Varlığımızın bizatihi geçici (fani) olduğunu bildiğimiz hâlde, kendi hayatımızdaki geçici şeylere ilgi göstermemekte ya da onları geçiştirmekte bir beis görmüyoruz. Çünkü hayat ileriye doğru yaşanıyor. Vaktimiz kısıtlı. Ancak belirli sayıda şeye odaklanabiliyor, yalnızca sınırlı noktalarda derinleşebiliyoruz. Limitlerimizin çokluğu bazen sizi de boğuyor mu?
Ben istiyorum ki şu fani hayatta karşılaştığım her insanı içli dışlı tanıyayım, hikâyesini dinleyeyim, deneyimlerinin üstünden geçelim birlikte, ne görmüş, ne duymuş, ne hissetmiş bileyim. Belki de bu sebeple anlatıların karakterler etrafında kurgulanması (ki hemen bütün edebî üretim böyledir) bana toplumsal kesitleri ya da tarihsel dönemleri inceleyen belgesel kıvamındaki metinlerden daha cazip geliyor. Fransız İhtilali ve sonrasındaki Fransa’yı döneme dair yazılmış tarihî kitaplardan değil Sefiller’den okumayı seviyorum çünkü bana “Orada olsam ne düşünür, ne hisseder, ne yapardım?” sorularının cevabı konusunda yardımcı oluyor. Zamanda yolculuk gibi.
Diyeceksiniz ki, o dönemi tarihî kitaplardan öğrenmesen bu sorunun cevabını da bulamazdın, ya da belki de o dönemi daha detaylı biçimde öğrensen Sefiller’i okumana gerek kalmadan bu sorunun cevabını verebilirdin hatta Sefiller’i belki çok daha iyi anlayabilirdin. Hatta daha da ileri gidip Sefiller gibi eserler, zaman ve mekan değişse de insanların ruhlarındaki karmaşa pek değişmiyor demeye getiriyorlar, bu yönüyle de indirgemeci bir tavır ortaya koyuyorlar da diyebilirsiniz. Bütün bunlarda haklılık payı olmakla birlikte, ben galiba eski usul hümanizmde (post-hümanizm konusunda ikircikliyim) biraz teselli buluyorum ve yaşadığım bu dünya imtihanının (ya da deneyiminin) kerterize konduğu bir hikâyede hem zamanı ve mekanı daha iyi kavradığımı düşünüyorum hem de insanlığıma ilişkin bazı şeyleri yeniden ele alma fırsatı buluyorum.
Haliyle insan elinden çıkan her şeyde, ne kadar sığ ya da yalapşap olsa da (mesela TikTok videoları, keh keh), yine insanın içinde olduğu bir denklem çerçevesinde, bizzat bir değer var. (Ama o değer hemen kendini belli etmiyor, biraz üzerine düşünmeniz icap ediyor.) Bu yüzden koca koca teknoloji şirketleri sizin abuk sabuk şeyler yazdığınız sosyal medya hesaplarınızla algoritmalarını besliyorlar. Çünkü en nihayetinde tahmin edilebilirliğinizin ticarî karşılığı oluşmuş durumda. Bir sonraki alışverişinizi kestirebilen ya da sizi bir sonraki alışverişinize götürebilecek yolu gören bir şirket, rakiplerinin bir adım önüne geçebiliyor. Ama ticarî kaygının beraberinde insan davranışları ve deneyimleri hakkında daha çok şey öğreniyoruz tuhaf biçimde. Öğrendiğimiz şey insanla ilgili “nihaî” bir şey değil hatta belki “insanın özü” gibi iddialı bir şey de değil ama “işe yarar” bir şey, ve bunu da en çok kapitalistler (tarihsel sebepleri saymakla bitmez) kullanmayı beceriyor.
