Gökteki yıldızlar var ya, onlar aslında ölü
The Truman Show, medya, gerçeklik, yapaylık ve influencer’lık üzerine
The Truman Show’u ilk seyrettiğimde on iki yaşındaydım. Yani sinefil olmama daha iki sene var. O zamanlar bir filmin iyi mi kötü mü olduğuna karar vermek için IMDB ve Letterbox gibi sitelere ya da Anglo-Sakson gazetelerinin (İngilizce biliyorum yalnızca) kritiklerine bakma gibi alışkanlıklarım yok. Bir filmde Jim Carrey oynuyorsa, iyidir (sonra yönetmenleri, senaristleri, mesela Andrew Niccol, hatta müzisyenleri, mesela Philip Glass, takip etmeye başlayacaktım). Net. Denendi, onaylandı. Aynı beladan Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ı da izledik. İkisi de pek güldürmedi. Ya da güldürürken düşündürdü diyeyim. Levent Kırca mizahı gibi. Yok yok o kadar kör göze parmak değil. Bir şeyin derecesi, kıvamı ne kadar da önemli değil mi? Hemen hemen aynı şeyi yapan iki insandan birisi kaba saba, nüanssız, haniyse çocukça davransa ve diğeri daha rafine, eğitimli, yetişkin bir tavır takınsa… ilkini seçerdiniz biliyorum şimdi birbirimizi kandırmayalım.
Şimdi bu Truman denen arkadaş, Seahaven isimli küçük bir kasabada yaşıyor. Kasaba deyince Nuri Bilge Ceylan bozkırına gitmesin aklınız. Burası minyatür bir şehircik. Çünkü insanımız tarım toplumundan şehir toplumuna geçeli bir hayli zaman oldu ve hâlâ “avcı ve toplayıcılıktan tarım toplumuna geçişte şunlar şunlar yaşandığı için gece yatarken sağımıza dönüyoruz” gibi açıklamalar bir bana mı tuhaf geliyor? Tamam alışkanlıklar kolay terk edilmiyor ve beynimiz de kahrolası (buraya İngilizce küfürler gelmiş) bir alışkanlık müptelası (junkie) ve aslında uyuşturucular ne kadar da beynimizin ihtiyacı (*aydınlanma yaşayan adam bakışı*). Neyse ki Truman’ın böyle dertleri yok. O kendi hâlinde bir sigorta satıcısı. Bu pazarlama işlerini ağzı iyi laf yapan, alttan girip üstten çıkan kimseler dışında kimse beceremez diye düşünüyorsunuz belki ama en önemli şey “güven” duygusu. “Ben bu adama kızımı veririm” diyorsanız, o insana balya balya para da verebilirsiniz. İkisinin aynı şey olmadığını öğrenmeniz için biraz şehirlilik… neyse.
Truman’ın hikâyesini biliyorsunuz ama değil mi? Seahaven diye bir yer yok, burası devasa bir stüdyo. Truman’ın hayatı da anne rahmine düştüğü günden bu yana televizyonda canlı yayınlanıyor. Bütün hayatı fake. (Neyk? Cem Yılmaz, ah sen insanı öldürürsün.) Karısı, en yakın arkadaşı, komşuları, hayat sigortası sattığı insanlar, sabahları uğradığı kahveci… Hepsi oyuncu. (Kahvecinin yalan olmasına çok üzülüyor insan ve bakın bu da bir şehirlilik şeysi.) Üstelik Truman uyurken gidip televizyonda onun arkasından atıp tutuyorlar. Bütün dünya da izliyor. Reality TV’nin tillahı bir nevi. Zaten o yıllar, Biri Bizi Gözetliyor gibi şovların televizyonları istila ettiği yıllar. Şimdilerde sizi Survivor’la filan avutuyorlar. Bizim zamanımızda (bu da yaşlılık şeysi) her akşam birden çok kanalda gerçeklik taklidi yapan programlar olurdu. Gerçek olduğunu iddia eden ama gerçek olmayan şovlar, gerçek olmadığını iyi bilen ama yine de inanmak (ve şaşırmak) isteyen insanlar iyi bir ikili oluşturmuştu. Ve reklamlar…
