Geçen haftasonu, çok sevdiğim Jorge Luis Borges hikâyelerinden birini (az sonra okuyacağınız “Averroes’in Arayışı”) sizinle paylaşmaya karar vermiştim. Hikâye çeşitli bloglarda mevcut, yani kısa bir tanıtıcı giriş yazacak ve olduğu gibi kopyalayacaktım. Derken, buralardaki Tezer Özlü’ye ait çevirinin “pek de iyi olmadığını” duydum.
Tezer Özlü, Arjantinli yazar Borges’i İspanyolca aslından çevirmiş, yer yer İngilizce çevirilerinden çok daha iyi işler çıkarmış. Ama genelde okuyanlar, kelime tercihlerinden şikayetçi olmuşlar. Yer yer hak vermedim değil.
İnternet bir derya; hemen koşturup bir İngilizce çeviri buldum. Malum, İspanyolca bilmiyorum. Tam o İngilizce çeviriyle kıyaslayarak Tezer Özlü çevirisinin üstünden geçiyordum ki, bazı noktalarda sıkıntılar olduğunu sezdim ve sonradan öğrendim ki İngilizce çeviri de biraz sorunlu. Mesela hikâyede “kör İbni Sida” isimli birine ait kitap hem İngilizce hem de Türkçe çeviride İbni Sina’ya (Avicenna) atfediliyordu.
Hâl böyle olunca, İspanyolca orijinaline kadar gitmek zorunda kaldım. Üç metni kıyaslaya kıyaslaya bir yere vardım sanıyorum. Biraz vakit alsa da, bence fena olmadı (gülücük).

Bu hikâyesinde Borges, Avrupa’da Averroes olarak bilinen İbni Rüşd’ün Aristo’nun eserleri üzerine bir şerh yazarken, tragedya ve komedya kelimelerini anlamakta zorlanışını ele alıyor. Çünkü Borges’e göre, bu kelimeler İslam kültüründe olmayan bir çeşit hikâye anlatıcılığından, yani tiyatrodan doğuyor.
Nitekim hikâyede iki yerde, bir kültür olarak tiyatronun karakterlere bir şey ifade etmediğini görüyoruz. İlki, çocukların oynadığı bir oyunda. Tiyatro gereği birilerinin minare, birilerinin cemaat, birilerinin de müezzin olması gerekiyor. Fakat çocukların hepsi de müezzin olmaya çalışıyor çünkü oyunda “ses çıkaran” en belirgin unsur o.
Diğeri de, hikâyedeki seyyah Ebülkasım’ın bir hikâyenin on beş-yirmi kişilik bir ekip tarafından canlandırılışına şahit olduğunu aktardığı sırada, diğer herkesin, “Neden tek kişi anlatmıyor?” diye söylenmesi. Karakterler, bir hikâyedeki rollerin farklı farklı insanlar tarafından üstlenilmesi ve böylece ortaya performansa dayalı yeni bir çeşit anlatım çıkmasını pek akla yatkın bulmuyorlar.
Bunun Müslümanların kültüründeki iktidar ilişkileri, toplumsal hiyerarşi ya da çok-seslilik üzerine çağrışımlarından bahsedebiliriz elbette ve beni de en çok hikâyenin bu yönü cezbediyor; ama Borges’in – hikâyenin sonunda da itiraf ettiği üzere – bu dünyaya biraz uzaktan ve dolaylı baktığını hatırlatmakta da fayda var.
Yine de ama bu kısa hikâyede hem İbni Rüşd’ü içinde bulunduğu dünyanın sınırlarına kadar getirebilmesini, hem de hep yaptığı gibi bu hikâyeyi, yazmak üzerine ustalıklı bir denemeye dönüştürmesini her okuyuşumda bir kez daha hayran olarak seyrediyorum.
Umarım çeviriye yaptığım müdahaleleri ve hikâyenin kendisini beğenirsiniz… İyi okumalar!
