İngiliz yazar Neil Gaiman, kısa hikâye yazmanın “bir gecelik eğlence” olduğunu söylüyordu bir konuşmasında. Aklınıza bir fikir gelir, onu hızlıca kâğıda dökersiniz, sağını solunu düzeltip suya bırakırsınız.
Arjantinli yazar Julio Cortazar da bir oturuşta yazarmış hikâyelerini. O, yazmayı bir boks maçına benzetiyor. Roman yazıyorsanız, okuyucuyu sayılarla 12 raunt sonunda alt edebilirsiniz. Eğer kısa hikâye yazıyorsanız, nakavt etmek zorundasınız. (Okuyucuyu yere sermek, en azından afallatmak, güçten düşürmek, terletmek ya da okuyucuya otoritesini kabul ettirmek, yazarın amacı olmalı mı?)
Elbette çeşitli yazma biçimleri var. Nobel ödüllü hikâyeci Alice Munro, detaycı ve uzunca anlatılarını muhtemelen üzerinde günlerce çalışarak yazıyordur.
19. yüzyılda günlük gazetelerde bolca hikâye olurmuş. Okurlar en çok da tefrika hâlinde devam eden “arkası yarınlar” için alırmış gazeteleri. Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi Türkiyeli yazarlar da bu gelenekten çıkma. Çünkü o dönemde okura ulaşmanın en kestirme yolu. (Osmanlı’da ahalinin hikâye okumayı/dinlemeyi çok sevmesi üzerine kısa bir yazı şurada [link].)
Kısa hikâyeler, yayınclığın gelişmesiyle kitaplara girdi. Bunun, okuru biraz edebiyattan uzaklaştırdığını düşünmüşümdür hep. Halbuki kısa hikâyeler, günlük meselelerdir bana kalırsa. Çabuk tüketilir, zaman zaman yeniden okunur. Ona yakışan yer, periyodik bir yayındır. Agatha Christie, bir dönem her hafta bir polisiye hikâye yazarmış mesela.
Aslında sanat yapıtı, “o anlık” etki eden bir şeydir çoğunlukla. Bir sinema filmini tekrar tekrar izlemek mümkün ama sinemada, o karanlık salonda, tecrübe edilen şey, sanatın kendisidir. Ondan sonrası bir nevi hatırlamak gibi. Parçalar hâlinde. Hiçbir zaman o ilk deneyimin yerini tutmaz. Romanların bu deneyimi uzattığını düşünürüz ama günlerce (hatta bazen aylarca) süren bir roman okuma meşguliyetinde hep aynı zamanın içinde sayılmaz mıyız?
Bir ay evvel başladığım bu e-bülten/fanzin projesinde en çok arzu ettiğim şey de, günlük tüketime uygun hikâyeler karalamaktı. Birinci ayını, şimdilik 71 abonemizle, kutladığımız neşriyatımızın bu yeni ürünü de bendenizin yazdığı bir kısa hikâye. Umarım beğenirsiniz. Yorumlarınızı bekliyorum. İyi okumalar…
Not: E-bültene abone olmak için aşağıdaki kutuyu kullanabilirsiniz
İçeri
“Giremezsin!” dedi kapıdaki Azman tipli görevli. Azman, hani şu Gargamel’in kedisi. “E, iyi de sebep?” diye çıkıştım. Bel hizasındaydım, yumruğunu rahatlıkla kafamın tepesine indirebilirdi. “Giremezsin!” diye ünledi tekrar. “Yahu niye?” O sırada genç bir adam, hoş da çocuktu şimdi Allah var, Azman’a selam verip kapıdan içeri süzüldü. “Bi dakka! O niye girebildi?” Cevap vermeye bile tenezzül etmedi hayvan.

Oyalandım bir süre öyle etrafta dolaşarak, sanki insafa gelecekmiş gibi. Gelmedi tabi. Birkaç sorti daha yaptım kapıya ama yok. Azman’lığından zerre indirim yapmadı. “Eh ne yapayım, başka yer mi yok?” diye düşünürken içeri alınmama hâli ruhumda bir mürekkep lekesi gibi yayılmaya başladı. Çok kızmıştım ve ocakta suyun kaynaması gibi fokur fokur, birisi gelip ocağın altını kapatmadığı müddetçe fokur fokur hep böyle, kaynıyordu öfkem.
