Geçen hafta bir yolculuğa çıkacaktım ve hemen öncesinde iki kez ufak tefek köpeklerin öfkeyle bana hırlamasına maruz kaldım. Neyse ki ikisi de başıboş değildi, sahipleri son anda tasmalarına sıkıca sarılıp belki de ısırılmamın önüne geçtiler (hayvan sahipliği hususunda pek bilgi sahibi değilim oyun istemiş de olabilirler). “Acaba,” diye düşündüm istemsizce, “bu yolculuğa çıkmamam mı gerekiyor?” Etrafımızın bu türden işaretlerle sarılı olduğu fikrine yabancı değilsinizdir umarım. Muhtemelen kimsenin bize işaret gönderdiği filan yok ama zihnimiz “Matrix’te bir kayma” (a glitch in the Matrix) olduğunda hemen fark eder. “Pattern recognition” (örüntü/patern tanıma) da deniyor bu merete. Sık tekrar eden tesadüfler, yahut alışkanlıkları bozan sürprizleri çabucak tanımamıza yardımcı oluyor. Evrimsel psikologlara sorsanız, avcı ve toplayıcı olduğumuz zamanlara götürür sizi, en iyisi sormayın. O tuhaf şeylerin mucizevi bir işaret olup olmadıklarını tartışmak daha keyifli.
Yolculuk günü ne olur ne olmaz diyerek erken çıktım. Nitekim anksiyete sahibi insanım, konfor alanımın dışındaki her şey en hafifinden yüz ekşimesi yapıyor. Ama erken çıkmama rağmen hedeflediğim treni bir dakikayla kaçırdım. Bir sonraki de iş göreceği için fazla kaygılanmadan oturup beklemeye başladım. Bu arada dört beş kez her şeyi kontrol ettim. Bir çeşit tik gibi bu, elim sürekli telefona gidiyor, zihnim trenlerin saatlerini karşılaştırıyor, gözlerim istasyondaki büyük ekrandan trenin hâlâ gelip gelmediğine bakıyor. Tam platforma çıkmış, soğuk havayı ciğerlerime çekerek dijital panodaki saatte dakika başı olan değişimleri seyrederken, birden ekran komple gitti. “Eyvah!” dedim. “Acaba bu yolculuğa çıkmamam mı gerekiyor?” Tren iptal olmuştu ve bir sonraki treni beklersem, beni asıl maksadıma ulaştıracak treni kaçıracaktım.
O esnada yan peronda beni gitmem gereken ara istasyona götürebilecek bir hızlı tren varmak üzereydi. Şansıma, 4-5 dakika gecikme yaşıyordu. Hemen oraya koşturdum ve istasyon görevlilerine derdimi anlattım. Onlar da trenin kondüktörüyle görüşmem gerektiğini söyledi. Derken tren (ki çok severim trenleri neden bilmiyorum bana en insancıl ulaşım aracı gibi görünürler, her şeyin başlangıcı, medeniyetin temel taşıdır, trenler olmasaydı modern şehirler kurulamayacaktı mesela, dünya birbirine bu denli bağlanamayacaktı) yanaşıverdi. Tam da kondüktörün ineceği 15 numaralı vagonun önündeydik. Kapı açıldı. Bir süre bileti olanların içeri girmesini bekledim. Eğer birisinden ricada bulunacaksanız, önce onun işini yapmasına müsaade etmelisiniz gibi bir “adap” (usul, erkan) var zihnimin bir köşesinde. O sırada iki kişi az önce iptal olan trenden bahsederek, buna binip binemeyeceklerini sordular; benim ara istasyonum onların nihaî hedefleriydi ve kondüktör bu isteğe karşılık, “Sonraki treni bekleyebilirsiniz bence,” cevabını verdi gülümseyerek, tatlı tatlı, otoritenin gülen yüzüyle.
Yüzünü bana çevirdiğinde, sonraki treni kaçırabileceğimden bahsederek konuya girdim. “Parası neyse veririz yani,” dememek için kendimi zor tutuyordum. Bu da bir başka “adap”. İşini gördürmek için karşı tarafın vehmedilen zaaflarına çalışma kurnazlığı. Yol yordam bilmek bir nevi. Adam bir an durdu, sonra da “İçeride beni bekle,” dedi. İçerdeydim. Kabul edilmiştim. “Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası”nın yalnızlık derdini sonsuza kadar çözmüş insanlardan oluştuğunu düşünürdüm çocukluğumda. Bir bakıma haklıydım da. Trende, iki vagon ortasında, sevgili kondüktörümün yolculara gerekli bilgilendirmeyi yapmasını beklerken “Demek ki bu yolculuğa çıkmam gerekliymiş, bunca aksaklığın ardından hâlen buradaysam evrenin mesajı açık ve net” diye düşünüp gevrek gevrek gülmeye başladım. Bu küçük zaferin verdiği neşeyle kondüktörün işaret ettiği koltuğa kurulurken, tren bir daha durmasın mı yolun ortasında?
