Geçen yılın (2021) Nobel Edebiyat ödülü sürpriz denebilecek bir isme gitti. Tanzanya doğumlu İngiltere vatandaşı yazar Abdulrazak Gurnah (73) belki de ancak meraklısının bilebileceği bir isim. Nitekim çoğu kitabının baskısı tükendiği için, karar açıklandıktan sonra insanlar kitaplarına ulaşmakta zorlandı. Uluslararası basında edebiyatına ve tarzına dair yazılar kuşbakışı, genelgeçer tespitlerden öteye gitmiyordu. Hatta kendi deyişiyle, röportaj yapanlar hep aynı soruları sormuşlardı.
Gurnah 1980’lerde yazın hayatına atılan bir isim. İlk romanı 1987’de yayımlanmış. Dördüncü romanı Paradise (Cennet, 1994), Booker Ödülü için kısa listeye alınınca ismi duyulmaya başlanmış. Ama ondan önce de Afrika edebiyatı ya da post-kolonyal edebiyata ilgili olanların az çok bildiği biriymiş. Zaten Kent Üniversitesi’nde uzun yıllar edebiyat departmanında ders vermiş.
Hem Nobel konuşmasını hem de birkaç röportajını okuyunca, gerçekten de samimi bir yazarla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Benim için bir yazarda samimiyetin ölçüsü, her ne hakkında yazarsa yazsın, ister uzak galaksilerden birindeki bir gezegen hakkında, ister dünya üzerinde hiç bilinmeyen bir topluluk hakkında, insanlık durumuna dair evrensel meselelere ilgi göstermesi. İnsanın cevherini, özünü ya da adına her ne derseniz deyin onu araması.
Nitekim Gurnah da bunu vurguluyor. Kitaplarının Avrupa sömürgeciliği ve bunun bir sonucu olarak yaşanan Avrupa’ya göç etrafında şekillenmesinin yanında, sıradan insanların basit gündelik hayatlarının bu büyük dalgalardan nasıl etkilendiğini merak ediyor. Buna, problemi “insanileştirmek” diyor bir röportajında. Bir başka deyişle, insanları istatistik rakamlar ya da basit birer kelime olmaktan çıkarıp birer özne, birer hikâye olarak yeniden var etmek.
Bir diğer derdi de, Tanzanya’da doğup büyümüş bir yazar olarak özellikle kendi kuşağının kolonyal hafızasına sahip çıkmakmış. Paradise da, ondan sonra okumaya başladığım Desertion (Terkediş, 2005) isimli romanı da 20. yüzyılın hemen başlarındaki Tanzanya’da Avrupalıların bölgeye etkisini merkeze alıyor. Gurnah bu dönemi sonraki dönemlerden şu şekilde ayrıştırıyor Nobel konuşmasında:
“Bizden sonra gelenler kendi post-kolonyal hayal kırıklıklarına ya da kandırmacalarına sahip oldu ve belki de bu yüzden kolonyal karşılaşmanın hayatlarımızı ne denli derinden değiştirdiğini, bu dönüşümün bizim yolsuzluklarımızı ve kötü yönetimimizi dâhi etkilediğini, bunların da kolonyal mirasa dâhil olduğunu, net biçimde göremediler.”
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika’daki bazı otoriter yönetimlerin acımasızlığı, sömürgeciliğin etkilerini bulanıklaştırıyor. Ama aslında, tıpkı Rwanda iç savaşında olduğu gibi, kolonyal müdahalenin ektiği zehirli sarmaşıklar hemen her meselenin köklerine sarılı duruyor. Gurnah da, geçmişe giderek, bu özü yeniden yakalamaya çalışıyor. Elbette bir çeşit nostalji duygusu da eşlik ediyor bu anlatımlara. Retrospektif bakıştan kaçamıyor muhakkak. Aşağıdaki konuşmada da bunu görebilirsiniz.
Öte yandan Avrupalılar, Tanzanya’ya yerleşen (hatta belki sömüren) ilk halk değil. Önce Araplar ve Hindistanlılar geliyor. Ticaret hayatı ağırlıklı olarak bu iki grubun elinde. Yerliler daha çok çiftçi. Avrupalılar geldiğindeyse, diğer herkes onların imkânları karşısında ufacık kalıyor. 1900’lerin başında Avrupa ülkelerinin dünyanın yüzde 90’ının kontrol ettiğini düşünün… Milyonlarca insanın, devasa bir coğrafyanın kaderini baştan yazabilecek bir kuvvet. Gurnah’ın bu güç karşısındaki küçüklüğü, yetersizliği ve çaresizliği göze sokmadan ama her satırda hissettirerek tasviri gerçekten çok sarsıcı.
Sıradan bir Afrikalıyla kolonyalist bir Avrupalının karşı karşıya geldiği durumlar, karşılıklı atılan bakışlar, o an zihinlerinden geçen düşünceler…
Paradise’da ve tabi Desertion’da da Avrupalılar ile ilgili “efsaneler” okumak mümkün o karakterlerin ağzından. Bir Avrupalı öldüğünde, bir başkasının gelip ona hayat üfleyerek yeniden dirilttiği, Avrupalıların metalleri yiyebildiği ya da kemiklerinin kırılsa bile kendiliğinden iyileştiği gibi hikâyelere rastlıyorsunuz. Trajikomik sahneler… Post-kolonyal edebiyatta yer yer göze çarpan “düşmanını tanı” teması burada da karşımızda. Sömürgecileri alt edeceksek, önce onları tanımamız, anlamamız gerekli fikri, her iki kitapta da kendine yer buluyor.
