Kimim ben? Kimsin sen? Kimiz biz? Kimsiniz?
Past Lives, Daniel Dennett, benlik hikâyeleri ve duygular üzerine
Past Lives isimli filmi (yönetmen Celine Song) seyrettiniz mi? Nora, Hae Sung ve Arthur arasında geçen bir aşk hikâyesi (karmaşası belki). Daha ilk sahnede bu üçünü bir barda yan yana otururken görüyoruz ve onları uzaktan seyreden bir dış ses bu insanların kim oldukları, birbirlerine olan yakınlıkları ve buraya nasıl geldikleri hakkında teoriler üretmeye başlıyor. Derken geçmişe, 24 yıl geriye gidip, hikâyenin aslını öğreneceğimiz anlatıya giriş yapıyoruz (her şey geçmişte başlamaz oysa).
Nora ve Hae Sung, Seul’dan çocukluk arkadaşı. Kader onları ayırana dek aynı okula beraber gidip geliyorlar. Kader dediğim Güney Kore’nin politik çalkantıları. Nora’nın ailesi Kanada’ya iltica etmek durumunda kalıyor (evet, maruz kalıyorlar buna). Hâliyle uzun süre iletişim kuramıyorlar. 12 yıl sonra Nora, New York’a taşınıyor, Hae Sung vatani görevini tamamlayıp mühendislik okumak üzere üniversiteye başlıyor. 2012 senesindeyiz ve Facebook’ta “ilkokul arkadaşlarını bul” teması hâkim. Nora da böylece Hae Sung’la yeniden bağ kuruyor. Gece gündüz konuşmaya başlıyorlar. Ama uzaklar. Böyle bir ilişki ne kadar sürdürülebilir ki?
Sonra kader yeni bir dönemece sürüklüyor ikiliyi. Nora bir yaratıcı yazarlık kampına gidiyor, Hae Sung Çince öğrenmek üzere Çin’in yolunu tutuyor. (Kitaplara düşkün, minyon, konuşkan kız ve uzun boylu, düz, biraz da kafası karışık mühendis erkek ilişkisi uzaktan bakınca.) Bu dönemeçte Nora, Arthur isimli bir genç yazarla tanışıyor. Hae Sung da Çin’de bir kız arkadaş ediniyor. Ve gel zaman git zaman, bir 12 yıl daha geçiyor, bu arada Nora ile Arthur evlenmiş, Hae Sung ise kız arkadaşından ayrılmış. Nihayet New York’ta buluşmaya karar veriyorlar.
Hikâyenin geri kalanını seyredip görebilirsiniz ama ben bu noktada Nora’nın kocası Arthur’un olaya yaklaşımını özetlemek istiyorum. Bu New York ziyareti öncesinde karısına şöyle diyor (mealen): İkinizin zamanı ve mekânı aşan aşk (?) hikâyeniz o kadar sıradışı ve bizim seninle evlilik hikâyemiz (getirileri arasında Green Card alıp Amerika’da sorunsuz yaşamak da var) o kadar sıradan ki, eğer sizin birlikteliğinizi engellemeye kalksam bu çok yersiz olurdu.
Arthur hikâyelerin gücüne inanmış, tipik bir mümin yazar. Ama aynı zamanda hikâyelerle yeterince içli dışlı olduğu için hayata hep şüphecilikle bakan mütereddit bir zihne sahip. Karısının ona gerçekten âşık olup olmadığını, böyle bir hikâyenin sürükleyiciliğine kapılıp kapılmayacağını tam da kestiremiyor. Bu noktada “erkeklik” yapıp öfkelenebilir, saçma sapan duygusal girdaplara atabilir kendini, ama o karısıyla konuşmayı seçiyor. Bu da bir erdem.
Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden filozof ve bilinç bilimcisi (cognitive scientist tabirini “bilişsel bilimci” olarak çevirmişler ama ben baruthane pilavcısı der gibi bilinç bilimcisi demeyi uygun gördüm) Daniel Dennett’in meşhur bir makalesi var: The Self as a Center of Narrative Gravity (Anlatısal Ağırlık Merkezi Olarak Benlik).
Daniel Dennett, ömrünü “Bilinç nedir?” “Benlik neye denir?” “Kendimiz olduğumuzu nasıl biliriz?” “Özgür irade var mıdır, varsa ne kadar vardır?” gibi sorulara vakfetmiş bir insan. Cevapları da felsefenin, psikolojinin, evrimsel biyolojinin ve sinir biliminin (neuroscience) koridorlarında aramış. Bu bahsettiğim makalesinde, “benlik” dediğimiz kavramla ilgili bir tez ortaya atıyor. Kabaca şöyle: Benlik (bilinç diye de okuyabiliriz bence) insan zihnindeki çeşitli süreçlerin bir toplamı. Somut ve gözlemlenebilir bir yapı değil. Bilakis, tıpkı Newton fiziğindeki kütlelerin ağırlık merkezi hikâyesinde olduğu gibi görünmez bir nokta. Ve bu noktayı oluşturan şey de bir canlı olarak yaşadığımız tecrübelerle ilgili kendimize anlattığımız hikâyeler. Yani “Ben kimim?” sorusunun cevabı, kendimle ilgili kendime söylediğim şeylerden ibaret.
