Gittiğimiz yol, yol değilse ya?
Büyük anlatılar, postmodernizm, polisiye hikâyeler ve vazgeçmek üzerine
İnsanın kendi prensipleriyle çelişmesi kaçınılmaz bir durum. Zira o prensipler bugünden geçmişe doğru süzülen tecrübelere (ya da başkalarının tecrübelerinden çıkardığı derslere) dayanıyor ama hayat ileri doğru (bir bilinmeze?) akıyor. Bu çelişkileri en azından zihinde (simülasyon?) çözmek için de o prensipleri kuranlar (bu bazen kendiniz de olabilirsiniz ama kendiniz dediğiniz başkalarının toplamından başka nedir ki?) çoğunlukla bütünsel (holistik?) bir dünya anlayışından yola çıkmışlar. Yani aslında size bir takım davranış kodları verirken bunların her durumda işe yarar (başarılı?) olduğunu kanıtlamak için, dünya hayatını bir denklemmişçesine sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamaya girişmişler. Ama işte o kalıplar içinde yaşamaya başladığımızda, gözümüzün önündeki gerçekliği değil, zihnimizdeki (simülasyondaki) bir muhayyileyi (olması gereken) görüyoruz yalnızca. Bu sebeple bazen açık seçik bir durumun açık seçik bir yorumunu yapmak yerine, lafı dolaştırıp duruyoruz.
İşin ilginç tarafı, insan bir şeyi (kişi olur, topluluk olur, ya da sadece şey olur) bilmeye ancak böyle kalıp-söylemlerle (yargılarla?) başlayabiliyor. Yani hayat hakkında (ya da herhangi bir şey hakkında) düşünebilmek için bir takım tanımlara (sabitler?) ihtiyacımız var. Bazen bu düşünceler ilgiyi doğuruyor ve ilgilendikçe onları test edip doğru ya da yanlış olduklarını görebiliyoruz. Ama bazen de (hatta çoğunlukla) bu düşünceler başka yanlış düşünceleri doğuruyor ve bir yanlışlık sarmalını hakikat olarak heybemizde taşıyoruz. Eğer muhakeme kabiliyetiniz yerindeyse, yanlış kalıp-söylemlerle yola çıkmakta bir beis yok, zira yol sizi düzeltme imkânına sahiptir. Ama “Muhakeme mi, o da ne demek?” diyorsanız (ki hiçbir insan her anında kıvrak bir kavrayışa sahip olamaz, yani çok dert etmeyin) yol sizi çok karanlık bir yere götürebilir. Ve o karanlık yerde, gözünüzün önünde duran herhangi bir şeyi bile görebilmek olanaksızdır. (İhtimal mi, olanak mı? Hangisini daha çok seviyorsunuz? Ben ikisini de galiba.)
“Kardeşin duymaz, el oğlu duyar” lafını bilir misiniz? Dünya tarihindeki hiçbir kavga aile içi kavgalar kadar çetrefilli ve katmanlı değil bana kalırsa. Bu ve benzeri birçok atasözünün günümüze kadar ulaşmasının sebebi de bu sanırım. Ve bu hikâyelerde (deyişlerde) hep ailenin nankörlüğüne atıf yapılır ama kardeşin (ya da aileden birinin, hâsılı en yakınlarının) duy(a)mamasının bir tarihi olduğu unutulur. Son yıllarda “iyilerle kötülerin savaşı” retoriği (bence her şey Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter serilerinin popülerleşmesiyle başladı) hayli yaygınlaştığından “kötülerin” bir kovuktan çıkmadığını, onların da bir hikâyesi olduğunu anlatmak zor olabiliyor (anlatmak kolay da dinleyen kim?) ama Game of Thrones’ta Stannis Baratheon’un Ser Davos’a dediği gibi “hard truth cuts both ways” (acı gerçekler iki tarafı da keser).
O tarihe bakmak istemeyiz çünkü orada kendimizi beğenmeyeceğimiz bir konumda yakalama riskini almak masraflıdır. O yüzden de aile içi kavgalar çoğunlukla çözümsüzdür. Birbiriyle çok yakın mesafede uzun süre yaşayan bireyler, bir yığın kalıp-yargılar biriktirirler. Yani “duymaz” değil “duyamaz”. Arada o kadar fazla “gürültü” vardır ki, ses ulaşmaz bile. Öte yandan bilmek, maalesef, böyle bir şeydir. Kursağımızdan geçen ilk bilgi, çiğdir. Bu bazen bilginin çiğliğidir, bazen de idrakin çiğliği. Yani bilgi yüzde yüz doğrudur da, bizim o meseleye aşinalığımız ve kavrama seviyemiz henüz yeterli değildir. Bilmek, sadece bilgiyle alakalı bir durum değil nitekim.