NOT: Bu fanzine abone olmak ve içerikleri e-posta adresinize almak isterseniz, aşağıya e-posta adresinizi yazabilirsiniz…
Averroes’in Arayışı
Jorge Luis Borges
“Trajedinin övgü sanatından başka bir şey olmadığını düşlerken…”
-- Ernest Renan, Averroes, 48 (1861)
Ebu’l Velid Muhammed ibni Ahmed ibni Muhammed ibni Rüşd, (bu uzun adın Averroes oluşu bir yüzyıl sürecek, önce Benraist, sonra Avnryz; dahası Aben-Reşad ve Filius Rosaid evrelerinden geçecekti) Tahafut-ül-tahafut (“Yıkımın Yıkımı”) adlı yapıtının on birinci bölümünü yazmaktaydı. Bu yapıtta Tahafut-ül falasifa’nın (“Feylesofların Yıkımı”) yazarı İranlı zahid Gazali’nin görüşüne karşıt olarak, tanrının yalnızca evrenin genel yasalarını, bireye değil türlere ilişkin yasalarını bildiği görüşü ileri sürülür. Usul bir güvenle sağdan sola doğru yazıyordu; kıyaslar [1] biçimlendirme, kocaman paragrafları birbirine bağlama çabası, çevresindeki loş, derin evi bir esenlik durumu gibi algılamaktan alıkoymuyordu onu. Öğlesonu şekerlemesinin derinliklerinden âşık kumrular, boğuk ötüşlerle seslendiler; görünmeyen bir avludan bir fıskiyenin sesi yükseldi; ataları Arabistan çöllerinden gelen Averroes’in içinden bir parça, suyun bu sürekliliğine şükretti. Aşağıda bahçe ve meyva ağaçları uzanıyordu; onun da altında işlek Guadaikuivir nehri, sonra en az Bağdat ya da Kahire kadar eşsiz, sevgili Kordoba kenti uzanıyordu, tıpkı karmaşık, incecik bir gereç gibi ve her yanda (Averroes bunu da duyuyordu) yeryüzünün sınırlarına uzanan İspanyol toprağı; çok az şeyi olan ama o az şeylerin her birinin zengin özlü ve öncesizsonrasız varolduğu izlenimini veren bir toprak.
Kalemi sayfada ilerliyordu, teoriler sarmaşıp çürütülmezleşiyordu, gelgelelim ufak bir kaygı Averroes’in neşesini karartıyordu. Tesadüfî bir yapıt sayılan Tahafut değildi bu kaygının nedeni, kendisini insanların gözünde aklayacak anıt-yapıtına, Aristoteles yorumuna ilişkin dilbilimsel bir sorundu. Felsefenin pınarbaşı denilecek o Yunanlı pîr, insanlara bilinebilecek her şeyi öğretmek üzere bağışlanmıştı; Averroes’in kendine atadığı zorlu görev de onu, ulemanın Kur’an’ı yorumlayışı gibi yorumlamaktı. Bu Arap hekimin, kendisinden on dört yüzyıl arayla yaşamış bir adamın düşüncelerine böylesine adanışından daha güzel, daha dokunaklı olaylara tarihte pek az rastlanır. İşin özünden gelen güçlüklere bir de Süryanice ve Yunanca bilmeyen Averroes’in bir çevirinin çevirisiyle uğraştığını katmamız gerek. Bir gece önce, Poetika’nın daha başlarında, iki belirsiz söz karşısında duralamıştı: Bu sözcükler tragedya ve komedya idi. Yıllar önce bunlara Retorik’in üçüncü kitabında rastlamıştı; İslam dünyasında bunların ne anlama gelebileceklerini tek kişi bile kestirememişti. Aphrodisiaslı İskender’in sayfalarını boşuna karıştırmış, Nasturyen Huneyn ibni İshak ile EbuBeşer Mata’nın uyarlamalarını boşuna karşılaştırmıştı. Bu iki karanlık sözcük, Poetika metninde dalbudak salmışlardı; onlardan kaçmak olanaksızdı.