Burada kendini tamamen bu türlü algoritmaların eline bırakmakta büyük bir keyif olabileceğini söylemek isterim. Sizi sizden iyi tanıyan bir dışsal varlık… Hani Tanrı gibi! Her ihtiyacınızı gözetiyor, yeri geldiğinde sizi uyarıyor, yeri geldiğinde size destek oluyor, günlük hayatınızı belki siz daha uyanmadan simüle edip (bunun Türkçesi ne ola ki?) size yol haritaları çiziyor, günlük ya da daha uzun vadeli kaygılarınızı anlıyor filan. İnsan bütün bunları kendi aklıyla yapabilmeyi ancak otuzlarının sonunda öğrenebiliyor, biliyor muydunuz bunu? Neden öfkeli olduğunu, neden canının durduk yere sıkıldığını, pişmanlıklarıyla nasıl başa çıkacağını…
Ya da on dokuzuncu yüzyıl Rus romanları okuyup yoksulluğu iliklerinize kadar hissederek, yalnız değilmişim diye içinizden geçirebilirsiniz. James Baldwin demişti, insanın başı bir derde girer ve sonra kitap okuyarak yalnız olmadığını, başka insanların da benzer veya daha büyük dertlere girdiğini görür. Bu his insanlık durumunda hep birlikte olduğumuz gibi uçuk (aşkın) bir hisse de yol açıyor mu? Açmıyor. Açtığını zannediyoruz ama pek öyle değil durum. Anlatılabilenlerin sınırları olduğu gibi (hiçbir gerçeği tam anlamıyla kelimelere dökemezsiniz, belki yalnızca ima edebilirsiniz ve okuyan o iplerin uçlarını tutup çekerek kendince sonuçlara ulaşabilir), anlaşılmanın da sınırları var elbette.
Ama yine de bu ortaklıkta insanı çeken bir şeyler var. Aynı durumda olsam ben de benzer şeyler hissederdim diyebilmenin getirdiği bir bağ kurma hevesi. Acaba hayvanlar da başka hayvanları görüp benzer şeyler hissedebiliyor mudur? Az evvel boğazlanan bir koyunun yanından sürüklediğimiz müstakbel kurbanlık koyun, başına gelecekleri sezip trajik bir karaktere dönüştüğünü (içgüdüsel hayatta kalma itkisinden bahsetmiyorum) fark edebiliyor mudur? (Thomas Nagel diye bir filozofun “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” diye makalesi de var ilginizi çekerse.)
Aslında hikâyesini anlatan insan, bizatihi imkânsız bir işe girişmiş kimsedir ve yaşadığı şeyin öznelliğini bir başkasına tam anlamıyla aktaramayacağının farkındalığıyla anlattıkça daha da battığını bir noktada görür. Bu yüzden bazı romancılar hikâyelere müdahalede bulunur, okuyucuya bu acizliği haber vermek isterler. Anlatamıyorum ama sen anla! Kara Kitap’ta Orhan Pamuk şöyle yapar bunu mesela: (Kitaba ilginiz yoksa bu kısmı es geçebilirsiniz zira çok etli bir alıntı oldu.)