Evet, Paradise’dan alıntıladığım pasaja geçebiliriz. İngilizceden çevirdim, haliyle kusur bana aittir. Gurnah okumaya karar verirseniz bence siz de bu kitaptan başlayın…
NOT: Bu fanzine abone olmak için aşağıdaki kutucuğa eposta adresinizi yazabilirsiniz…
Paradise/Cennet (sf. 86-88)
Abdulrazak Gurnah
(…)
“Ben bundan sonrasından korkuyorum,” dedi Hussein sakince, Hamid’i bıkkın bir iç çekişe sürükledi bu sözleri. “Her şey karman çorman. Bu Avrupalılar bir hayli kararlı ve dünyanın refahı için savaştıkça hepimizi ezip geçecekler. Buraya iyi bir şey yapacakları için geldiklerini düşünüyorsan aptalsın. Ticaretin peşinde değiller bizzat toprağı istiyorlar. İçindeki her şeyle birlikte… Biz dâhil!”
“Hindistan’da asırlardır hüküm sürüyorlar,” dedi Kalasinga, “Burada sizin gibi medeniyet görmemişlerle nasıl aynısını yapsınlar? Güney Afrika’da bile, onca insanı öldürmeye ve topraklarına el koymaya sadece altın ve elmas sayesinde katlanıyorlar. Burada ne var ya? Konuşurlar, biraz atışırlar, onu bunu çalarlar, belki bir iki savaş çıkarırlar ve yorulunca da evlerine dönerler.”
“Hayal görüyorsun, birader,” dedi Hussein, “Bak, dağın yamacındaki en güzel araziyi nasıl da aralarında bölüştüler. Buranın kuzeyinde o dağlık yerler var ya, en acımasız yerlilerini bile oradan uzaklaştırıp topraklarına çöktüler. Sanki çocuklarmış gibi kolayca kovaladılar, bazı liderlerini diri diri toprağa gömdüler. Bilmiyor musun bunları? Sadece kendilerine hizmetçilik yapacaklara ilişmediler. Silahlarıyla bir iki ufak çarpışma ve toprağın yeni sahibi belli oldu bile! Buraya ziyarete gelmişler gibi mi görünüyor? Dedim size çok kararlılar. Bütün dünyayı istiyorlar.”
“Kim olduklarını öğren o zaman. Yılanlar ve metal yiyen adamlar gibi efsaneler dışında onlarla ilgili ne biliyorsunuz? Dillerini biliyor musunuz, hikâyelerini biliyor musunuz? Bilmiyorsanız, onlarla nasıl başa çıkacaksınız?” dedi Kalasinga. “Kuru gürültü, neye yarar? Biz aynıyız hepimiz. Onlar bizim düşmanımız. Bu da bizi aynı kılıyor işte. Onların gözünde hayvanlarız biz ve uzun süredir de bu saçma düşünceden vazgeçiremedik onları. Neden çok güçlüler hiç düşündün mü? Çünkü asırlardır dünyaları sömürüyorlar. Senin kuru gürültün onları durdurmayacak.”
“Öğrenebileceğimiz hiçbir şey onları durduramaz,” dedi Hussein açık açık.
“Sen yalnızca korkuyorsun onlardan,” dedi Kalasinga kibarca.
“Korkuyorum, haklısın… Ama sadece onlardan değil. Her şeyimizi kaybedeceğiz, nasıl yaşadığımız da buna dâhil,” dedi Hussein, “Bu gençler daha da fazlasını kaybedecek. Bir gün gelecek bu gençleri bizim bildiğimiz her şeyden soğutacaklar ve kendi yasalarını, kendi hikâyelerini kutsal metin gibi okutacaklar. Bizimle ilgili yazdıklarında ne söyleyecekler sanıyorsun? İnsanları köleleştirdiğimizi.”
“O zaman onlarla nasıl başa çıkacağını öğren,” diye bağırdı Kalasinga. “Eğer dediklerin, bu gelecekteki tehlikeler filan, bunlar hakikat ise, neden bu dağ başında söylüyorsun bunları?”
“Nereye gidip söyleyeyim?” diye sordu Hussein, Kalasinga’nın öfkesine tebessüm ederek. “Zanzibar’a mı? Orada köleler bile köleliği savunuyor.”
“Niye böyle karamsarsınız?” diye çıkıştı Hamid. “Şu yaşadığımız hayatın ne özelliği var zaten? O ürkütücü gelecek gelmeden de birbirimize yeterince eziyet etmiyor muyuz? Her işi Allah’a bırakın. Belki bir şeyler değişecek ama güneş yine doğudan doğacak ve batıdan batacak. Bu karamsarlığı da bırakın.”
(…)
'Orada köleler bile köleliği savunuyor' bana telefonunu çıkar diyen amcaları hatırlattı