NOT: Merhaba gönül dostlarım. Geçen hafta tatildeydim. İçimdeki seslere de izin verdim, takılsınlar boşlukta diye. Ama boş kalmasın istedim burası da. Derken geçenlerde bir hışımla yazdığım ve aynı çabuklukla bir dergiye gönderdiğim öykümün yayımlanmaya değer bulunmadığını söyleyen bir eposta aldım. Madem öyle, size göndereyim, dedim. Çünkü neden olmasın? Aslında bu sayfaya geri dönmeme sebep olmuştu bu öykü. Üsluptaki benzerliği bir miktar fark edeceksinizdir. Ama buradaki anlatıcı ben değilim, bilmem bunu belirtmek gerekli mi? Her neyse, afiyet olsun.
Hiç kimsenin babası
Öfkeliyim. Öfkelisin. Öfkeli. Ama sabahları böyle değilim. Her nedense üstüme bir sakinlik çöküveriyor onca koşuşturma arasında. Halbuki hemen herkes o curcunalı sabah yolculuğunda, işe mi okula mı her nereyeyse, bambaşka birine dönüşüyor. Hiç de hikâyelerdeki gibi değil, değil mi? Kitaplarda ve filmlerde geceleri kılık değiştiren kimseleri gördük hep. Ama aslında bizim insanımız, öz hakiki, kanlı canlı insanımız sabah erken saatlerde dönüşüyor o kötücül canavara. Geceleri herkes evinde, sakin. Paçalarını kaptırdıkları bir hayatın esiri olarak yatağa giriyorlar. Heyhat, ben öyle değilim. Sabahları o karmaşanın ortasında durup çileden çıkmış, sıdkı sıyrılmış insanları seyretmeye bayılırım. Hem bilirim ki o insanlarla sakince bir yerde karşılaşsak, bambaşka şeyler konuşuyor olabilirdik. İnsan her daim tetikte olamaz ya! Hem kalbe zarar. Babamı da kalp krizinden kaybettik. Epeyce yaşadı. Allah rahmet eylesin. Sabahın kör saatinde otogardan kalkan ilk otobüse yetişemezsem, toprağa bensiz girecek. Ruhu bile duymaz ya neyse.
Bunca sinir stresin sebebi sadece son zamlar olabilir mi yahu? Ben beni bildim bileli böyle bunlar. Benim canımı sıkmayınız. Babam rahmetli ne zaman canım sıkılıyor desem sıkı can iyi olur çabuk çıkmaz derdi. Keyfine sahip çıkan biriydi – babam. Anneme çok çektirdi. Ben pek görmedim. Karışmazdı hiç. Hani karışması gerektiği zaman da karışmazdı. Öyle bir kalenderîlik. Yok, o başka bir şey. Şimdi işte kimsenin işine karışma ihtimali bulunmayan bir boşlukta. Salınıyor. Başkalarının işine karışmamak benim işime karışmayın deklarasyonudur en nihayetinde.
Öfkelenmem ben. Kolay kolay. İşe giderken, iş de neyse işte, işten eve dönerken, mesai başlangıcı ve sonunda şehirde bir dalga gibi oradan oraya salınan insan kalabalıklarını hayalinizde seyrettiğiniz oldu mu hiç, iş çıkışı üç beş eski ahbapla kıç kadar masaya oturup piizlenirken, hayır canım Trakyalı değilim ben, hatta evde yalnızlıktan içli içli ağladığım vakitlerde bile öfkelenmem. Gözyaşlarım süt liman. Gelgelelim geceleri bir şey oluyor bana. Tıpkı alafranga hikâye kahramanları gibi geceleri dönüşüyorum başka birine. Kan beynime sıçrıyor. Literally. Kahretsin – altyazılı tabi! Annemi de böyle kaybetmiştik seneler evvel, ben daha hâlen babamla konuşuyordum o vakitler, beyninde anevrizma çıkmıştı, kafatasının içindeki damarlar balon gibi şişip sonra patlamıştı, hani biz küçükken yarı şişik balonları tutup mıncıklayarak incecik bir baloncuk yapardık ya, eğlencesine, annem öyle ölmüştü, eğlencesine. Kim görebilir ki böyle bir şeyin geldiğini? Tren çarpsa daha mı iyiydi?
