Barry diye bir dizi var hiç denk geldiniz mi? Komedyen Bill Hader’ın yazdığı, ara ara yönettiği ve başrolünü oynadığı bir seri. Hikâyemizin kahramanı Barry, Afganistan’da savaşmış eski bir Amerikan askeri (marine) ve biz anlatıya dâhil olduğumuz sıradaki işi kiralık katillik. Gayet temiz, titiz, profesyonelce insan öldürüyor yani. Ama pek de memnun değil sanki yaptığı işten (iş?) ve bir çare ararken (aradığını bilmeden ararken aslında) karşısına oyunculuk (aktörlük) çıkıyor. Sahnedeki şeyi (neyse o şey) çok seviyor. Tiyatro dünyasında “başkası olmak için çaba sarf ederek kendi olmayı başarmak” civarına denk düşen bir laf vardı yanlış hatırlamıyorsam (emin değilsen yazma kardeşim, nereden bileceğiz uydurup uydurmadığını, diyenlerinize selam olsun). Barry de sahneye çıkarsa (gerçekten bir oyuncu olursa) içine girdiği bu “günah sarmalından” sıyrılacağını ve “bağışlanma” bulacağını umuyor. Tabi onun içindeki bu arzuyu kabartan oyuncu koçu Gene Cousineau’nun öğrencilerine kamçıyla girişmesi ve ruhlarındaki saklı “gerçeği” (hissederek oynamak gibi düşünün) ortaya çıkarabilmesi (bir nevi ruh üflemesi). Barry bu “mucize”ye şahit olduktan sonra, eski hayatından kurtulmak için çabalamaya başlıyor ve her adımda her şey daha da ayağına dolaşıyor filan.
Güzel dizi, seyretmediyseniz seyredin bence (bu arada izlemek fiiline birisi “biz köpek miyiz ki ‘iz’leyeceğiz” gibi bir itirazda bulunmuştu, o gün bugündür seyretmek fiilini kullanıyorum mümkün mertebe, çünkü izlemek yazacağımda bir şeyler beni paçalarımdan tutup çekiyor gibi hissediyorum, bu da böyle bir paylaşımım olarak dursun burada). Dizinin genelinden memnun kaldım tabi neden kalmayayım, neticede vızıldayarak uçup giden kurşunlarla delik deşik edilen insanlar görmekte, kurban bayramında akan kana bakıp vahşet hislerinin yatışmasına benzer bir durum olduğu vehmediliyor sanırım. İlkinden de çok emin değilim ama öyle bir mantık yürütülmüş, saygı duyuyorum. İkincisinden ise, yani beyaz perdeden televizyona ve dahi telefon ekranına kadar her yerde silahlı adamlar, kadınlar görmekten, bir miktar endişeliyim. Kendi adıma değil sizin adınıza. Şefkatli bir ebeveyn, hassas bir eğitmen edasıyla. Siz derken sadece bu yazıları okuyan (epey bir okuyorsunuz ha bu arada, tebrik ederim, sıkılmadınız hâlâ) sizlerden değil genel manada “insanlık” denen türden bahsediyorumdur muhtemelen.
Aklıma geldi paylaşayım. Karamazov Kardeşler’de karakterlerden birisi şöyle lakırdılar ediyordu: “İnsanlığı seviyorum ama kendime de hayret ediyorum. Umumi manada insanlığı ne kadar çok seviyorsam, hususi olarak bir insanı o kadar az seviyorum. Rüyalarımda insanlığa hizmet için tutkulu planlar yaparken buluyorum kendimi ve eğer bir gereklilik ortaya çıkarsa muhtemelen çarmıha gerilmeyi bile kabul edebilirim; gelgelelim, tecrübeyle sabit, bir kişiyle iki gün aynı odada yaşamaya tahammülüm yok.”