Averroes, kalemi bıraktı. Kendi kendine (dediklerine fazlaca bel bağlamadan) aradığımızın çoğu kere yanı başımızda olduğunu söyledi, Tahafut yazmasını kapadı, kör İbni Sida’nın, İranlı hattatların elinden çıkma Muhkem ciltlerinin dizili durduğu rafa yürüdü. Onlara daha önce başvurmadığını düşünmek, düpedüz kendini aldatmak demekti ya yine de sayfaları tembel tembel karıştırma keyfini engelleyemedi. Bu yorucu oyalanmadan, kulağına çalınan bir ezgiyle silkindi. Balkon demirlerinin arasından baktı; aşağıda, daracık toprak avluda yarı çıplak çocuklar oynuyorlardı. Biri, ötekinin omuzlarına çıkmış, besbelli müezzine öykünüyordu, gözleri sımsıkı yumulu, “Tanrı’dan başka yoktur tapacak,” [2] diye haykırıyordu. Onu hiç kımıldamadan sırtında taşıyan çocuksa, minareydi; bir başka çocuk, toprakta secdeye varmış mümin cemaatini canlandırıyordu. Oyun uzun sürmedi, herkes müezzin olmak istiyor, kimse cemaat ya da minare olmaya yanaşmıyordu. Averroes onların “kaba” lehçeyle, yani yarımadanın Müslüman halkının konuştuğu ham İspanyolcayla tartıştıklarını duydu. Halil’in Kitab ül ayn’ını açtı, Emir Yakub Elmansur’un kendisine ta Tanca’dan gönderdiği bu kusursuz yapıtın Kordoba’da, (belki de bütün Endülüs’te) bir kopyasının daha bulunmadığını düşünerek gururlandı. Bu limanın adını anınca, Fas’tan dönen gezgin Ebülkasım (Abulcasim [3]) El-Eşari’yle o akşam yemeği Kuran bilgini Farah’ın (Farach) evinde yiyecekleri aklına geldi. Ebülkasım, Sin (Çin) imparatorluğunun kapılarına vardığını söylerdi; hasımlarıysa, kin duygusundan kaynaklanan o anlaşılmaz akıl yürütmeyle onun Çin’e adım atmadığına ama o ülkenin topraklarında Allah’ın adına kara çaldığına yemin ederlerdi. Toplantı uzun sürecekti belli; Averroes alelacele Tahafut’ü yazmaya başladı kaldığı yerden. O akşamın alacakaranlığına kadar çalıştı.
Farah’ın evinde konuşma döndü dolaştı, valinin bulunmaz erdemlerinden kardeşi emirin erdemlerine dayandı, sonra bahçede, güllerden söz edildi. Güllere bir kerecik olsun bakmayan Ebülkasım, Endülüs’ün kır evlerini süsleyen şu güller gibi gül olmayacağına yemin etti. Farah kendini övgüye kaptıracaklardan değildi; İbn Kuteybe’nin (Ibn Qutaiba) Hindistan bahçelerinde yetişen ölümsüz bir gül türünün kusursuz bir örneğinden, kankırmızı taçyapraklarında “Tanrı’dan başka yoktur tapacak ve Muhammed Tanrı’nın Elçisi’dir” harfleri okunan bir gülden söz ettiğine değindi. Ebülkasım’ın o gülü gördüğünden kuşku duymadığını da ekledi sözlerine. Ebülkasım, onu kaygıyla süzdü. Evet dese, çevresindekiler, hem de haklı olarak, düzenbazların en saftiriği, en kullanışlısı sayacaklardı onu; hayır dese, kâfir diyeceklerdi. Uzun uzun daldıktan sonra Tanrı’nın bütün gizlerin anahtarını elinde tuttuğunu, yeryüzünde O’nun kitabına geçmemiş yaş ve kuru bir tek şey bulunmadığını söyledi. Bu sözcükler Kur’an’ın birinci bölümünde yer almaktadır; çevreden bir hoşnutluk mırıltısı yükseldi. Sergilediği tartışma hünerinden başı dönen Ebülkasım, tam Tanrı’nın yaratışında eksiksiz ve akıl erdirilmez olduğunu ileri sürecekti ki Averroes, hâlen anlaşılamamış Hume’un uzak gelecekteki argümanlarını önceden haber verircesine, araya girdi:
“Bilge İbn Kuteybe’nin ya da hattatların yanılgısını kabul etmek, bana yeryüzünde inanç-sözcüsü güllerin bulunduğunu benimsemekten daha az güç geliyor.”
“Kesinlikle. Büyük, doğru sözler bunlar,” dedi Ebülkasım. “Gezginin biri,” diye anımsadı şair Abdülmelik (Abdalmalik), “yeşil kuştan meyveler veren bir ağaçtan söz ediyor. Ona inanmak hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı geliyor bana hakçası.”