Bir yanılsama mı? Hayır. Anlamlı mı? Evet, bize göre anlamlı. Peki tutarlı ve her safhası detaylı biçimde açıklanmış bir anlatı mı? Hayır. Çelişkiler var mı? Var. Ve nasıl ki nesnelerin ağırlık merkezleri dış kuvvetlerle geçici de olsa değiştirilebiliyor, “benlik” dediğimiz merkez de çeşitli çevresel etkilerle “manipüle” edilmeye açık. (Julian Jeynes’in öne sürdüğü “İki Odalı Zihin” [Bicameral Mind] fikrine de sıcak bakıyor. Jeynes’e göre ilk insanlar evrimsel bir yenilik olan “bilinç” meselesinin bir yan etkisi olarak kendi kendileriyle konuşmaya başladılar ve bunu da “dışsal” [zamanla tanrısal] bir ses olarak algıladılar. Halbuki bu dünyada bizden başka kimse yoktu.)
İnsanın çalkantılı bir dönemi geride bırakıp azıcık rahata erince, o stresli ve zorlayıcı zamanlarda pek de hissetmediği kimlik, kişilik krizlerini tam da o olayları geride bıraktıktan sonra yaşamasının bir hikmeti de bu olsa gerek. Evet, dış etkiler ağırlık (benlik?) merkezimizi etkileme kabiliyetine sahip ancak bu değişim sadece biz “kendilik anlatımızı” kurcalamaya başladığımızda, yani buna zaman bulduğumuzda gerçekleşiyor sanki. Bazı hikâyeleri geride bırakıyoruz ve bazı yeni hikâyeler ekliyoruz. (Bugünlerde terapinin bu kadar yoğun ilgi görmesinin bir sebebi de yeni manipülasyonlara ihtiyaç duymamızla alakalı olabilir.)
Bir başka tabirle, evet, sosyo-ekonomik koşullar hayatımızı büyük oranda belirleyen faktörlerdir, ve evet, onlar değişmeden iç dünyamızdaki sıkıntılar da değişmez çoğunlukla, lakin, eğer bir noktada içine farklı hikâyelerin sızmasına müsaade edersen, farklı bir açı yakalayabilirsin. Bu açı hayatında bir şeyleri değiştirir mi? Olabilir de, olmayabilir de. Ama denemeye değmez mi? “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Bir daha dene, bir daha yenil. Daha iyi yenil.” Aynı yenilginin içinde tekrar tekrar yaşamaktan iyidir belki de başka yenilgilerde yeni tatlar aramak (buraya İnci Taneleri dizisinden Yılmaz Erdoğan görseli gelecek).
Hikâye demişken ve sizi yakalamışken çok sevdiğim bir hikâyeyi anlatayım.
Rivayet odur ki Şems-i Tebrizî Konya’ya ayak bastıktan kısa süre sonra yolda Mevlana Celaleddin-i Rumî’yi görmüş ve ona şöyle bir soru sormuş: “Hangisi daha yücedir? Bâyezid-i Bistamî mi yoksa Muhammed Mustafa Hazretleri mi?” Etraftakiler “cık cık cık” etmeye başlamışken Mevlana hiç teklemeden, “Elbette Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velilerin başıdır,” cevabını yapıştırmış.
Şems-i Tebrizî “bir tık daha” ileri gitmiş ve şu soruyu sormuş: “İyi ama o Allah’a niyaz ederken ‘Biz seni layıkıyla bilemedik,’ diyor, oysa Bâyezid ‘Ben Allah’ın rengine büründüm, benim şanım ne yücedir, ben sultanlar sultanıyım,’ diye tespih ediyor.”
Bunun üzerine Mevlana, ikisi arasındaki o “bariz” farkı anlatmaya koyulmuş. Demiş ki, Bâyezid bir damla suya kanıp “idrak kabını” doldurduğu için öyle söylüyor, oysa Peygamber tükenmek bilmeyen bir susuzlukla her gün o kaynağa koşuyor, çünkü “idrak kabı” çok daha geniş.
Şimdi efendim işin teolojik kısmı beni aşar (bir de teologlar çok sıkıcı insanlar). Ol sebepten şu “idrak kabı” meselesine başka bir yerden bakmak isterim.