“Okuyucu, ey okuyucu, baştan beri anlatıcıyla kahramanları, köşe yazılarıyla, olayların anlatıldığı sayfaları pek de başarılı olamadan da olsa, titizlikle birbirinden ayırmaya çalıştığım kitabımın bu noktasında, yani senin de belki farkettiğin onca iyi niyetli çabadan sonra, izin ver de şu satırları dizgiciye yollamadan önce bir kere olsun araya gireyim. Hani kimi kitaplarda sayfalar vardır, yazarın hüneri yüzünden değil de, 'sanki kendiliğinden' kurulmuş hikâyenin 'sanki kendiliğinden' akışı yüzünden içimize öyle bir işlerler ki, bir türlü unutamayız onları. O sayfalar, aklımızda, kalbimizde – ne derseniz deyin işte – meslek erbabı yazarın kalemiyle harikalar yarattığı sayfalar olarak değil, kendi hayatımızdaki kimi cennet saatleri gibi, kimi cehennem saatleri gibi, her ikisi gibi ve daha çok her ikisi dışında, yıllarca hatırlayacağımız dokunaklı, içler acısı ve göz yaşartıcı bir anı gibi içimizde kalır. İşte, sonradan görme bir köşe yazarı değil de, meslek erbabı, hüner sahibi bir yazar olsaydım, şimdi ‘Rüya ile Galip’ adlı eserimin akıllı ve duyarlı okuyucularıma yıllarca eşlik edecek o sayfalarından birinde olduğumuzu güvenle düşünürdüm. Ama yeteneklerim ve yazdıklarım konusunda gerçekçi olduğum için, bu güven yok bende. Bu yüzden, hikâyemin bu sayfalarında okuyucuyu kendi anılarıyla başbaşa bırakabilmek isterdim. Bunun için de yapılacak en iyi şey, dizgiciye bu sayfaları kara bir mürekkeple boyamasını önermek olacaktır. Hakkıyla yazamayacağım şeyleri siz hayâl gücünüzle kurun diye. Hikâyemin kaldığım yerinde içine girdiğim kara düşün rengini vermek, ondan sonraki günlerde bir uykudagezer gibi olayların içinde gezinirken aklımın içindeki sessizliği size hep hatırlatmak için. Bundan sonraki sayfaları, kara sayfaları, bir uykudagezerin hatırladıkları olarak görün artık.”
Aciziz ama anlatmaya da devam ediyoruz, anlatmak zorundayız, anlatmak dışında bir şey bilmiyoruz, anlatmaksızın yaşayamıyoruz, gibi.
Gelgelelim, anlatılacak her şey de anlatılmış ya hani, güneşin altında malum yeni bir şey yok, o yüzden son birkaç on senedir (decade kelimesini dekat olarak Türkçeleştirenler görüyorum, doğru mudur?) bir hikâyeyi nasıl anlattığın daha önemlidir, efendim üsluptur hikâye anlatıcısını hikâye anlatıcısından ayıran deniyor. Deniyor da kardeşim insanlık durumu hiç mi değişmiyor? Emin miyiz her şeyin gerçekten de anlatıldığından? Yoksa klasik anlatıları tekrar ede ede kendimizi bir kavramsal hapishanenin içine mi soktuk? Her yenilikte eskiyle benzerlikleri aradığımız için, nostaljiye meyyal olduğumuz için, kendi koyduğumuz kuralları bozmaktan korktuğumuz için (çünkü bozarsak ahlakî/spiritüel boşluğa düşeceğiz), her şeyi kitleselleştirirken kitlelerin tanıdık olanı, ucube olana tercih etmesine ve bu tercihleri de hikâyelerin gidişatına el feneri kıldığımız için böyle olmuş olamaz mı?
Gerçekten farklı bir fikir aramıyoruz belki de hayatımızda. Sonuç odaklı pragmatistiz neticede. Eldekileri envantere kaydedip onlara bakarak gelecek için bir plan program çıkarıyor, o noktaya varabilmek için sabır, azim ve kararlılıkla yürüyoruz. Bunlar gerçekten de hayatta başarının olmazsa olmazları bu arada. Geçmişe takılan, gönlüne küsen, disiplinsiz, hayta, özgüveni düşük insanlar için dünya bir cehennem. O insanlar hep bir el uzansın ister. Algoritmalar mesela gelsin her şeyi yoluna koysun, kendileri içlerindeki çağlayanları seyretsinler gün boyu. Bir Allah’ın kulu da onlara hak versin, ses çıkarmadan, hamle yapmadan, güzel bir şey gelip onları bulsun. Mucizeler parıldasın gökyüzünde. Kendini anlatma, isteğini söyleme, arzularından dem vurma eziyetine katlanmasın. Kim istemez?