“Kuşların rengi bu harikaya inanmayı kolaylaştırıyor,” dedi Averroes, “Hem meyvalarla kuşlar, doğal dünyanın parçalarıdırlar, oysa yazı, bir sanattır. Yapraklardan kuşlara varmak, güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet.”
Bir başka konuk, özgün Kur’an’ın – Kitabın Anası – Yaratılış’tan önceye dayandığını ve cennette saklanıldığını anımsatarak yazının bir sanat türü sayılmasına öfkeyle karşı çıktı. Bir başkası, Kur’an, insan ya da hayvan kalıbına girebilen bir tözdür diyen Basralı Şahiz’den (Chahiz) söz açtı, kutsal kitaba çifte yüz yakıştıranların düşünceleriyle uyumluydu bu görüş. En sonunda Farah ortodoks doktrine dair uzunca bir ders yaptı. Kur’an (dedi) Tanrı’nın niteliklerinden biridir, tıpkı O’nun merhameti gibi; bir kitaba geçirilmiş, dile getirilmiş, yürekte anılmıştır, o dil, o harfler, o yazı insan elinden çıkmadır ama Kur’an değiştirilemez ve sonsuzdur. Devlet üstüne bir yorum yazmış olan Averroes, Kitabın Anası’nın bu özelliğinin Eflatun modelini oldukça andırdığını söyleyebilirdi tabii ama teolojinin Ebülkasım’a tümüyle kapalı bir konu olduğunu sezmişti.
Bu durumu ayırdeden öteki konuklar da Ebülkasım’ı şaşırtıcı hikâyeler anlatmaya zorladılar. O zamanlarda da dünya şimdiki gibi korkutucuydu; gözüpekler de dolanıyordu ortalarda, sonuna kadar alçalabilen hainler de. Ebülkasım’ın belleği, özel gizli korkaklıkların bir aynasıydı. Ne anlatabilirdi ki? Dahası, ondan hayrette bırakacak hikâyeler bekliyorlardı ama öyle hikâyeler dile dökülmeye gelmezdi; Bengal’in ayı, Yemen’deki ayın tıpkısı değildir ama aynı sözcüklerle betimlenebilir. Ebülkasım bocaladı; sonra konuştu:
“Çeşit çeşit iklimler ve kentler gören kişi,” dedi yapmacık bir sesle, “bahsetmeye değer nice şeyle karşılaşacaktır. Şimdi size şu anlatacaklarımı, sözgelimi, yalnızca bir keresinde Türklerin Hanı’na anlatmıştım. Olay, Sin Kalan’da [4] (Guangzhou) Bengisu Irmağı’nın (Agua de la Vida) denize karıştığı yerde geçmiştir.”
Farah, kentin İskender Zülkarneyn’in (Makedonyalı Büyük İskender) Yecüc ve Mecüc akımlarına karşı yaptırdığı sedden uzaklığını sordu.
“Arada çöl vardır,” dedi Ebülkasım istemsiz bir kendini beğenmişlikle. “Derler ki bir kafile (karavan), ancak kırk gün yol aldıktan sonra kentin kulelerini görebilirmiş, bir kırk gün de kente varmak çekermiş. Sin Kalan’da, orayı gören ya da orayı göreni gören tek kişiye rastlamadım.”
Katışıksız boşluğun, katışıksız maddenin devasa bitimsizliğinin ürküsü kapladı Averroes’i bir an. Simetrik bahçeye baktı: İçinde bir yaşlılık, bir boşunalık, bir gerçekdışılık duydu. Ebülkasım sürdürüyordu:
“Bir ikindi, Sin Kalanlı Müslüman tacirler beni bir sürü insanın birlikte oturduğu, ahşap kaplamaları boyalı bir eve götürdüler. Evi tanımlamak olanaksız ya, daha çok üstüste dizilmiş sıra sıra bölmelerden, balkonlardan oluşan bir tek odayı andırıyordu. Bu oyuklarda yiyip içenler göze çarpıyordu, yerlerde de taraçada da. Taraçadakiler, tambur ve lavta çalıyorlardı, Tanrı’ya yakaran, şarkı söyleyen ve konuşan on beş-yirmi kişiyi (kızıl maskeliydiler) saymazsak. Zindan işkencesi çekiyorlardı ama kimse zindan falan göremiyordu; at sırtında gidiyorlardı ama at falan görünmüyordu; çarpışıyorlardı ama kılıçları kamıştandı; öldükleri an, yine doğruluyorlardı.”