Past Lives’taki “aşk üçgeni” teması insanlığın en eski hikâyelerinden birisi. Bakınız taaaaaa Kabil ile Habil hikâyesine kadar uzanabiliriz. Her ne kadar kutsal kitaplarda fazla detay verilmese de, ilim erbabı üşenmemiş, Kabil’le Habil arasındaki anlaşmazlığın asıl sebebini bulmuş. Evet, “kız meselesi”. Kabil, Habil’le evlenmesi planlanan İklima’yı kendine istediği için önce itiraz ediyor, ardından birlikte Allah’a sunakta bulunuyorlar, Habil’in kurbanı kabul görüyor ve olaylar gelişiyor.
Muhtemelen meselenin ne olduğunu duyan cemaat, derinden bir “Haaaa şimdi anlaşıldı!” demiştir. Çünkü bu “aşk üçgeni” hikâyeleri betli bereketli bir toprak. İşin içinde rekabet var, tercih yapmanın getireceği sonuçlara katlanmak var, vazgeçmenin imkânı ya da imkânsızlığı var. Üstelik Âdem’in iki oğlu arasındaki hikâyede (İklima’ya görüşü sorulmuş mudur bilemiyorum ama bir yerlerde İklima’nın da Kabil’e yakın olduğunu okumuştum) hem ilahî mahkemede verilen bir karar, hem de o kararın reddi var. Böylece Kabil, kadere baş kaldırıp aşkı için ömür boyu lanetlenmeyi göze alan bir “aşk kahramanına” dönüşmesin mi? Keh, keh.
Hıristiyan âlimler daha da ileri gitmişler ve Kabil’in bu olaydan sonra karısı İklima’yla birlikte bugün Babil diye bildiğimiz şehri kurduğunu ileri sürmüşler. İlginçtir, yirminci yüzyılın başlarına kadar “şehir” kavramı, bilhassa Babil gibi kozmopolit (karışık?) yerler “her türlü melanetin işlendiği pislik yuvaları” olarak görülmüş. (Naziler de Berlin’i sevmezlerdi mesela, dejenere derlerdi.)
(Aşk üçgeni demişken, 1972 yapımı Sleuth isimli güzel bir film var, 2007 yılında tekrardan çekildi. Kadını hiç görmediğimiz, ama iki erkeğin kadın üzerinden iktidar mücadelesi verdiği, diyaloglara dayalı şahane bir performans. İlk filmde üçgenin B köşesini [genç âşık] efsane Laurence Olivier’e karşı oynayan Michael Caine, ikinci filmde A köşesini [olgun âşık] Jude Law’a karşı oynamıştı. Gurmeler ikinci filmi yerden yere vurdu ama olsun.)
Öte yandan “aşk üçgeni” meselesi seyirciyi çabucak hikâyeye bağlamanın çalışılmış, bilindik yollarından biri. Ucuz romanlarda ya da sinema-TV melodramlarında sıkça karşımıza çıkar (şu an TV’de herhangi bir diziyi açın bakın, aşk üçgenlerinden geçilmiyordur). Başkaları da var elbet: Zengin kız fakir oğlan, zengin oğlan fakir kız, düşman ailelerin birbirine âşık çocukları, intikam yemini eden inatçı kimseler, sıfırdan başlayıp kimseler ihtimal vermezken zirveye çıkan maceracılar, kölelikten özgürlüğe giden yolun yolcuları…
Bir yerde okumuştum, hemen her insan öyle veya böyle bu hayattan hakkından daha azını aldığını düşünürmüş, o yüzden de haksızlığa karşı çıkan ve nihayet hakkını söke söke alan karakterleri çok sever, onlarda kendini görürmüş. Söylemek isteyip de söyleyemedikleri hep kursağında kaldığından, bütün muarızlara karşı hakkı haykıran kişilikleri de el altından desteklermiş.
(Mağdurları ve güçsüzleri severiz evet ama eğer hikâyenin sonunda ayağa kalkıp haklarını alırlarsa. Mağdur ve güçsüz olmaya devam ederlerse, bir takım Dostoyevski karakterleri gibi, onlardan tiksinmeye başlarız. Çünkü içimizdeki zayıflığı hatırlatırlar bize. Bu arada Baby Reindeer’i seyrettiniz mi?)
Usta hikâyeciler (storytellers) bu mevzuları içgüdüsel ya da teorik olarak bildiklerinden insanları kolay yoldan, adeta kısa devre yaptırır gibi, “duygulandırdıkları” bu türlü kalıplara sık başvururlar. Hayat tecrübesi kısıtlı kimseler için bu duygulanımlar (duygu demeye dilim varmadı) çok büyük bir hakikatin keşfi gibi görünebilir. Ama neyse ki bazı durumlarda “idrak kabı” genişler ve bir zamanlar bizi heyecanlandıran, tüylerimizi diken diken eden, ekrana bakıp “Yürü be!” dedirten hikâyeler, olaylar, zamanla tesirini kaybedebilir.