Öncelikle medyada gördüğünüz her şey yalandır. Medya: TV, gazete, sinema, kitap, takvim arkası yazıları, TikTok. İnsanlar yalan söylemek istedikleri için değil – ki bazen yalan söylemek de isterler – gerçeğin böyle bir huyu DA olduğu için. Hani ortaya çıkmak gibi bir huyu varmış ya… Sanki saklambaç oynuyoruz! Efendim gerçeğin bu medya (aktarım) dünyasında tek bir doğası var o da yalnızca “görünmesi”. Öyle tam tekmil zuhur etmiyor. Edemiyor. Çünkü yüz elli boyutlu bir canlı üç boyutlu bir alanda ancak temsil edilebilir, oraya gelemez. Tıpkı gökteki yıldızlar gibi – ya da ay – görünür gerçek bize uzaktan uzağa. Biz onu uzunca bir zaman başka şeylerin habercisi sanmışızdır ama artık biliyoruz ki (bilimsel mi? bilimsel gifi) ölmüştür çoğu çoktan. Gerçek de bilinir olduğunda belki ölmüştür, ölmesi gerekmiştir, yoksa kimse bilememiştir. Bu yüzden medyadan bize yansıyanlar gerçekte olup bitenin bir “görünümü” ve bazen astrofizikçiler bizi kandırabiliyor ya hani yıldızların muhteşem hikâyeleri olduğuna, medya da insanları “en önemli hakikat bu” diyerek kandırabiliyor. Kötü niyetten değil, dediğim gibi, yetersizlikten. Ve bu yetersizlik ne kadar derinleşirse medyada görünen şey o kadar gerçekten uzaklaşıyor.
Yeri gelmişken plasemi vurayım: İnsanın bu hayatta işine yarar yegâne kabiliyet – bana sorarsanız – gördüğü (veya gözlemlediği) şeyi detaylıca tasvir edebilmesidir. Ne kadar iyi tasvir edebiliyorsa, o kadar anlamaya yaklaşır, kelimeleri zenginleştikçe, kavrayışı güçlenir.
O hâlde sorayım: Truman’ın da bütün hayatı başından sonuna kontrol edilse, ana rahminden tutun nerede olduğunun farkına vardığı 10,909. gününe kadar her hâlinden haberdar olunsa bile, Truman’ın varlığı tümüyle bilinebilmiş midir? Kestirmeden götüreyim sizi, aslında bu sorunun cevabı şuraya çıkıyor: Kendini bilmek de dâhil, insan gibi karmaşık bir canlı bilinemez. Çünkü tarih (küçük ‘t’ ile) A noktasından B noktasına tek bir hat üzerinden (zamansal ve mekânsal düzlemde) gidiyor görünse de aslında A noktasından başka başka noktalara gitme ihtimallerini de içinde barındırır (çoklu dünyalar teorisi mi?) ve bazen insan A noktasından B noktasına gider ve oradan bir D noktasına gitmesi imkânsız görünür fakat yeterince güçlü bir etki uyandırabilirseniz esasında o insanın “göründüğünün” aksine A noktasından B noktasına değil de oradan D’ye de rahatlıkla geçiş yapabileceği bir C noktasına vardığını fark edersiniz (arkadaşlıklar da bazen bu yüzden biter, iki insan farklı yerlere yolculuk etmiştir). Çünkü ihtimaller kolay kolay ölmezler.