“Delilerin edimleri,” dedi Farah “usluların öngörülerini kat kat aşar.”
“Onlar deli değildiler,” diye açıklamak zorunda kaldı Ebülkasım. “Tacirin anlattığına göre bir öyküyü canlandırıyorlarmış.”
Kimse bir şey anlamamıştı bu sözlerden, anlamak da istemiyordu. Şaşkına dönen Ebülkasım, anlatısını yarıda kesip beceriksiz bir açıklamaya girişti. Ellerinin yardımıyla dedi ki:
“Tutalım ki biri, bir öykü anlatacağına o öyküyü canlandırmaya kalkışsın. Bu öykü de Efesli yedi uyurlar [5] olsun sözgelimi. Onların mağaraya çekilişlerini görüyoruz, dua edişlerini ve gözleri açık uykuya dalışlarını görüyoruz, uyurken yaşlanışlarını görüyoruz, üç yüz dokuz yıl sonra uyanışlarını görüyoruz, tacire eski bir demir para verişlerini, Cennet’te uyanışlarını, o köpekle uyanışlarını görüyoruz. O gün taraçadakiler bize buna benzer şeyler izlettiler.”
“Konuşuyorlar mıydı?” diye sordu Farah.
“Tabii konuşuyorlardı,” dedi Ebülkasım, bir zamanlar kafasını oldukça karıştırmış, artık güçlükle anımsadığı bir gösterinin müdafii kesilerek, “Hem konuşuyorlar, şarkı söylüyorlar, hem de söylevler veriyorlardı.”
“Bu durumda,” dedi Farah, “yirmi kişiye gerek yok. Bir tek konuşmacı istediğini anlatabilir, ne kadar güç olursa olsun.” Herkes bu söze katıldı. Arapça’nın erdemleri sayılıp döküldü – Tanrı’nın meleklerine seslendiği dil olan Arapça’nın – sonra da Arap şiirinin erdemleri. Abdülmelik bu şiiri gereğince övüp değerlendirdikten sonra Şam’da ya da Kordoba’da çobanıl (pastoral) imgelere ve Bedevi ağzına yaslı şiirler yazmayı sürdüren şairleri çağı geçmiş olarak niteledi. Gözlerinin önünde engin Guadalkuivir nehri uzanan birinin, kuyu suyunu yüceltmesini gülünç bulduğunu söyledi. Eski benzetmeleri tazelemenin kolaylığına dikkati çekti. Zühayr’ın (Zuhair) yazgıyı kör bir deveye benzettiği dönemde, böyle bir benzetmenin insanları etkileyebildiğini ama beş yüzyıllık sürekli hayranlığın onu artık değersiz kıldığını söyledi. Bu görüşü daha önce birçok kere, birçok ağızdan duyanlar ona katıldılar. Averroes ses etmedi. En sonunda, onlardan çok kendisine söylercesine konuştu:
“Bir zamanlar,” dedi, “bunca tumturaklı sözler edemeden, ama ilişkili birtakım savlar getirerek ben de Abdülmelik’in önerisini savunmuştum. İskenderiye’de, günah işleyemeyecek kişilerin, bir kere günah işleyip de tövbe edenler olduğu söylenir; bir yanılgıdan kurtulmak için, diye ekleyebiliriz, önce ona düşmüş olmak gerektir. Zühayr, Muallaka’sında, seksen yıllık acılar ve utkular süresince yazgının tıpkı bir kör deve gibi insanları çiğneyip geçişini sık sık gördüğünü söylüyor; Abdülmelik bu benzetmenin bizi artık hayrete düşürmediği kanısında. Bu itiraza çeşitli yanıtlar verilebilir. Birincisi, şiirin amacı bizi şaşırtmaksa yüzyıllarla değil günlerle, saatlerle, hatta dakikalarla ölçülecektir. İkincisi, ünlü bir şair, bir mucitten çok bir kaşiftir. Berialı İbni Şeref’i (Ibn-Sharaf de Berja) övenler, tan ağarırken yıldızların yavaşça, bir ağacın yaprakları gibi düşmesi imgesini yalnızca onun düşleyebileceğini