“Bu ne be?” dedim tıslar gibi, “bu ne ağğbii!” Deliriyor muydum acaba? Kendi kendime kahkaha atıyordum arada. O hoş çocuktan sonra da içeri girenler oldu. Bana çok benzeyen biri girdi hatta. Tıpkı ben ya, vay anasını! Gördükçe sinirlerim iyice tepeme çıktı. “Ulan zorunuz bana mı?” diye bağırdım Azman’a güvenli bir mesafeden. Baktım kılını kıpırdatmıyor, sunturlu sunturlu küfürler de ettim. “Erkek misin sen be?” Erkekliğine laf gelince küplere biner diye düşündüm ama yok, tecrübeliydi. Planım da şuydu yani: Bana doğru hamle yapınca koşarak biraz oyalayacak sonra da kapıdan içeri dalacaktım! Nereden baksanız iyi plan şimdi. Belki insaflı birileri “Ya bırak kızı gelsin” diyebilirdi. Hu hu! İçeride insaflı birileri var mı?
Sonra birden az kalsın sevinçten havalara uçacağım bir şey oldu: Birini daha almadılar içeri! Gencecik, oklava gibi bir kız. Nasıl da üzüldü, ah kıyamam! Ama işte, o da benim gibi kalakaldı Azman’ın önünde. Uzaktan seyrederken kızcağızı, kendimi dikizliyormuşum gibi hissettim. Alabildiğine şaşkınlık, bön bakışlar, karşı tarafı anlamaya çalışma hâli, bunu beceremeyip anlamsızlık bataklığına batış ve kapanış! En çok da bu anlamsızlık koyuyor biliyor musunuz? Öfkelendiriyor durduk yere, bak şimdi tekrar hatırlayınca bile. Hayır, dersin ki, seni şu şu sebeple almıyoruz içeri. İlla makul bir gerekçe de aramıyorum burada. Neticede mekânın kuralıdır, der, geçerim. Ama böyle kapıya bir Azman koyup kafana göre… Neyse mevzuumuz bu değil. Bu da, bu değil işte.
Genç kız az evvel benim yaptığım gibi müstakil binanın etrafındaki geniş açıklıkta biraz dolandıktan sonra Azman’ın dibine kadar gidip tatlı tatlı gülümseyerek, sanırım kösnülce şeyler söyledi. Ah tabi hayvanın içgüdülere oynamak iyi bir fikir. “Kadınlığını kullanmak” deniyor ya buna. “Erkekliğini kullanmak” diye bir şey yok tabi. Bence erkekler erkekliklerini çok yanlış anladıkları için onu doğru kullanmayı da beceremiyorlar.
Bizim Azman da erkek familyasından işte. Biraz yumuşar gibi oldu. Gene de ama sonuç değişmedi. Artık kızcağız neden alınmıyorsa içeri, bayağı ağır bir sebep olmalı. Kös kös uzaklaştı kapıdan. Baktım benim tarafa geliyor, hemen sırnaştım. “Merhaba hanımefendi,” dedim. Hayatında ilk kez birisi hanımefendi demiş gibi baktı. “Beni de almadı hayvan!” Gülümsedi. Güzel kızdı ama dişleri biraz ağzına büyük geliyordu. “Ben Hayal,” dedim. “Aaa!” diye şaşırdı. “Benim ismim de Rüya.” Eh, memnun olduk.
O bir anlık memnun olma esrikliği içinde “Ulan acaba isimle ilgili bir hafiflik mi var?” diye aklımdan geçirmedim değil. Ama Azman nereden bilecekti ki adımızı? Alnımızda yazmıyordu ya. Evet, doğru tahmin ettiniz, önce Rüya’nın alnına baktım çaktırmadan, sonra da telefonu çıkarıp saçımı düzeltiyor numarası yaparak kendiminkini kontrol ettim. Güvendeydik! Gene de bu kimlik meseleleri enteresan şimdi, alnımızda filan yazmaz da, doğru adamı bulursan o anlar kim nereden gelir, ne ayaktır vesaire. Gerçi ne ayağımız olacak bizim, kendi hâlimizdeyiz.
Pek konuşkan biri değildi Rüya. Az evvelki acemi şuhluğu ile kendini aşmış yani anlayacağınız. İçeri girmeyi çok istiyor olsa gerek. Ben de Azman’ın dikildiği kapıyı gözetlemekten laf açamıyordum bir türlü. İlişkimize bir üçüncü lazımdı kısaca. Ki o üçüncü de çok geçmeden kapıdan geri çevriliverdi! Mahcup bir adam. Hiç itiraz etmeden elleri cebinde döndü yürüdü boşluğa doğru. Hemen koştum getirdim. “Biz de giremedik!” diyerek dayanışmaya çalıştım ama pek oralı olmadı. Neyse ki Rüya’nın sevimliliği sayesinde yanımızda dikilmeye ikna oldu. Şimdi âşık da olur bu kıza… Hey Allah’ım!