Saat on ikiyi geçti mi, gece yarısı, Külkedilerinin eve dönme vakti, bedenimin kontrolünü kaybediyorum. Vallahi, mesul değilim! Neyse ki otobüs yolculuğu gündüz vaktine denk geldi. Ben, ben değilim. Ama kim? Kim bu gözlerimdeki yabancı? Aynalarla ilgili metaforlar sever misiniz? Ben sevmem. Aynada belirli bir açıdan hep yakışıklıyım. Sevgililerim hep o açıdan bakmış olmalılar bana. Ama şu çirkin, mendebur kız hariç. Nasıl da yapışmıştı, sülük gibi. Zor kurtardım vallahi paçayı. Neymiş? Hayatına anlam katıyormuşum. Ne anlamı yavrum? Kim kaybetmiş de biz bulalım bu hayatta anlam. Ne güzeliz ne de bir şey. Belki babam. O kadar kendinden emindi ki babam, aradığını bulmuşların umursamazlığı sinmişti paltosuna bile. O paltodan bir ben çıkamadım.
Size ablamı da anlatabilirdim. Trafik kazası. Sağ kolu ve sol bacağı kopmuştu. Umarsız bir işkencecinin işiydi haniyse. Hastanede burnundan boğazından sarkan şeffaf boruların arasındaki yüzü hâlâ güzeldi ve gözleri, o zümrüt yeşili gözleri, nasıl da ıslanmıştı. Son ana kadar ağladı. Yaşam destek ünitesi, ne tuhaf bir kelime oyunu. Desteksiz yaşayabilen hanginiz? Görünmez borular sarkıyor bedenlerimizden aynaya dikkatli bakarsanız. Ablamdan hallice hâliniz. Ama gülüyorsunuz. Oysa anlatılan ablamın hikâyesi – değil. Bütün hayaller ve ihtimalleriyle gencecik bir bedenin hayattan el çekişi. Yaşasaydı belki çekilmez birine dönüşecekti. Kim bilir?
Etrafımdaki herkesin bir bir ölmesi benim lanetim mi, dersiniz? Bir öte dünya var mı bilmiyorum ama ölenler hep kurtulmuşlar gibi geliyor bana. Belki babamın canı sıkılmıştır biraz. Ömrünün son kırk yılı – erken emeklilik! – birbirinin aynıydı geçirdiği günler. Ölümden sonrası hayat onun için bir yenilik ve yeni şeyleri hiç sevmez. Bana karşı kayıtsızlıkla örttüğü o gizli nefretinin altında da bunun olduğunu, yani meseleyi pek de kişisel görmemem gerektiğini fark etmem biraz zaman almıştı. Ama bu farkındalıkla ne yaptın derseniz hiçbir şey derim. Bir keresinde bir tanıdık terapiye neden gitmediğini açıklarken “Ya bir şey çıkarsa?” demişti. Ya delirmişsem ve dahası ya hepimiz, bütün insanlık delirmişsek ve uzaydan bakınca çok komik ama biraz da hüzünlü görünüyorsak?
Evet, öfkeliyim. Yalnızca gece yarıları. Otobüs bir yerlere yakınsıyor. Tanrıyla ancak bir gece yarısı, gökyüzünde parıl parıl parıldayan bir ay – hilal de olur, incecik – mevcutsa konuşabilirsiniz. Tanrıya öfkelenmenin anlamsızlığı sizi de delirtmiyor mu? Onun her şeye bir açıklaması vardır muhakkak. Ne diyecek yani? Evet sen haklıydın mı? Ben haklıysam sen neden Tanrısın? Derdim ona. O da aldırmazdı.
Kırgınlığım ve kızgınlığım beni bir yere götürmüyor. Sorunlar böyle çözülmüyor. Biliyorum, babamın cesedini görmek de çözmeyecek. Toplu taşıma kalabalıkları, insan kabalıkları, ter kokusu, kör inat – ki en sevmediğim günah – değil beni bu hâle getiren. Hiç tanımadığım insanlardan ne bekleyeyim? Adab-ı muaşeret? Meşveret? Şirret? Anamın babamın vermediği neyi verebilsinler bana? Ama kozmik bir varoluş krizinin ortasında, en azından kuantum fiziğinin imkânları dâhilinde, kainatın bir yerindeki atom altı parçacıklar alışılageldik rutinlerini bozsunlar ve şefkatli devasa bir ele dönüşüp sırtımı sıvazlasınlar istiyorum çok mu? Ey umarsız partiküller, hepiniz mi babam kesildiniz?