yinelemişlerdir; gerçekten öyle olsaydı, imgenin sıradanlığının bir kanıtı sayılabilirdi bu. Sadece bir tek kişinin zihninde canlandırabildiği imge, kimsede bir his uyandırmayan imgedir. Yeryüzünde sayısız şey var; her biri, bir başkasına benzetilebilir. Yıldızları yapraklara benzetmek, en az balıklara ya da kuşlara benzetmek kadar rastlantısaldır. Öte yandan, yazgının sarsak ama güçlü, suçsuz ama insanlık dışı olduğunu yaşamının bir döneminde ta derinden duymamış tek kişi yoktur. İşte, ister geçici, ister kalıcı olsun, ille de kimsenin kaçınamadığı bu hissi kayıt altına almak uğruna yazılmıştı Zühayr’ın şiiri. Orada söylenen, daha iyi söylenemez. Ayrıca (belki de düşüncelerimin temel ögesidir bu) muhkem kaleleri yerle bir eden zaman, dizeleri zenginleştirir. Zühayr’ın Arabistan’da kurduğu dizeler, iki imgeyi, ihtiyar deveyle yazgıyı karşı karşıya getirmeye yarıyordu; oysa biz şimdi onları yinelerken, Zühayr’ı da anmamıza, bahtsızlığımızı artık ölmüş olan o Arabın bahtsızlığına katmamıza yarıyorlar. O zaman iki ögeliydi bu benzeti, şimdiyse dört ögeli. Zaman, dizelerin kapsamını genişletir, hele bazı dizeler vardır ki tıpkı musiki gibi herkese her şey derler. İmdi, ben yıllar önce Fas’ta, Kordoba’nın anılarıyla yanıp tutuşurken, Abdurrahman’ın Rusafa [6] (Rufaza) bahçelerindeki Afrika palmiyesine şu seslenişini yinelemekten büyük tat alırdım:
Sen de ey palmiye! sen de
Yabancısın bu toprağa...
Şiirin benzersiz hediyesi bu: Doğu’ya özlem duyan bir kralın sıraladığı bu sözcükler, Afrika’ya sürgün edilen benim, İspanya’ya duyduğum sıla özlemini anlatmaya yarardı.”
Sonra Averroes ilk şairlerden, İslam’dan önceki Cahiliye Dönemi’nde söylenebilecek her şeyi çöllerin sonsuz dilinde söyleyenlerden söz etti. İbni Şeref’in safsatalarından kaygılanarak – haksız da sayılmazdı – eski ustalarda ve Kur’an’da şiir adına ne varsa tümünün bulunduğunu ileri sürdü, yenilikçilik tutkusunu cahillikle ve nafilelikle suçladı. Ötekiler keyifle dinliyorlardı çünkü gelenekseli doğruluyordu.
Averroes kitaplığına girdiğinde, müezzinler cemaati sabah namazına çağırıyordu. (Haremde, kara saçlı cariyeler, kızıl saçlı bir cariyeye işkence etmişlerdi, bunu öğleden sonra öğrenecekti Averroes.) Bir şeyler o iki karanlık sözcüğün anlamını açıklamıştı. Sağlam özenli bir yazıyla şu satırları ekledi yapıtına: “Aristu (Aristoteles), methiyelere tragedya, hicivle kargışlamalara da komedya adını veriyor. Gerek Kur’an’ın sayfaları, gerek tapınağın muallaka’ları yetkin tragedyalar ve komedyalarla doludur.”
Uykusu gelmişti, üşüyordu da biraz. Sarığını çıkardıktan sonra madeni bir aynada kendine baktı. Gözlerinin neler gördüğünü bilmiyorum, hiçbir tarihçi o yüzün özelliklerini anlatmadı ki. Tek bildiğim, birdenbire, ışık saçmaz bir ateşle tutuşmuşçasına yokoluşudur, onunla birlikte evin, görünmez fıskiyenin, kitapların ve elyazmasının ve kumruların ve sayısız kara saçlı cariyenin ve korkudan titreyen kızıl saçlı cariyenin ve Farah’ın ve Ebülkasım’ın ve gül fidanlarının ve belki de Guadalkuivir’in yokoluşudur.
