Hikâye anlatıcılığında, “anlatma, göster” (don’t tell, show) denilen bir kural var. Bir karakterin uzun uzun o an hissettiklerini anlatmak yerine, bazen tek bir hareketiyle ne hissettiğini söyleyebiliyorsanız, iyi bir hikâyecisiniz demektir.
Bu kurala harfi harfine uyan bir filmden bahsedeceğim size.
2004 yılında vizyona giren Bin-Jip’i (‘Boş Ev’) üniversitedeyken bir arkadaşımın tavsiyesiyle seyretmiştim. Günlerce etkisinden çıkamadığımı hatırlıyorum. Gençlik işte. Her şeye fazlaca vaktinizin olduğu, böylece tecrübelerinizin üzerinde kuluçkaya yatabileceğiniz zamanlar.
Yönetmeni Kim Ki-duk geçenlerde vefat edince bir süredir aklımda olan şeyi yaptım ve filmi yeniden seyrettim.
Sizde de oluyor mu? Hafızada sarsıcı etkiler bırakmış filmleri, kitapları yeniden ele alınca gelen tatminsizlik hissi… Almancada bununla ilgili bir kelime vardır kesin.
Bu filmde öyle olmadı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Ne eksik, ne fazla. Filmde çalan şarkı mesela, hiç eskimemiş.
Sonra bunun neden böyle olduğunu düşünmeye başladım. Aklıma gelen tek açıklama, yönetmenin anlatmak yerine göstermek yönündeki disiplinli tercihiydi. Nefsine yenik düşmemiş, etrafa bir şeyler sıçratmadan eserini tamamlamıştı.
Tae-suk genç bir adam. Onun hakkında film boyunca öğrenebildiğimiz tek şey iyi bir üniversiteden başarıyla mezun olması.
Bir motosikleti var. Onunla rastgele bir sokağa gidiyor, evlerin, apartmanların kapılarına ilânlar yapıştırıyor. Biraz bekledikten sonra, boş olduğuna kanaat getirdiği, çünkü ilânların kapılarında hâlâ asılı durduğu, evlere giriyor.
Sanki o ev kendininmiş gibi vakit geçirmeye başlıyor. Buzdolabını açıp yiyecekleri karıştırıyor ve kendine güzel bir ziyafet çekiyor. Kirli çamaşırları yıkıyor, özenlice asıyor. Bozuk eşyaları tamir ediyor. Duşunu alıyor. Televizyon izliyor. Kanepede sızıyor. Bol bol da yukarıda paylaştığım Natacha Atlas şarkısını dinliyor.
Bu arada girdiği evlerde, hoşuna giden eşyaların önünde, küçük fotoğraf makinasıyla ‘selfie’ çekiyor. Henüz 2004 yılında ‘selfie’ çekmenin yalnızlıkla bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz, bir bakıma.
Tae-suk, evet, yalnız bir adam. Muhtemelen kimi kimsesi yok. Boş evden boş eve salınarak yaşıyor. Peki insanların hayatlarına bu dokunuşu yaparken bir fikri var mı?
Bir hayalet olup insanlar arasında, varoluşlarının en mahrem noktalarında, gezinmek istiyor bana kalırsa. Onların günlük hayatını bir kıyafet gibi kısa süreliğine üstüne geçiriyor. İnsanlarla kuramadığı, belki de kurmayı tercih etmediği ilişkiyi onların eşyalarıyla kuruyor.
Varlığını hissettirerek, görünerek, sıfatlara tutunarak değil; yokluğa kaçarak, fark edilmeyerek, tek kelime konuşmayarak var oluyor.
Bir sonraki durağı boş olmayan boş ev. Yine aynı hayalet rutinini tekrar ederken, bu kez bir başka hayalet onu seyrediyor uzaktan. Sun-hwa genç güzel bir kadın. Yüzündeki darp izleri, kendi yetersizliği ile baş edemediği için öfkesini onda deneyen kocasının eseri.
Nihayet Tae-suk’a görünüyor Sun-hwa. Önce genç adam evden çıkıp gidiyor ancak kadının gözündeki yardım çığlığına da bigâne kalamıyor. Kendi yalnızlıklarını paylaşırlarken, koca çıkıp geliyor akşam vakti.
Kadına yine zorbalık etmeden Tae-suk araya giriyor. 3 numaralı (filmin İngilizce adı da buydu: 3-iron) golf sopasını alıp uzaktan fırlattığı golf toplarıyla adamı yere seriyor.
Birlikte kaçıyorlar…
Kahramanımız tam da hayallerdeki beyaz atlı prens değil. Vaat edebileceği tek şey boş evlere birlikte girip çıkmak. Birlikte geçirdikleri birkaç gün boyunca aralarında tek bir kelime de geçmiyor üstelik.
