seferinde okuduklarim cok iyi cikip beni utandiriyor) neyse hafif dedim ama yazidaki cocugun dedigi durumu yasadim kitapta kaybolum.
uykumu getirsin diye basladigim kitap her gece uykusuz kalmama sebep oluyor :)