Hayatın böyle formüllerle (ya da kategorilerle) yaşanıyor olması, başka insanların hikâyelerine odaklanma problemini de beraberinde getiriyor bittabi. İnsanları ve olayları belirli yapısal çerçevelere sokup “Hah, işte şimdi bu oldu, bundan sonra bu olacak” müneccimliğinin insan zihnini tatmin eden fakat gerçekliğin altını oyan bir tarafı var. En başta da dediğim gibi kalabalık bir dünyada yaşıyoruz, her şey ve herkes geçici gibi geliyor ve geçiciliklere fazla nazar edecek vaktimiz yok. Hâl böyle olunca da o geçicilikleri “Tamam ben bunu biliyorum,” diyerek formüllere bağlıyoruz, “Almanlar şöyle insanlardır,” veya “Yahudiler şunu şöyle yapar,” gibi kalıp cümlelerle, şimdilerde daha bireysel planda, karakter arketipleri ve davranış biçimleri üzerinden, “Sende bilmem ne travması var ya ondan hep,” ya da “Boğa burcu olduğun için böyle davranıyorsun,” gibi kategorilerle karşımızdaki insanı çözüyoruz. “Çözdüm ben seni oğlum!”
Bunlar komple yanlış şeyler demiyorum ama bir insanı böyle pasif bir analiz nesnesi hâline getirmenin, o insanın akışkan varoluşunda olumlu bir etki yapması imkânsıza yakın. Hani derler ya “Kırk kere söylersen olur,” diye. Gerçekten de bir insanı (topluluğu, kültürü, milleti, vs.) sürekli benzer kalıplarla analiz ederseniz, hem siz o kişinin öyle olduğuna inanırsınız hem de o kişi zamanla öyle olduğuna kendini ikna eder. Bu nihaî analizlerin bir sebebi de, o kadar övdüğümüz hikâyeler aslında. Giriş gelişme ve sonuç arıyoruz her yaşam parçasında ama bazen gerçeğin ortaya çıkması için bir insanın ömrünü sonuna kadar yaşaması bile yetmiyor, o insanın ölümünün üzerinden asırlar geçmesi gerekiyor. Ve analiz sürekli değişen, her yorumcuda başka katmanlar eklenen, kolektif bir şey. Bir zaman sonra arkeolojik kazılara girişmeden anlayamıyoruz neyin ne olduğunu.
İnsanların inandıkları, kimlikleri, hatta ağızlarıyla söyledikleri elleriyle yazdıkları bile yeterli değil onları anlamak için. Daha temelde, bir insanın varlığının asıl çekirdeği, içinde bulunduğu büyük akıntılar (tarih, toplum, kültür, inanç, kimlik, ekonomi vs.) ve küçük akıntılar (günlük hayat, aile, arkadaşlar, arzular, duygular vs.) arasında nasıl yol almaya çalıştığı, o “bilinebilen” (çünkü gözlemlenebiliyor bir yere kadar) dışsal etkenlerle nasıl ilişki kurduğu, o ilişkilerin onu dönüştürmesine ne kadar müsaade ettiği ile alakalı bir şey ve bu çekirdeğin kendisi de akışkan, hâliyle değişebilir, başkalaşabilir, farklı şeylerle etkileşime girdiğinde, hiç beklenmedik sonuçlar verebilir. İnsan, evet, başkalaşabilir lakin buna önce kendi zihni, akabinde çevresi ve en nihayetinde bütün bir insanlık durumu mani oluyor. Ve biz de insanları anlayacağız diye bir karaktere oturtmak için çabalarken bu engelleri arttırıyoruz yalnızca. Vay be!
Neyse ben gideyim iki koli daha doldurayım, taşınıyoruz da.
İnsana dair her şey anlatıldı/söylendi/yazıldı ise yandık ki ne yandık! Algoritmalar 1-2 dekata kadar insanlığın içinden geçer. (Algoritmalara bu kadar naif yaklaşmayalım lütfen! Hatta mümkünse şöyle Terninatör'lü, Person of Interest'li hatta bir yerlerde V for Vandetta da geçen bir distopya yazısı alalım sizden :)
Bediüzzaman, her insan ayrı bir nevdir diyor.
Ben de başka bir insanı tam anlamıyla hiç bir zaman anlayamayacağımı düşünüyorum.
Bu durumda elde patternlar ve genellemeler kalıyor maalesef.