Kaygı önce bağırsakta başlıyor bende. Sanki karnımın içine geleceği gösteren sihirli küresiyle yaşlıca bir kâhin bağdaş kurmuş. Bu yüzden beynim her maça 1990’larda Avrupa’da oynayan Türk takımları gibi 1-0 yenik başlıyor. İlker Yasin’in “Yapmayın çocuklar,” diyen sesi yankılanıyor içeride. “O hata da yapılmaz ki!” diyor duayen spiker. “Avrupalılar her duruma hazırlıklı işte,” diye ekliyor yetmezmiş gibi. Elimde telefon tren saatlerini ve aradaki mesafeyi yeniden hesaplıyorum. Neyse ki, diyorum, bu hızlı tren. Neyse ki, diyor o an kozmik düzen, seni Londra’ya yetiştireceğim. Tren tekrardan hareket ederken bu sefer de kondüktörün gelip benden bilet parası istemesini bekliyorum. Ama o güleç yüzlü kondüktör (insanlık medeniyetinin bir temsilcisi adeta) önce bana biletimi soruyor, sonra da beni meccanen yanına aldığını ima eden bir hareketle geçip gidiyor yanımdan. “Bu yolculuğun bedeli, rahmetli dedenin Kore’de komünistlere karşı verdiği savaşta ödendi,” dediğini duyar gibi oluyorum. (Dedem gerçekten de Kore’ye gitmiş ama savaşmamış, bu bilgiyi burada aktarma gereği hissettim gereksiz. Dedem o uzun yolculuğu anlatırken, “Uyuyorduk uyanıyorduk ama okyanustan başka bir şey görmüyorduk ufukta” demişti. Bu da rahmetlinin pattern recognition’ı. Beynimizin, “Senin için en önemli olay bu, buna odaklan!” deme biçimi. Hatıralarımız da böyle böyle yer ediyor işte.)
Londra’ya iş için gittim demek isterdim ama işsiz güçsüz bir insan olduğum için epeydir görmediğim dostları görmeye gittim diyebiliyorum sadece. Yolda okumak için yanıma Olga Tokarczuk’un Flights (“Koşucular” diye çevrilmiş Türkçe’ye çünkü Lehçe orijinal isminin birebir karşılığı bu, ama bence “Göçler” daha çok yakışırmış) isimli romanını almıştım. Ben böyle ucuz numaraları bir miktar seviyorum nedense. Babam ve Oğlum filmini seyretmeye de babamla gitmiştim mesela. Yılmaz Erdoğan’ın şiirlerini de (şiir ehli onlara şiir denmesine şiddetle karşı çıkar mesela), fast food yiyecekleri de (diyetisyenlere inat), karlı bir kayın ormanında yürürken Karlı Kayın Ormanında diye türkü tutturmayı da, ve nitekim Londra’ya her ayak bastığımda Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street müzikalinin “No Place Like London” isimli parçasını mırıldanmayı da buna katabiliriz. Pattern recognition demiştim değil mi? Bu her insanda az veya çok var. Bazıları kendini bu konuda eğitebiliyor, bazılarının Allah vergisi bir yeteneği oluyor bu konuda. Bağlantı kurmak, noktaları birleştirmek zor değil. Aslolan bu bağlantıların daha derinde neye işaret ettiklerini (bakın yine o işaretler!), yüz binlerce yıllık fay hatları gibi sebepleri görebilmek. O daha zor tabi. Olga Tokarczuk (ki aslında ben size kendisinden bahsetmek istiyordum bakın nerelere geldik) görebilenlerden.
Flights bir göç kitabı; harekete, yerinde dur(a)mamaya, dur durak bilmeksizin aramaya övgü. Modern zamanlarda trenle, arabayla, uçakla, gemiyle ve bazen yayan yol alanların hikâyelerini anlatıyor. Bazısı kısacık bir paragraftan ibaret, bazısı sayfalarca süren öyküler bunlar. Hepsi birbirinin içinden çıkmış gibi ama hepsi de farklı farklı, tıpkı bütün insanların en büyük ve belki de tek ortak noktalarının aynı gezegende yaşamak olması gibi bu kitaptaki her satırı birbirine bağlayan ortaklık da “göç”. Ve bir arkeolog hassasiyetiyle insanın materyal gerçekliğini, etten ve kemikten olduğunu, içinde yaşadığı dünyayla aynı maddeden yapıldığını (zamanla da aynı maddedeniz mesela, hepimiz çağımızın ürünüyüz) keşfetmeye çağırıyor (post-hümanizm). “Fellow pilgrims” (kutsal yolculuk arkadaşlarım) (aklıma geldi, Kayseri’de birlikte Hacca gidenler birbirlerine “rafık” derdi, sizde de var mıydı?) diye sesleniyor okuruna. Yolda bereket vardır, diyor, yola çıkın. Hatta, “çocuklarınızı buna göre yetiştirin zira gerçekten anlamadan sahip oldunuz onlara; sizi bu dünyaya anlamadan getiren ebeveynlerinizi gömün – ve gidin!” diyor.