Güneş öğlen iyice tepeye çıkıp mekânın etrafındaki gözalabildiğine betondan boşluğu iyice ısıttığı sıralarda familyamız beş kişiye çıkmıştı. “Yahu arkadaşlar burada böyle bekleyecek miyiz?” diye ara ara yokluyordu bizi en son aramıza katılan Cemal arkadaş. Yüzünden okunuyordu Karadenizliliği. Sıcak hava, damarlarındaki kanı tehlikeli bir kıvama getiriyordu. “Beşe karşı biriz aslında. Çıksak mı karşısına?” diye bir laf attım ortaya. Rüya, “Bilmem ki…” diye tısladı. Onun ağzının içine bakan Mehmet geri adım attı. İkiye ikiydik, dengeyi değiştirecek oy Melahat Abla’dan gelebilirdi.
Melahat Abla güngörmüş bir ablamızdı. Yani şurada tanışalı çok olmadı ama içeriye giremeyişimizi basit kadercilikle geçiştirmeyecek kadar kalender biriydi, orası kesin. “Bu düzen değişecek elbet,” dedi birkaç kez, ahşap kaplamalı şık filtresine taktığı sigaradan nefes almadan evvel. “İyi de nasıl?” diye sormuştu Rüya birinde de, afalladı kadıncağız. “Ne bileyim ben!” diye azarladı çıtkırıldımı. Bu hadiseye güvenerek Melahat Abla’nın bize destek çıkacağını bekliyordum ki yanılmadım.
Az sonra Cemal, Melahat Abla ve bendeniz, kaderin allem edip kallem edip aynı yola baş koydurttuğu üç cesuryürek, Azman’ın karşısındaydık.
“Birader sizin derdiniz nedir?” diyerek ilk kurşunu Cemal sıktı. Melahat Abla yargılayarak dik dik bakmak suretiyle düşman saflarını yıpratmayı hedefliyordu. Ben de verilecek ilk cevabı savuşturmaya odaklamıştım kendimi. Azman âdeti olduğu üzere sustu ve uzaklara bakmaya devam etti. Cemal kapıdan çevrildiği sırada kesin tartmıştı aralarındaki muhtemel bir kavgada ne kadar zayiat vereceğini, o sebeple şimdilik kendine hâkimdi. “Ya adamı hasta etmesene be!” diyerek destek kuvveti gönderdim. “Neyimiz eksik bizim? Niye sokmuyorsun içeri?”
Birazcık çıngar çıkardıksa da, fayda etmedi. Azman’la eşdeğer cüssede bir tane daha geldi kapıya ve “Bir durum mu var?” diyerek Azman’a seslendi. Bizi komple yok sayıp aralarında bir durum olmadığına karar verdiler. Vallahi de bir durum oluşturamamıştık. El mecbur karargâhımıza geri döndük.
Rüya’yla Mehmet biz yokken muhabbeti iyice koyultmuşlardı. Çifte kumrular! Ama iki lafın belini kırmak Mehmet’e yaramış, yüzüne renk gelmişti çocuğun. Beynine de kan gitmiş olacak ki, makul bir öneriyle geldi: “Var mısınız bir çadır bulalım, içeriye alınmayanları o çadırda ağırlayalım? Muhtaç değiliz onların mekânına!” Daha azına razı olmuşluk esintisi aramızda dolaştı, ne yalan söyleyeyim. Gene de kabullenildi öneri. Bir saat sonra, güneşten şikayetçi değildik artık. Melahat Abla yelpazesini açmış, tatile gelmiş turist gibi plastik sandalyeye kurulmuştu bile. Kumpanyamız gelen geçenden sempatik bakışlar topluyordu. Azman da bizi izliyor muydu acaba?
Pek umurunda değildi galiba ki kapıdan çevrilen üç kişi daha katıldı aramıza ilerleyen saatlerde. Destek kuvvetleri gönderiyordu sanki “Biz çok güçlü olduk, alın bunlar da avans” dercesine. Gerçi hafif piyadelerdi son gelenler en fazla. Eylül’de üniversite talebesi olacaklarmış, tıfıllar. İki kız bir oğlan. Üzerlerinde liseyi yeni bitirmişlere özgü o bitimsiz rahatlık, gereksiz kıkırdamalar, laf dinlememeler. Ayyyy fenalık geldi şimdiden. Neyse ki Cemal sert yaptı çocuklara da, azıcık anladılar mevzuun ciddiyetini. “Evet arkadaşlar,” dedi Cemal herkese hitaben, “hepimiz buraya, içeri gireriz düşüncesiyle gelmiştik lakin umduğumuzu bulamadık. Madem öyle, istenmediğimiz yere zorla girecek değiliz. Artık bizim için içerisi yok, burası var!”