Parantez açayım, aklımdaydı bu aralar, burada da dursun: İnternetin icadıyla birlikte, ana akım medya (sizin düşündüğünüz şey değil muhtemelen) söylem tekelini koruyamadığı için, artık geride kaldığını düşündüğümüz pek çok fikir kırıntısı, yeni taraftarlar ve yeni elbiseler bularak hayatımıza dönüş yaptı. Yani bir aralık, tarihin (büyük ‘T’ ile bu kez) tek bir yöne (A’dan B’ye ve oradan da E’ye mesela) aktığı düşünülüyordu (ilerleme anlatısı) fakat insanlığın bir bütün olarak B noktasına bile henüz varamadığı ortaya çıktı çünkü söylem tekelini elinde tutanların “görmek istediği” dünya ile gerçekte olan dünya çok farklıydı. Ve bu hep böyledir ama işte dediğim gibi medya yalan söyler ve sonra da kendi yalanlarına inanır (çünkü inanmasa insan etkili yalan söyleyemez; ve hayır kasıtlı olmak zorunda değil). [Bu arada parantez içi parantez gibi oluyor şunu da demeden geçemeyeceğim: insanların yetersizliğini itiraf etmek yerine kendilerini “kötü niyetli” olarak görmeyi kabullenmelerinde de büyük hikmetler var.]
Tam da bu sebeple Truman aslında nerede yaşadığına dair farkındalıkla birlikte “bambaşka” bir insan oldu. Mesela paranoyaklaştı. (Zizek bir yerde, ‘paranoya gerçeğe ulaşmanın ilk basamağıdır’ gibi bir şeyler demiş olabilir.) O güne kadar pek de umursamadığı özgürlük, hatta kendi kaderini çizme dürtüsü, bütün benliğini ele geçirdi. Uyumlu ve sakin tabiatlı biriydi, birden korkusuz ve inatçı birine dönüştü. Çünkü, dediğim gibi, ihtimaller hep oradaydı. Bazen kendi hâlinde bir insan bir anda delirir ya, o hesap. Bütün hayatının bir yalan üzerine kurulu olduğunu fark etmek, onda tek bir tepkiye yol açtı: Çıkış kapısına doğru ne pahasına olursa olsun yürü. Arkada ne var? Bilmiyor. Ve bilmesi de gerekmiyor zaten. (Rivayet odur ki filmin ikincisi çekilmek istenmiş ve Truman’ın ‘gerçek’ dünyaya uyum sağlayıp sağlayamayacağına bakılacakmış. Ama kısmet olmamış.)
Peki bu spesifik hikâyede Truman karakterinin evrensel olduğunu düşünebilir miyiz? Yani oraya hangi insan evladını koyarsak koyalım, aynı şekilde davranır mı? Büyük ihtimalle, hatta yüzde vereyim, yüzde 93.8 ihtimalle, hayır. Bu film, yukarıda değindiğim ana akım söylemin bir yansımasıydı bir bakıma. İnsan bir yalanın içinde yaşadığını fark ederse, alır başını oradan gider (aydınlanma teorisi). Halbuki gerçekte olan şu: Baskıcı anne babaların çocuklarının en az yarısı tıpkı ebeveynleri gibi oluyor ve hatta onların davranışlarına mana bulmaya başlıyor (çünkü gidecek başka bir anlam dünyası yok). Baskıcı ana babalardan müteşekkil boğucu bir toplumun en az yarısı (belki çok daha fazlası) ana babalarının ASLINDA haklı olduklarına inanmaya başlıyor çünkü gidecek başka ülkeleri yok (ki bazen başka ülkeye gitseler de anlam dünyası değişmiyor, çünkü ne yok, evet, yeni anlam dünyası). Bir de ailedir yani, el alem yanında olmaz ailen yanında olur, filan. Ve o el alem gelip sana “baban aslında hırsızdı” filan diyor ama sana yeni bir baba da vermiyor, ne yapacaksın?
Öte yandan Truman, “sen biriciksin, sen özelsin” diye yalan söylenen yığınlar arasında gerçek manada “biricik ve özel” olan tek insan. Keh, keh. Köleleştirildiğinin farkında olmayan bir köle? Ama şimdi Truman “gerçek” dünyaya çıktığında muhtemelen yine burada “yapay” dünyadaki bilgilerini kullanmaya devam edecek ve bu durum onda belki de bir çeşit zihinsel uyumsuzluğa (cognitive dissonance) sebep olacak. Mesela karnıyarık yapmayı Seahaven’da öğrendi ve olay-sonrası (post-event) evrende karnıyarık yaptığında ne hissedecek? Paranoyası hiçbir zaman iyileşmeyecek belki. Duygusal hafızası olduğu gibi kalacak ve anne, baba, eş, arkadaş gibi kavramların “gerçekliği” ile büyük bir imtihan yaşayacak. Filmde mesela ona etrafındaki dünyanın sahteliği ile ilgili ilk ipucunu veren kadın, Lauren (Natascha McElhone), Fiji’de (o yaşlarda Fiji’yi çok merak etmiştim) Truman’la buluşsa, asla “gerçek” aşkı tecrübe edemeyebilirler çünkü nedir ki “gerçek aşk”?