Çok evvelden anlamıştım bu hayatın yegâne amacının ölüme bir hazırlık olduğunu. Seneca’dan da önce hatta. Hayatla ilgili bildiklerimiz, bildiğimizi düşündüklerimiz, ezcümle kanaatlerimiz, o kadar üst üste binmiş ki gökkubbenin altında başka bir yaşamak ihtimali kalmamış. Bunu da bildim. Öyleyse ölümden başka yol kalıyor mu bana? Hayır, ama insan merak da ediyor. Çaprazımdaki koltukta oturmuş usturupluca kitabını okuyan genç kadını izliyorum mesela. Bana bakıp gülse hatta dönüp bir merhaba dese elim ayağıma dolaşır çünkü ben benim şu anda. Henüz gece yarısı olmadı. Ay da yok etrafta. İnce narin bol yüzüklü parmaklarıyla sayfaları öyle özenli çeviriyor, soldakinin üstüne attığı sağ bacağına yasladığı kitaba öyle nazik davranıyor ki, hayat bir an nefes alıyor. Gür kıvırcık saçlarının içine gömdüğü güneş gözlüğü ne de güzel yakışıyor. Acaba güneş gözlüğü üreticileri böyle de kullanılabileceğini düşünmüşler miydi bu meretin? Hayat işte. Sürprizlerle dolu.
Tahmin edeceğiniz üzere babam sürprizleri hiç sevmezdi. Eminim hâlâ sevmiyordur. Tanrıyla karşılıklı oturmuş yıldızsız bir göğü izliyorlardır. Derin bir boşluğu. O boşluk da onlara bakıyordur bir yerden sonra. Bir ayna gibi. Ne zaman bir aynaya uzunca baksam, o da bana bakıyor. Hâlimi hatırımı soruyor. Kimliğimi soruyor. GBT sorgulaması bir nevi. Suçlanıyorum. Durduk yere. Yüzüm düşüyor. Yere. Gece yarısı şehrin sokaklarında yüzümü çıkarıp, yüzsüz arsız bir adama dönüşüyorum. Genç kadınların acemilikleriyle eğleniyorum. Erkeklerin bütün flört çabaları kandırmaya dayalı, fark ettiniz mi? Kendilerini kandırmakla başlıyorlar işe. Başka biriymiş gibi. Sinsilikten değil. Yeminle. Harbi. Gerçekten de o başkası olmak istiyoruz. Bugüne kadar olduğumuz kişiden mutlu olsak gece yarıları şehrin sokaklarında ne işimiz var?
Ne istediğimi bilmiyor değilim it gibi biliyorum ne istediğimi. Babam ölmüş daha ne isteyebilirim? İyi anlarımız da olmuştur. Hatırlamalıyım onları, şimdi sorarlar. Cenazelere ne acayip akrabalar geliyor değil mi? Ama yani şimdi… istediğim kişi olamamamda babamın da payı yok mu? Ne dersin Servet Amca? Ha, Tanrım? Canına yandığım dünyaya rastgele fırlatırken bizi düşünecektin. Nasıl da isterdim her şey bir planın parçası olsun, sonunda perde kapansın ve biz kuliste oyuncu arkadaşlarla şakalaşalım – Leyla harikaydın canım kelimelerimi unutturdun bana resmen. Sonra Paradise Bara gidelim, içelim, Leyla’ya bakıp durayım gece boyunca ama o Uygar’ı öpsün. Olsun, diyeyim, bir sonraki gösteri sonrası eğlencesinde belki beni öper. Nasılsa sonsuza kadar buradayız.
Ne istediğini bilen ama o istediği şeye hiçbir zaman ulaşamayacağının geç gelen farkındalığıyla boğuşmak zorunda kalanlar ne yapsın peki? Yeteneksiz öykücüler sözgelimi. Şehrimizde herkes her şeyi biliyor. Senden bile çok şey biliyorlar Tanrım. Anlatsam mesela canımı sıkan şeyleri, neyi olduramadığımı, nerelerden yaralandığımı, bana bir akıl verirler aklın şaşar. Herkes her gün dünyayı baştan yaratıyor haberin yok. Sen dünya senin sanıyorsun Tanrım ama çoktan kaybettin onu. Şu insanlar, senin insanların, babam kadar eminler kendilerinden.
Otobüs şehre yaklaştıkça – wait for it – öfkeleniyorum. Gündüz gözüyle. Evet, öfkeleniyorum çünkü hepiniz vazgeçtiniz lan hayallerinizden. Sattınız. Siperde tek başıma tüfeğime sarılmış oturuyorum. Bitse de gitsek! Babam ölmüş. Annem öleli çok oldu zaten. Ah ablam burada olsaydı. Ona sarılırdım. Bir keresinde annemle babam çok fena kavga ettiklerinde elimden tutmuş beni oyuncakçıya götürmüştü. Paramız yoktu, bir şey alamadık ama eğlemişti işte beni. “Bak bu uçağın şurasındaki pır pır dönüyormuş!” İnsanları böyle eğlemek çok mu zor Tanrım?