Bilgeliğin genelde orta yolcu bir tonu vardır. Bilge kişisi yıllar boyunca geceyle gündüzün yer değiştirmesini, mevsimlerin doğayla dansını, ne yöne giderse gitsin sonunda hep aynı yere varılacağını (dünya yuvarlak ya) görmüştür. Hem zaten ne demişti Konstantinos Kavafis?
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.
Oysa Olga Tokarczuk, Polonyalı bilge kadın, “Duraksayan çürüyecektir,” diyor, “her kim ki bir böcek gibi zemine mıhlanmış hâlde durur ve bekler, onun kalbi tahtadan bir iğneyle yarılır, elleri ve ayakları eşiklere, tavanlara çakılır.” Hemen sonra: “Bu yüzden her görüşten tiranlar, şeytanın hizmetkârları yani, gezginlere (nomads) karşı köklü bir nefret beslerler – böylece Çingenelere ve Yahudilere eziyet etmişlerdir, böylece bütün özgür insanları ceza yerine geçen adresler dağıtarak yerleşikliğe zorlarlar.” (Bu satırların arasında bir yerlerde İsa Mesih’e referansla, insanlığın düzenine isyan edenin çarmıhta “sabitleneceğini” de söylüyor ki, nefis.)
Aslına bakarsanız farklı şeyler söylemiyor Kavafis ve Tokarczuk. Nitekim Kavafis’in şiirinin son iki mısraı insanı kader mahkumu konumundan çıkarıp bir faile dönüştürüyor. Yani “nereye gidersen git hep aynı yere varacaksın” demiyor. Bilakis “eğer şu an bulunduğun yerde çürümeye terk etmişsen kendini, başka yere gitmekle bir şey değişmeyecek” demiş oluyor. Tokarczuk’un buna çözümü basit: Yine de git! Göç buralardan. Birinin gelip bu dağınıklığı gidermesini beklemektense etrafa dağılmak daha iyidir belki de. Ama Kavafis’in ihtarını da unutma: Kentini (memleketini?) gittiğin yere götürme!
Yolda bir yandan kitabı okurken bir yandan da kendi göç hikâyemi düşündüm. Doğduğum şehirde yaşlanacağımı hiç düşünmemiştim, bu yüzden ilk gençliğim bir bekleme salonuna benzer (ve o bekleme odası hüviyeti, hayatın geri kalanına da yansıdı, ister istemez ama o başka bir hikâye), gelgelelim her 5-10 yılda bir başka diyarlara taşınacağımı da öngöremezdim. Tokarczuk’un bahsettiği o “bereketi” görmüyor değilim ama Kavafis’in bahsettiği hâlden de tastamam uzaklaşmak zor. Her şey bir yana, insanın anadili koskoca bir zaman ve mekân sarmalını beraberinde taşıyan, zihninizin içine takvimler ve coğrafyalar ekleyen efsunlu bir araç. Onun da ihtiyacını (suyunu, yemini) karşılamak gerek belli ki.
Sonra trenle içinden geçtiğim Avrupa ve Britanya topraklarının insanlarını düşündüm. Çinlilerle birlikte belki de tarihin en “yerleşik” halkları. Bin yıllardır aynı "(korunaklı?) yerdeler. Ve bu acayip halkların içinden, artık sıkışmışlıklarını gidermek için midir nedir, dünyanın bir ucundan bir ucuna gemilerle seyahat etme şevkini bir kamçı gibi sırtlarında taşıyan gezginler çıkmış. Yetmemiş, binlerce insanın yollarda telef olmasına aldırmaksızın, bambaşka kıtalarda, yolunu izini bilmedikleri mekânlarda tahakküm kurmayı becermişler. Kitab-ı Mukaddes’in ve filozoflarının onları alıkoyduğu her türlü zevki, her türlü arzuyu, her türlü aşırılığı, bu yeni memleketlere taşımışlar bir yandan. Belli ki, bu uzun süren yerleşikliğin sonunda (bazı Asya toplumlarında da benzer etkileri görmek mümkün) hem sarsılmaz bir disiplin ve rutin gelişmiş, makine gibi işleyen fikirlere ulaşılmış, hem de bütün bu düzeni kökünden devirmeye yeminli, sabotaj arzusuyla yanıp tutuşan ve bunun acısını başka insanlardan çıkarmaktan gocunmayan karanlık bir istenç belirmiş.
Bu son cümle üzerine biraz daha düşüneyim. Siz de başka şeylerle ilgilenin. Bay bay.
“Matrix’te bir kayma” (a glitch in the Matrix) olduğunda hemen fark eder. “Pattern recognition” (örüntü/patern tanıma) da deniyor bu merete. Sık tekrar eden tesadüfler, yahut alışkanlıkları bozan sürprizleri çabucak tanımamıza yardımcı oluyor. Evrimsel psikologlara sorsanız, avcı ve toplayıcı olduğumuz zamanlara götürür sizi, en iyisi sormayın. O tuhaf şeylerin mucizevi bir işaret olup olmadıklarını tartışmak daha keyifli."
Nailed it diyesim geldi. Sebepler planinda her şeye açıklama bulunabilir. Ama bazı şeyler bazı şeylere işaret ediyor diye inanıyorum ben de.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Yahya Kemal Boyabatlı