The Truman Show’un yumuşak karnı, zayıf noktası, Aşil tendonu, kaynaşmamış kemiği de burası: Nedir yani bu gerçek dediğimiz şey? Bütün hayatı A’dan Z’ye planlanmış bir insanın “gerçek benliği” diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Ya da Truman “gerçek” dünyaya adım atıp oradaki duygu ve düşüncelerin de en az Seahaven’daki kadar “yapmacık” (kurgu, kurmaca, inşa) olduğunu fark ettiğinde ne yaşayacak? Lauren’e olan aşkının arkasında da Lauren’in “oyunu” yok mu? Hayat bir kendini ikna çabasından başka nedir ki?
The Truman Show “insanın kendi anlatısını kurma iradesi elinden alınmamalı” gibi bir mesajla son bulurken, insanın kendi anlatısını kurmasını elinden alan bir araca, “medyaya” dayanıyor mesela. The Matrix’in ya da Fight Club’ın ya da nevzuhur Netflix film ve dizilerinin yaptığı şeyi yapıyor: “Kır zincirlerini proletarya! Aylık 13,99 Euro’ya!” (Hollanda fiyatı). Ama işte hikâyeler, gerçekliğin “görünümleri”, mağara duvarındaki gölgeler, hiç beklenmedik yerden çatlaklar oluşturabilir. O çatlaklardan sızan ışıkla nelerin “aydınlanacağını” bilemeyiz ama hiçbir tarihte insan, A noktasından B noktasına öyle yalınkılıç gitmemiştir. Hatta belki de B noktasında bile değildir, sadece orada “görünür”. Ve görüntüler aldatıcıdır. Her zaman.
Tabi The Truman Show’un da bir “görünümü” olduğu o ana akım söylem tekeli kırılalı çok oldu ve bugün bambaşka bir medya çağında yaşıyoruz: sosyal medya. İnsanlar gönüllü olarak Truman’laşıyor. Hayatlarını 7/24 kamuya açıyorlar (influencer’lık). “Biricik ve özel” oluyorlar böylece belki de. Orada görünenin “gerçek” olmadığının farkındalar mı peki? Evet, ama umursamıyorlar. Farkında olmadıkları şey, on yıllardır yazılı, işitsel ve görsel medyadaki “görünümlerin” yankıları, benzerleri, taklitleri oldukları. Ayrıca Truman olmak çok keyifli ve “gerçekliği” kim ne yapsın Allahaşkına? Büyük Engizisyoncu (Dostoyevski’nin ölümsüz kahramanı) Nasıralı İsa’ya hücresinde “Neden taşları ekmeğe dönüştürmedin?” diye sorarken, aslında şunu demek istiyordu: Sen insanlara konforlu yalan yerine konforsuz gerçeği seçmeleri gerektiğini nasihat ettin ama açlık (yoksunluk) insanları iradelerini kullanamayacak kadar zayıf düşürdü. (Bazen ekmeğe değil de ilgiye aç olursunuz mesela.) Hem konforsuzluğu seçmek her zaman “gerçeğe” de götürmüyor sevgili Fyodor, onu unutmuşsun. (Nitekim “adalet” de kılıçsız olmuyor. O meşhur heykelin gözleri bağlı ve bir elinde terazi var tamam da, diğer elinde de kılıç var güzel kardeşim. Onu ne yapacağız?)
Hem aşırı haklı olup hem de saraylarda yaşayamaz mıyız ya? Neden yani?