Liseli çocuklar yalandan bir alkış başlattılar. Islık bile çaldı çelimsiz hayta oğlan. Melahat Abla ekşimiş yüzüyle bakıyordu bize. Bitse de gitsek der gibi. Mehmet’le Rüya el ele tutuşmuşlardı. İlişkilerinin her türlü hız limitini aşkın seyri, bana kalırsa başlarına bela olacaktı. Buradan çıkıp doğrudan nikah dairesine, yatsı ezanıyla da boşanmak için mahkemeye!
Takılıyordum böyle ama Mehmet gene işe yarayacak bir fikirle gelecekti. “Biz Rüya’yla şu yakındaki markete gidip yiyecek içecek bir şeyler alalım diyoruz, acıkmış, susamışsınızdır.” Melahat Abla çantasından çaktırmadan çıkarıp gıdım gıdım uçlandığı su şişesinden ötürü suçluluk duymayacaktı artık. Liseliler, “Biz de gelelim” dediler. Gene kaldık üçümüz, merkez karar komitesi. Cemal’in canı bir şeye sıkkındı, belliydi. Az evvelki çıkışı rol icabı yapmış gibiydi. Erkekler yüzünden belli eder her şeyi. Kitap gibi okursun. Sonra da, “Ne alakası var ya!” diye defansa geçerler. Üstüne gitmezsen, üç gün sonra gelir kendileri dökülürler ne var ne yoksa. O kadar vaktimiz yoktu. “Hayrola?” diye sordum Melahat Abla’ya duyurmadan.
“Yahu n’apıyoruz biz burada?” dedi Cemal kendinden beklenmeyecek mütereddit bir tonda. Sonra keskinleşti birden: “Topladın bizi böyle!” Suçlu arıyordu demek! Azman’ı alt edemeyeceği kafasına dank edince kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmıştı. Melahat Abla’yı da yanına çekmek için ona doğru uzattı muhabbeti: “Bizim içeriye girmemiz şart. Onun için geldik buraya. Ne işe yarayacak bu çadır tiyatrosu ha? Kalabalık olsak kapıyı zorlarız diyordum ama görüyorsun hâlimizi. Görmüyor musun Hayal? Beş benzemez geldik bir araya. Kimlerle yan yana duracağımızı bile o hayvan belirliyor. Burada durdukça, şansımız daha da azalıyor. Burası, içerisi gibi olmayacak.”
Attı tiradını Şekspir. Delikanlılık da buraya kadarmış, dedim içimden. Eyvallah. Ama içime dokunanı dökmeden bırakmak istemedim. Aldım sazı elime, ihtilal planımı anlattım uzun uzun: “İstenmiyoruz oğlum işte! Hor görülüyoruz. Aşağılanıyoruz. Bizi o şölenden mahrum ediyorlar. Kapılardan kovuluyoruz. Gene de gidip yalvaralım mı? Şu çadırda kendi dünyamızı kursak, başkaları da gelir. Kendi ziyafetimizi veririz burada. Mağdurların, mazlumların sofrası. Kapısında Azman’ı bırak, kapısı bile olmayan bir şenlik. İlla o kapıdan içeri girmek zorunda değiliz. ‘Dışarıda da hayat var!’ dedirtsek kâfi. Yaşamak için, var olmak için, o kapıya ihtiyacımız yok. Kendimizi buna inandırsak kâfi.”
Alık alık baktı suratıma Cemal. Melahat Abla anlamsız sözler mırıldanıyordu kendi kendine. Az sonra bizim tıfıllar geldi ellerinde poşetler. Rüya’yla Mehmet yoktu. “Nerede bunlar?” diye çıkıştım deminki sinirle. Kızlardan biri, “Şanslarını bir kez daha deneyeceklermiş,” diyerek kapıyı işaret etti. Baktık, Azman kenara çekildi. El ele girdiler içeri, yüzlerinde güller açıyordu. Cemal ağır bir küfür savurdu, çıktı gitti. Melahat Abla, “Bu düzen değişir elbet” amentüsünü tekrarladı karargâhı terk ederken. Çocukların getirdiği soğuk suyu çıkarıp poşetinden ağzıma diktim. Kana kana.