Sokrat’ın “Tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” lafını duymuşsunuzdur. (Bu Antik Yunanlılar geometri ve felsefeyi bir arada götürdükleri için, paradoks ya da palindrom tarzı cümleleri çok seviyorlar, ne yaparsınız bu da onların kusuru.) Yani her şeyi bildiğimizi zannettiğimiz (belki de bildiğimiz) o ana gelince, bildiklerimizin aslında zincirleme yanlış anlamalar vakası olduğunu fark etmek. (Bir başka deyişle çemberi tamamlayıp başa dönmek, yine geometri!) Bu farkındalıkla iki şey yapılabilir: Ya en başa dönüp her şeyi yeni bir bakışla değerlendirdiğimiz köklü bir sorgulama meydanına varırız, ya da kendi gerçekliğimize (ve o gerçekliği mümkün kılan kültürel bağlama) düşman oluruz ve bilinemezliğin güvenli sularına atarız kendimizi. Bu iki tavır birbirine benzerlik taşıdığı için karıştırılır oysa ilki, yani radikal bir yeniden başlama hevesi, doğurgandır, bereketlidir, feyizlidir, Troçkisttir (keh, keh). Düşünce tarihi bu türlü çabalarla doludur: mesela tasavvuf düşüncesinin İslam bilgisi içindeki konumu, kimilerine göre, böyledir, mesela İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı medeniyetinin köküne kibrit suyu döken Frankfurt Okulu böyledir, mesela onların çocukları olan postmodernist ekol böyledir.
Ama tarih, kırılmaların ve kopuşların nadiren görüldüğü, daha çok düzeltmelere (iyi ya da kötü olabilir bu “düzeltme”) rastladığımız bir alan (bu da genelleme ama idare edin). Her değişim arzusu, yahut her yenilik (yine iyi-kötü fark etmeksizin) mebzul miktarda muarızla karşılaşır. Bunda şaşılacak bir şey yok, diyalektik neticede. Bazılarına göre bu iki kuvvet, “değişim arzusu” ve “değişim korkusu”, er meydanında karşı karşıya gelip ortaya yeni bir sentez (“değişelim ama o kadar da değişmeyelim”?) çıkarırlar (üçgen oldu bu da bakın: tez, antitez, sentez üçgeni). Hep böyle midir? Tartışılır. Başkalarına göre de tarih, bir çeşit tahterevallidir ve iki karşıt kuvvet sırayla hâkimiyet kazanır. Neydi o meşhur söz? “Hard times create strong men. Strong men create good times. Good times create weak men. And, weak men create hard times.” (Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır. Güçlü insanlar güzel zamanlar yaratır. Güzel zamanlar zayıf insanlar yaratır. Ve zayıf insanlar, zor zamanlar yaratır.) (Bakın yine geometrideyiz.) Bütün bu senaryolarda tek yapmanız gereken oturup beklemekmiş gibi geliyor mu size de? (Yok aslında aktörlerin yapmaları gereken her şeyi yapacakları da öngörülmüş, çünkü kehanet kendini gerçekleştirecek şartları oluştururmuş, ve evet, bu da kendince bir çember.)
Bunlara “büyük anlatılar” (metanarratives) diyorlar. Vikipedi’de şöyle tanımlamışlar, oradan araklayayım: “Bir toplumu veya tarihi [özcü], indirgeyici ve genelleyici kuramsal ilkeler çerçevesinde açıklamaya çalışan, global söylem, büyük tarih felsefeleri ve toplum [teorileri].” Ve postmodernizmin ne olduğunu sorduklarında Fransız filozof Jean-François Lyotard şöyle bir cevap vermiş (mealen): “Büyük anlatılara karşı şüpheci tavırdır.” Bir bakıma postmodernistlerin beklentisi, milliyetçilik, kurumsal dinler, Marksizm gibi ideolojiler, insanlara hazır cevaplar veren her türlü öğretinin postmodern denilen durumda, yani modern sonrasında, şüphecilikle karşılanıp alan kaybetmeleriydi. Mesele sadece bu anlatıların yeni soruşturmalarla çürütülmesi değil, aynı zamanda yeni insanın (aile ve topluma daha az ihtiyaç duyan, kendi kendine neredeyse yeten bir birey) bunlara ihtiyaç duymamasıydı belli ki. Çünkü bu türlü holistik anlatılar gerçekte olanı görmeyi engellemekle kalmıyor, bütün çabalarımızı vaat edilen günlere ulaşacak şekilde organize etmeyi de gerektiriyordu. Modern anlatılar, gündelik hayatı çepeçevre sarıp sizi ancak kısıtlı bir ağ içinde hareket etmeye zorluyordu. Bu da, “kendi kaderini tayin” denilen özgürlük tanımıyla taban tabana zıt bir durum, malum.