İçlerinden geçeni jestlerinden, mimiklerinden, fiillerinden çıkarmaya çalışıyoruz. Sun-hwa mesela bir fotoğrafçının evinde kendi çıplak pozlu fotoğrafını görüyor. Onu karelere ayırıp bir yapboz gibi yeniden düzenliyor. Karmaşık ruh hâlini mi anlatıyor? Varlığının izlerini mi bulandırıyor? Kendiyle mi hesaplaşıyor? Mahremiyetini geri mi kazanıyor?
Bir parkta ağaca kabloyla bağladığı, böylece olduğu yerde dönüp duran golf topuna öfkeyle vuruyor Tae-suk mesela. Sun-hwa buna engel oluyor bedenini topun önüne koyarak. Kocasına benzettiği için mi? En basit şiddetin bile sonunda zarar doğuracağını düşündüğü için mi? Muhtemelen ikisi de. Arada kocasını evinin bahçesinde öfkeyle golf toplarına vururken görüyoruz. Sonra Tae-suk’un vurduğu topun ağaçtan sökülerek yoldan geçen bir arabadaki genç kadını yaralayışına şahit oluyoruz.
Birbirlerine sığınarak iyileşmeye çalışıyorlar. Birbirlerinin omuzlarında ağlıyorlar.
Tam bu noktada yönetmen Kim Ki-duk’un filmlerinde şiddetin çok önemli bir yeri olduğunu vurgulamak gerek. Öyle ki onunla çalışan kadın oyuncular, travmatik deneyimler yaşadıklarını söylemiş. Bazıları onun tacizine, tecavüzüne uğradıklarını da iddia etmiş. Son yıllarında gözden düşmesini de, başka bir ülkede, Letonya’da, ölmesini de açıklıyor bunlar.
Kahramanının başka yollarla değil de golf toplarıyla hasımlarını alt etmesi, nereden baksanız tuhaf bir hayal gücünün ürünü. (Türk seyircisi bu eylemi bir yıl sonra Organize İşler filminde bir komedi unsuru olarak görecekti.)
Ama şiddet tek taraflı değil. Toplumsal bir alışkanlık sanki.
Genç âşıklar, yoksul mahallelerden birinde, ihtiyar bir adamın evine giriyorlar. Öldüğünü fark edip güzelce kefenliyor, geleneksel bir törenle gömüyorlar.
Gelgelelim ihtiyar adamın oğlu bunları yakalayıp boş evlere girip çıkma fiilinin kanundaki karşılığını hatırlatıyor onlara.
Tae-suk’un sorgusunda bu kez polis şiddetini görüyoruz. Hapse girdiğinde gardiyan şiddetini.
Suskunluğunun bir protesto biçimi olduğunu, görünmeme çabasının aslında toplumun beklentilerinden, yargılarından, toplumsal hayatın dayattığı zorunluluklardan kaçış olduğunu fark ediyoruz. Yığınlar gibi yaşamak istemiyor Tae-suk. Çoğunluğa benzemekten kaçınıyor. Kendine özgü o yolu bulmaya çalışıyor belki. Ama bunu çiğ bir çığırtkanlıkla değil, dervişane bir fedakârlıkla yapıyor.
Hapishanede tamamen gözden kaybolmanın, gözün menzilinin dışına çıkmanın, gözetim altında tutulurken bile yok olabilmenin yollarını keşfediyor. Nihayet bir sahnede, kameranın da, yani seyircinin menzilinin de, dışına çıkıyor.
Yönetmen finalde bir çeşit mutlu son gösteriyor. Sun-hwa’nın sesini ilk kez duyuyoruz. “Seni seviyorum” diyor acemi bir tonda. Ama bu sonun ne kadar “mutlu” olduğunun yorumu da bize bırakılmış bana kalırsa. İzlerseniz, siz de hak vereceksiniz. Merak etmeyin filmde hâlâ anlatılmamış çok şey kaldı!
Kim Ki-duk sinema eğitimi almamış, ressamlığı da senaryo yazmayı da film çekmeyi de el yordamıyla öğrenmiş biri. Filmleri şok edici. İnsan bedeni de dâhil kamerasına aldığı her şeyi eritip oradan akışkan bir rüya maddesi elde ediyor. Şiir gibi belki. Shakespeare’in şu sözünde olduğu gibi: “Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz ve uykuyla çevrilidir küçük hayatımız.”
Zaten filmin sonunda da, “yaşadığımız bu dünyanın gerçek mi rüya mı olduğunu asla ayırt edemeyiz” gibi naif bir aforizma gösteriyor seyirciye.
Neden mi naif? Belli ki seyircisinin sanat yapıtı karşısında büyülendiğini, hayatının akışına bir ara verip günlerce belki haftalarca onun etkisiyle yaşadığını zannediyor. Geceyarısı kederli bir film izledi diye ertesi günkü bütün dersleri asan bir üniversite öğrencisi var sanki karşısında… Yönetmen bir yolunu bulmuş ve büyümemeyi, sıradanlaşmamayı başarmış. Ya seyirci?