Yok be! Dünyayı değiştirmek değildi niyetim(iz). Bir köşede kendimize ait bir odamız olacaktı. Hayatı Hayretle Seyredenler Odası. Hayattan Hâlâ Son Bir Sürpriz Bekleyenler Odası. Mucizelerin Tadını Almış Ama Hayli Zamandır Bir Mucizeye Tanık Olmamışlar Odası. Bu odalardan birinde, emekliliğimizde, tavla mavla oynayıp vakit öldürecektik. Nasip.
Tanrım çok günah işledim. Öyle ki var olmamanı tercih ederim. Keşke babam da olmasaydı. Annem, ben, ablam yeterdik hayatta kalmaya. En nihayetinde taşınırdım o rutubetli evden, işim var gücüm var, otuz metrekare bir odaya sığardım. Beyoğlu’nda. Arada ablam gelirdi, kanepede iki çift laf ederdik. Birlikte konsere giderdik. Çıkışta ıslak hamburger. İki bira. Cila. Anneme anneler gününde hediye alırdık ortaklaşa. Pasta keserdik. Oh be iyi ki babamız ölmüş derdik. Arkasından rahmetlinin. Annem emekli ikramiyesiyle, üstüne de koyacak tabi canım biraz, Büyükada’da bir ev alırdı. Adalı olurduk. Karacı olduk da n’oldu?
Açılsam mı şu kıza? Açılmak ne tuhaf kelime Tanrım! O da benimle aynı şehre gidiyor. Belki onun da babası ölmüştür. Ne kadar da çok ortak noktamız var bu tesadüf olabilir mi? Genç kızlar benden bir halt olacağını düşünmüyor elbette. Eğlence peşindeler. Aynada belli bir açıyla yakışıklı görünen yüzüm. Ağzım da iyi laf yapar ha! Hiç babama çekmemişim. Oturup konuşurum saatlerce. Dinlerim. Sorular sorarım. Terapi gibi, demişti Ayşen bir keresinde. Eskiden başörtülüymüş. Seviştikten sonra hâlâ gusül abdesti aldığını söylemişti. Birlikte alınmıyormuş. Tanrım ona iyi bak olur mu?
Babam olsaydı bu hikâyede bir olay örgüsü olmadığını söylerdi. “Bu nasıl hikâye?” derdi yüzünü kırıştırarak. Tiksinirdi yazdıklarımdan. Adam olamayışıma yorardı bunca lüzumsuz laf kalabalığını. “Hayat gibi,” demek isterdim ona. Göğsümü öne çıkarıp diklenerek biraz. Hayatta bir olay örgüsü olmadığını anlamam zaman aldı babacım. Herkes kendi hikâyesini eğip bükerek, kırparak, yalan yanlış anlatıyor. Car car konuşuyor insanlık. Nafile.
Kahramanımız cenazeye yetişecek bu sefer. İyi mi? Annesi öldüğünde becerememişti. Ablası öldüğünde çocuktu. Babamı toprağa vermek tuhaf bir his olsa gerek. Keşke babam olmasaydı. Keşke kimsenin babası olmasaydı babam. Şimdi çok mutludur, öldüğü ve üzerinde emanet duran baba olmak yükünden kurtulduğu için. Kızın öldü, karın öldü, oğlun seninle konuşmuyor(du) baba niye iki çift laf etmedin? Ben duramıyorum yazmadan mesela. Dolup dolup taşıyorum. Nasıl sığacaksın o bodrum katı güneş almayan apartman dairesi gibi kara toprağa? Onca dertle. Anlatsaydın belki babam olurdun, oğlun olmaya alışabilirdim belki.
Başka bir hayatı özlemezdim bu hayat birazcık da olsa gülseydi bana. Annem biraz daha yaşasaydı, babam biraz daha az, belki içime çöreklenen bu duyguyu söküp atabilirdim erkenden. Hayatın içinde takip edilebilen izlekler olsaydı, başı sonu belli olay örgülerinden müteşekkil bir yapıya otursaydı hayatım, bundan sonra neyin geleceğini bilebilseydim, hazırlayabilseydim kendimi birazcık, daha mı iyi olurdu acaba? Hep en kötüsünü düşünerek yaşamak derdinden kurtulurdum belki.
Değil mi Tanrım? Çok mu konuştum yine?