Bu öyküde, bir yenilgi sürecini anlatmaya çalıştım. Önce, bir Tanrı’nın varlığını kanıtlamayı üslenen Canterbury Piskoposunu düşündüm; sonra felsefe taşını arayan simyacıları; daha sonra bir köşenin beyhude üç bölüme ayrılmışlığını ve yuvarlağın karelerini. Daha sonra, kendisinden başka kimseye yasaklanmamış bir ereğe göz diken bir adamdan söz etmek daha şiirsel geldi. İslam’ın kapalı küresinde tragedya ve komedya sözcüklerinin anlamını asla çözemeyecek Averroes’i andım. Onun serüvenini aktardım; yazdıkça, Burton’ın söz ettiği tanrının, hani şu boğa yaratayım derken yaban öküzü yaratan tanrının duyduklarını duydum. Yapıtım, benimle dalga geçiyormuş gibi geldi. Tiyatronun ne olabileceğini bile bilmeden bir oyunun ne olabileceğini tasarlamaya çalışan Averroes, Renan’dan, Lane’den ve Asin Palacios’tan birkaç bölük pörçük alıntıdan başka kaynağı olmaksızın Averroes’i tasarlamaya çalışan benden daha gülünç değil gibime geldi. Son sayfaya vardığımda, anlattığım, metni kaleme alan kendimin, o süreçteki kişiliğimin bir simgesiymiş gibi geldi, metni kaleme almak için o adam olmak zorundaydım, ve o adam olmak için de o metni kaleme almak zorundaydım, ve sonsuza kadar böyle gider bu. (Kendisine inanmaktan caydığım anda “Averroes” de uçup gidiyor.)
Notlar:
[0] Bütün düzeltmeleri tek tek not düşmedim fakat bazılarını imlemem gerekiyordu.
[1] Benim “kıyaslar”, Tezer Özlü’nün “tasımlar” dediği kelimenin İspanyolcası “silogismos”, İngilizcesi “syllogisms”. Eğer a=b ise ve b=c ise bu durumda a=c olur şeklindeki Aristo’nun çok sık kullandığı akıl yürütmeye verilen isimmiş.
[2] “Allah’tan başka ilah yoktur” sözünü, Tezer Özlü, eskiden Türkçe ezandaki “Tanrıdan başka yoktur tapacak” ifadesini alarak çevirmiş, bu tercihine dokunmadım.
[3] İspanyolca Abulcasim olarak yazılan ismi, Tezer Özlü, Ebülkasım olarak çevirmiş. İngilizce çeviride Abu al Hasan olarak geçiyor! Haliyle bazı isim çevirilerinin orijinallerini de parantez içinde verdim.
[4] Müslüman seyyahların “Sin Kalan” olarak andığı yer, bugünkü Çin’deki Guangzhou bölgesi. Orada “Pearl” (İnci) isimli meşhur bir ırmak var fakat Borges’in bahsettiği “Hayat Irmağı”nı Tezer Özlü, “Bengisu Irmağı” diye çevirmiş, öyle bıraktım.
[5] Borges’in bu hikâyeyi, “Efesli yedi uyurlar” olarak Müslüman karakterin ağzına koyması biraz tuhaf. Kur’an’daki Kehf Suresini bilmiyor olamaz.
[6] Tezer Özlü’nün Rufaza olarak çevirdiği Saray’ın adını, Endülüs meliki Abdurrahman I’in Suriye’deki bir yer adı olan Rusafa’dan aldığını biliyoruz. Ayrıca, şiirin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.
ibn-i rüşd ile ilgili yanılgı kilise fresklerinde ya da atina okulu tablosunda yer almasında da var. özellikle bizim batı da bizi sevdiciler için. normalde fresklerde ibn-i rüşd var ama yergi için kullanılmış. önceden mohamed olan tasvir ibn-i rüşd olmuş. özellikle aquinalı thomas ile -o da aristo yorumcusu- karşılaştırmışlar. dante ibn-i sina ile beraber övüyor gerçi ama. borges'in yorumunda da bir yanlılık suçlaması zaten yazmışsınız yapılabilir. ayrıca bu cüz'İ olanı O bilmez olayını kendisi-rüşd- reddeder. bunu yanlış anlıyorlar der.