Hayattaki en büyük tuzaklardan birisi, bir olguyu daha iyi kavramak ya da onu uhdemize almak adına (kontrol, Neo, her şey kontrolle ilgili) soyutlaştırmak hatta biraz tuz-biber ekip mitleştirmek sonra da kendi yarattığımız bu heyulaya fazlaca takılıp kalmaktır. Yapılacak iş değil! Babana bile güvenmeyeceksin derler ya o hesap. Tıpkı bol keseden tanımlanmış “kimlikler” gibi “insanlık” denen soyut şeye de güvenilmez çünkü sen daha tanımını bitirdiğin anda boşa (ofsayta) düşersin. Hani bu gökyüzündeki bulutları bir şeylere benzetme oyunu vardır ya (Amélie Poulain hanım kızımız yapardı) onun gibi biraz, o bulutlar püf diye kayboluyorlar. Ya da kumdan kaleler gibi. Daha sık karşılaştığımız bir benzetme. Kumdan kale. Geçiciliğin resmi imgesi. Ama insanlara güvenebilirsiniz bence. Ya da insanlığı değil ama birkaç insanı “kurtarabilirsiniz”.
Barry kurtulamıyor bu arada. Tıpkı Michael Corleone (The Godfather) gibi, Tony Montana (Scarface) ya da, Walter White (Breaking Bad) da olur, Tony Soprano (The Sopranos) ve dahi Thomas Shelby de (Pinky Blinders), ve daha bir dolu kriminal kahraman arasından seçin seçebildiklerinizi. Ekranlarda ne kadar çok şiddet var hiç düşündünüz mü? Üstelik bu saydıklarım son yüzyılın en önemli yapıtları arasında sayılabilir kolaylıkla. Anlatıcılar neden gangster hikâyelerine düşkündür sizce? Üstelik epey de nitelikli işler bunlar. The Godfather’ı, Mean Streets’i (sonra The Departed’ı ve dahi The Irishman’i) en entelektüel Amerikan sinemacıları çekti. Quentin Tarantino filmleri (bütün kan ve vahşet içeriğine rağmen) gurme sanat eserleri kategorisinde sayılıyor. The Sopranos, hâlen TV dizileri tarihinin en komplike işlerinden biri olarak biliniyor. Breaking Bad, hakeza. Daha savaş filmleri var, polisiyeler var, bireysel ya da aile içi şiddet hikâyeleri var. (Kitaplarda o dehşeti aktarmak fazladan bir maharet istiyor ama ekranda şiddet pornosuna kaçmazsanız epey gerilimli, sürükleyici ve etkileyici işler çıkarmak mümkün bu arada. Yaratıcı yazarlık veya senaryo yazım kurslarında ilk öğretilen şeylerden birisi, ana karakterin “aktif” olması ya, belki de bu sebeple hikâye anlatıcıları böyle “kırıp döken” tiplerle uğraşıyordur”.)
Diyorlar ki, güçlü hikâyelerin hemen hepsi insanların “karanlık” taraflarını ele alır. Kötülüğü, şiddete yatkınlığı, hırsı, güç arzusunu, bencilliği, kibri, kıskançlığı, bazen aptallığı, sakarlığı, hadi kötü niyetli olmasın ama, yalnızlığı, korkaklığı, cimriliği, uyumsuzluğu, umutsuzluğu, sinikliği, filan. Gerçekten de yukarıda saydığım hikâyelerin çoğunda bu anti-kahramanların içinde debelenip durdukları bu kötülük sarmalına nasıl girdiklerini ve neden oradan çıkamadıklarını detaylıca görmekteyiz. Hatta denebilir ki anlatıcılar bu hikâyelerde taraflarını belli eden, “karanlığın karşısında”, sahneler de seyrettiriyorlar bizlere. (Game of Thrones’un finalinde böyle bir ahlakî tutum alalım diyen yapımcılar, bilmem kaç sezon boyunca dökülen kanın içinde boğuldular ama denediler en azından.) Gelgelelim, ekranda o kadar şiddetle, ve dahi yekpare zulmetle, hemhâl olduktan sonra, aklınızda kalıyor mu hiç, mesela bu karakterlerin çektikleri ıstırap? “Ulan herif de hayatını çarçur etti, bu yola girilmez hakikaten de!” diyor musunuz? Kirin isin pasın içinden geçerken, tertemiz kalabiliyor musunuz?