Bugünkü dünyaya bakıp “Lyotard efendi, amma üfürmüşsün!” diyebilirsiniz. Yahut, daha doğru bir ifadeyle, “Lyotard efendi sen de haklısın ama diyalektik gereği modern durumdan çıkıp postmodern duruma geçmek yerine ikisinin ortası bir yere geldik,” diyebilirsiniz. Konuyla ilgili aslı İtalyan filozof Antonio Gramsci’ye ait fakat burada alıntıladığım hâlini Slavoj Zizek’in dolaşıma soktuğu bir söz var: “Old world is dying and the new world struggles to be born. Now is the time of monsters.” (Eski dünya ölüyor, yeni dünya doğmak için çabalıyor, şimdi canavarların zamanı.) Bu durum, aynı zamanda fantastik kurgu ya da korku romanlarının da öncülüdür. Bizi her şeyin rasyonel bir biçimde açıklanabildiği modern öncesi (ya da çok sonrası) zamanlara götürürler. Bazıları bugünlerde işte bu yüzden postmodernizmi suçluyor, çünkü bizi modernlikten (yani rasyonel açıklamalardan) uzaklaştırdılar, modern anlatılara burun kıvırıp modern öncesi anlatıları geri çağırdılar diye. Öte yandan “modern rasyonel akıl” denilen şeyin de bilhassa faşizmin yükseldiği zamanlarda (İkinci Dünya Savaşı öncesi) görüldüğü üzere “bireyleri birey yapan özü” yok ettiğini bize Adorno ve Horkheimer söylemişti. Onlara da mı karşı çıkacaksınız??? (Name dropping kötü bir şey, yapmayın.)
Toparlarsak (yazı hiç beklemediğim yerlere geldi o yüzden bir toparlama ihtiyacı hissettim normalde âdetim olmadığı hâlde) bilmek her zaman geç kalmış bir eylem. Bir zaman, yaşadığımız dönemi yorumlamaya, kavramsallaştırmaya, anlamaya kalkışan sosyal bilimcileri, bir cinayeti çözmek için uğraşan dedektiflere benzetmiştim. Ölen, ölmüş ve bu saatten sonra ulaşacağımız bulguların öleni geri getirme imkânı yok. Sonraki cinayetleri engellemede bir katkısı olabilir şüphesiz ama The Godfather’da Michael Corloene’nin de dediği gibi, “Eğer tarih bize bir şey öğrettiyse, o da herkesi öldürebileceğindir.” Katiller her zaman yeni yollar keşfeder. Dedektifler onları takip eder. (Hocam yapay zeka ile cinayetleri önceden tahmin edip engellemek mümkün olacakmış diyorlar ne diyorsunuz?) Bildiğimizi sandığımız anda ise aslında hiçbir şey bilmediğimizi fark ederiz, katil sandığımız kişi değildir. Yahut katilin öldürme sebebi, motivasyonu, bizim olduğunu düşündüğümüz şey değildir. O sebeple sonraki cinayetlere dair hiçbir şey söylemez vardığımız sonuç. Amirimiz dosyaya geri dönmemizi istemez çünkü hem başka cinayetler vardır çözülmeyi bekleyen hem de ne gerek var yani şimdi durduk yerde ağzımızın tadını bozuyorsunuz? (Bu arada The Little Things isimli enteresan bir polisiye film var, bu bahsettiğim çerçeveye uyan bir dedektif hikâyesi anlatıyor.)
Bütün bunlardan ötürü çelişmekten kaçamayız. Hah, evet, bunu söylemeye gelmiştim. Postmodernistler de bunu söylemeye çalışıyordu şimdi düşününce. Lyotard’ın tek dediği, “çok mal haramsız, çok laf (anlatının büyüğü) yalansız olmaz” idi. Hem biliyor musunuz, bazen akrabalar arası kavgalarda çözümün tek yolu, iki tarafın da iddialarından vazgeçip sıfırdan başlamalarıdır. Hem, “Mantıku’t Tayr’da hakkı, hakikati aramak için yola çıkan kuşlar toplamda 7 vadiden geçerler ve bunların ilk 4'ü bildiklerini unutmak, elindekilerin işe yaramaz olduğunun idrakine varmak üzerinedir.” Çünkü gittiğimiz yol, yol değildir.
Veeeee the end.
👏✨