İşbu sebeple “popüler kültür” ürünlerine burun kıvıran zevat, bir iş ne kadar çok insanı efsunlamışsa o kadar “sığdır” gibi bir düstur edinmişler. Dalgalı engin denizlerde tek tük gemiler görürsünüz ama sığ limanlar gemilerle doludur. Neticede “asgari müşterek” sözündeki ortaklıklar “asgari”dir. “Yüksek kültür” denen şeyin her daim kendini yetiştirmiş, bu işlerin ilmine vakıf, hayat tecrübesi yerinde bir grup elitin uhdesinde görülmesinin de sebebi bu zannedersem. Sanat filmlerinin gişede çakılması, bir gurur vesilesi. “Siz anlamazsınız zaten!” denmiş pis kokan, kaba saba, biraz da kalın kafalı halka. “Bu, sizin bildiğiniz hikâyelere benzemez!” (Tamam çok burnu büyük, çekilmez kimseler ama haklı oldukları yerler de var şimdi. Sezar’ın hakkı Sezar’a.)
Araya gireyim: Past Lives’ı kıymetli kılan (bir eleştirmen, ilk filmini çeken yönetmenin kahramanları tam anlamıyla karaktere dönüştüremediğini ve “müsvedde” kâğıdında unuttuğunu söylemiş) bence filmin çok bilindik ve basit bir hikâyeyi anlatırken Arthur’un tavrıyla birden derinleşmesi, alışıldık “rekabet” temasından çıkıp “hikâyelerin anlamı” üzerine düşünmeye sevk etmesi.
Konuya (hangisine?) dönersek: “Duygusal” insanlar da bana biraz “idrak kabı” dar(almış) kimseler gibi gelir, ne yalan söyleyeyim. Hep basit açıklamalarla yetinip “başlarına gelen hayatı” iki boyutlu görmeyi yeğlerler. Çabuk öfkelenir, çabuk soğurlar. Anlık tepki verip sonra birden unuturlar. Manipüle edilmeye açıktırlar. Lovebombing (sevgi bombardımanı?) görünce dayanamazlar, çoğunlukla değersiz hissettirildikleri için değer gördüklerini düşündükleri yere “düşerler”. Mesela medya ve kutuplaştırıcı siyasilerin hamasi gündemlerine, ilgi çekmek için kullandıkları, damara basan açıklamalarına çabucak kanarlar. (Buradan yola çıkıp “seri katil” denen soğukkanlı vahşilere ancak duygusallığı aşmış, sofistike toplumlarda rastlanabileceğine dair tezler üretmeyin sakın.)
Tabi insanın başına gelenleri “idrak” etmesi, duygusal tepki vermemesi için tek başına yeterli değil. Her insanın unutamadığı, bookmark’ladığı bazı hikâyeler, kalıplar mevcut. Bunların bir kısmına travma diyorlar. Bir kısmı bilinçaltına işlenmiş ve çözüm bekleyen problemler. Bir kısmı sadece o hissi sevdiğimizden orada. Evde bir türlü atmaya kıyamadığımız o eşya(lar) gibi.
Peki, “büyümek” o duygulanımların son bulması mıdır? Acaba bu yüzden mi hikâyeleştiriyoruz yaşadıklarımızı? Belki bir yerden duymuşumdur ama hikâyeler bana doğadaki besinlerin konserveleştirilmesini, turşu kaplarında kurulmasını, koca koca kazanlarda domateslerin salçaya dönüştürülüp yaz-kış tüketime elverişli kılınmasını hatırlatıyor. Orijinali değil ama o orijinalin tadını veren yeni bir tür. Zaten gerçeği, hakikati, yaşanmışı olduğu gibi muhafaza etmek imkânsız. Elimizde bu var. Kısa ve öz. Condensed (yoğunlaştırılmış?).
İşte “kendi benliğimiz” de, rahmetli Daniel Dennett’e göre, böyle bir turşucu dükkânı. Kendimize anlatıp durduğumuz bir hikâye. Zamanla o hikâye bir yere gitmiyor ama farklı yönlerini keşfediyorsunuz. Başka hikâyelerle bir araya gelince çok daha farklı bir dünyanın kapılarını aralayabildiğini fark ediyorsunuz. Ol sebepten, insanların kendi hikâyelerini tekrar tekrar anlatması kadar güzel bir şey yok. Bu imkândan mahrum bırakılanlar, hikâyelerinin iptidaî bir hâline mahkum ediliyorlar çünkü. Tabi bir çift de dinleyecek kulak lazım. Onu nereden buluruz bilmiyorum.