Bir de tabi seyirci, gösterileni gösterilmek istendiği biçimde anlamak zorunda değil. Bertolt Brecht’in Cesaret Ana ve Çocukları diye bir oyunu vardır mesela. “Cesaret Ana” dediği baş karakteri rezil mi rezil bir kadındır, savaşta askerlere yiyecek içecek satarak geçinir, savaş uzadığı için sevinir, bu arada savaş çocuklarını aldığında da hiç gocunmaz, bir sonraki “iş imkânına” doğru yol alır. Yazar bu kadının nasıl da köylü kurnazı (bu da İngilizcedeki “white trash” ifadesi gibi kalmış cancel’lanmadan), nasıl da insanlıktan nasibini almamış bir çıkarcı olduğunu açık açık belli eder üstelik. Şimdi Brecht oturmuş o kadar alegori filan yapmış, “cesaret” kavramını bilhassa savaş gibi kesif bir bağlamda didik didik etmiş, sonra ne olmuş biliyor musunuz? Oyun sahnelendikten kısa süre sonra birkaç gazetede Cesaret Ana’ya övgüler dizen, çektiği acılara üzülen, savaşın nasıl da mağdurlar yarattığını anlatan yazılar çıkmış. Keh, keh. Yaaa Brecht efendi, derdini dümdüz anlatsaydın ne vardı? Nereden çıktı kurmacalar, dolambaçlar, şaşırtmacalar? İnsanı böyle şaşırtırlar!
Neticede Tony Montana’nın (Scarface) bir anti-kahramandan kahramana dönüştüğü bir dönemde yaşıyoruz. Posterleri her yeri, gönenerek (ne tuhaf kelime), süslüyor. İnsanlar “tekinsiz”, “kafası hafif kırık” olmayı ya da ani ve patlayıcı tepkiler vermeyi birer madalya gibi göğüslerinde taşıyorlar. “Edgy” diyor buna gavurlar. Köşeli yani, herhalde. Sürüden ayrı. Ama başka sürüye mensup. Nietzsche’den Bukowski’den filan alıntılar yapıyorlar. Bahsini ettiğim filmlerdeki karakterlerin de, işledikleri onca melanete karşılık, hayatlarının haydan gelip huya giden cinsten olduğunun altı kalınca çizili olsa da, o kısa süreli parıltıları pek çok seyirciye göz kamaştırıcı (parlayan şey göz kamaştırır zaten bu nasıl ifadedir?) geliyor.
Bir zamanlar bir profesör (9 sene önce okumuşum bu yazıyı ama aradım buldum sizler için), Nazi estetiğinin dijital ortamda yeniden “ilgi çekmesinden” yakınıyordu çünkü lanet olasıca Naziler “güç” sembolizmini bir yandan çok rafine ama bir yandan da çok yaban (içtenlikli) bir biçimde üretebilmeyi başarmışlardı. Eğer kendinizi yaşanan vahşetten yeterince izole edebilirseniz (n’olmuştu ki?) bu sembolizmin (görsel dilin kendine has bir nüfuzu var, yazılı dilde olmayan) ruhunuzu ele geçirmesi işten bile değil! (Aynı zamanda burada önemli bir ders var: İnsanları Nazi ideolojisine kapıldıkları için kınamak kolay, tam orada, onların yerinde olsanız, siz sanki itiraz mı edecektiniz?)
Bitiriyorum, bitiriyorum az kaldı. Romancı J. M. Coetzee’nin Romancının Romanı isimli bir romanı var (aynı kelimeler bir cümle içinde böyle farklı tonlarda yan yana gelince içim kıkırdıyor). Elizabeth Costello isimli roman yazarı kahramanının (Coetzee’nin alt benliği tabi *kıps kıps*) edebiyat üzerine düşüncelerinden, konuşmalarından oluşuyor aslında kitap. İşte bir konuşmasında, Kont von Stauffenberg’in Çok Renkli Saatleri isimli bir romandan (Paul West isimli gerçek bir yazar tarafından yazılmış gerçek bir kitap) bahis açıyor. Kont von Stauffenberg, beraberindeki bir grup askerle birlikte Adolf Hitler’e suikast girişiminde bulunan fakat başarısız olup acımasızca cezalandırılan bir Alman askeri. Roman içindeki roman (West’inki yani) tarihin tozlu sayfalarında kalmış dehşetli bir işkenceyi, bu talihsiz askerlerin son saatlerini en ince ayrıntısına kadar betimliyor — ki unutulmasın? (Hitler, “öldüklerini hissederek ölmelerini istiyorum” diyerek, ince bir iple asılmalarını, boyunları kırılmadan boğularak, çırpınarak can vermelerini emretmiş mesela. Bir yönüyle bir “keşif” yapıyor yazar (West) ve daha önce kimsenin anlatmadığı şeyleri anlatıyor. Ama her “keşif” iyi midir?
Costello’nun konuşmasına gidelim (epey uzun bir alıntı ama sabredin azıcık): “Bugünkü tezim şu: Bazı şeyleri okumak ya da yazmak iyi değildir. Başka bir deyişle: Yasak bölgeye adım atan sanatçının büyük bir riske girdiği iddiasını ciddiye alıyorum; özellikle kendisini riske attığını, okurlarını da yanında sürüklediğini düşünüyorum. Temmuz 1944 komplocularının asıldığı mahzen de yasak bir yerdir. Hiçbirimizin bu mahzende gitmemesi gerektiğine inanıyorum. Bay West’in oraya gitmemesi gerektiğine inanıyorum; eğer oraya gitmeyi seçiyorsa, bizim onun peşinden gitmememiz gerektiğine inanıyorum. Tam tersine mahzenin girişine demir parmaklıklar yapılmasının şart olduğuna, parmaklıklara asılacak bronz bir plakaya, ölenlerin adlarını ve adlarının yanına ölüm tarihlerini – sonra da, … Burada yaşamlarını yitirenler … diye yazmak gerektiğine inanıyorum. Buradan öteye geçmemek gerektiğine inanıyorum. (…) Bay West romanının o bölümlerini yazarken mutlak olan bir şeye dokundu. Mutlak kötülüğe. Tanrı vergisi yeteneği onun için aynı zamanda bir lanetti. Onun yazdığı satırları okurken aynı mutlak kötülüğe dokunduğumu hissettim. Bir ürperti gibi. Elektrik çarpması gibi bir şey. (…) Bu açıklanabilecek, örneklenebilecek bir şey değil. Deneyimlenebilecek bir şey. Yine de size tavsiye edebileceğim bir deneyim olduğunu söyleyemeyeceğim. Böyle bir deneyimden öğrenilebilecek bir şey yoktur. Size iyi gelmeyecektir.”
Bu konuşma “karanlığa yeterince uzun süre bakarsan karanlık da sana bakar (ya da bir yoruma göre ‘bulaşır’?)” kabilinden bir önermeye oturuyor. Belki de insanın içindeki o karanlığı çok uzun zamandır izliyoruz (izliyoruz ulan!) ekranlarda (sadece filmler de değil, açın haber bültenlerine bakın) ve geldiğimiz noktada hepimiz ruhumuzu kaybettik. Üstelik iyi niyetliydik (rahmetli Alev Alatlı “kötülüğün gözünün içine bakarak yaşayakalmak” diye bir şeyden bahsederdi hani “farkındalık iyidir” kabilinden), kötülüğü bilip (kitlelere bildirip hatta) onu alt edecektik. Olmadı sanki.