Fark etmişsinizdir (diye umuyorum) bir süredir bir şeyler yazmıyorum buraya. Malzemem mi bitti? Hayır. Vaktim mi yok? Aslında var ve fakat ben bu sıralar boş vakitlerimi futbol maçları seyrederek geçiriyorum çoğunlukla. Belki duymuşsunuzdur, Avrupa Futbol Şampiyonası, beynelmilel adıyla Euro 2020, oynanmakta. Bu yaşlı kıtanın ulusal takımları kupaya ulaşabilmek için kıyasıya bir mücadele içinde. Eh, bize de seyirlik düşüyor. Eğer denk getirirsem, Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi’nin (tabir-i diğerle NBA) playoff finallerine göz gezdiriyorum. O da kesmezse diye, kuzey ve güneyiyle Amerika kıtalarının rekabet ettiği Copa America maçlarını da yedekte tutuyorum.
İlkokulda bir arkadaşım, “Senden beklemezdim,” demişti. Hangi hareketim ya da sözüm üzerine dediğini inanın hatırlamıyorum fakat bu söz zihnimde yer etmiş. İnsana kişilik katan bir cümle. Demek ki bir “ben” imajı var zihninde ve bu ortalamanın üstünde bir yerde. Her ne halt etmişsem, o imajı zedelemişim. Olsun, bir kez o imaja ulaşabilmişim ya, o da yeter. Bir futbol maçındaki “şerefli mağlubiyet” gibi. Kalemize gelen golleri engellemeyi başaramadık ama iyi mücadele ettik; terledik, koştuk, tezahüratların (ve pek tabi kontratlarımızda yazan meblağların) hakkını verdik. Futbola olan ilgim sebebiyle de çok kez bu “Senden beklemezdim,” lafını işitmişimdir. Futbolun süfli taraflarımıza hitap eden bir “avam eğlencesi” olduğunu düşünen bir kesim var. Yadırgamıyorum.
Bilhassa “taraftarlık” müessesesi bu kişilerin zihninde anlaşılması zor bir aidiyet. Doğrusunu söylemek gerekirse, babadan kalma bir Beşiktaşlılığım var, onun dışında da pek “taraf” değilimdir. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun meşhur kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’un girişinde yazdığı şu cümleler meşrebimi güzelce özetler:
“Ben basit bir ‘iyi futbol dilencisiyim’. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: ‘Allah rızası için, güzel bir maç lütfen!’ Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da hangi ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum.”
Galeano’dan büyük farkım, ben stadyumları da pek sevmem. Sahadaki futbolun en iyi televizyondan seyredilebileceğine inancım tamdır. Çeşitli kamera açılarından, topun ve bedenlerin estetik hareketlerini tekrar tekrar görmek isterim.
Eğer bir ressam olsaydım, ceza sahasına gönderilen bir ortanın, duran topun ya da kornerin, kale önündeki kalabalık oyuncuları, kafa, kol ve bacak birbirine karışarak hareketlendirişini resmetmek isterdim. Havadan süzülen topu bekleyiş, topun ulaşacağı noktaya doğru hareketleniş, hızlıca verilen kararlar… Şu anın güzelliğine baksanıza:
Futbolda ya da başka sporlarda adeta sanatsal, aşkın bir estetik bulan tek kişi değilim, emin olun. Sahada iz bırakmış oyuncular, belirli maçlar ya da ‘anlar’ hakkında yazılmış bolca şiirsel tasvirler, felsefî metinler okumuşumdur. (Meraklısı için Amerikalı şair Rowan Ricardo Phillips’in, Barcelonalı süperstar Lionel Messi üzerine yazdığı şahane yazıyı şuraya bırakayım. Dili, maalesef İngilizce ve çevirmeye üşendim.)
Nobelli Fransız yazar Albert Camus, bir makalesinde, “Ahlaka ve yükümlülüklere dair öğrendiğim ne varsa, futboldan öğrendim,” demişti. Bir röportajında da, tiyatro ve futbol için “eğitim gördüğüm gerçek iki üniversite” sözlerini kullanıyor. Camus de, Vladimir Nabakov, Arthur Conan Doyle ya da James Joyce gibi gençliğinde kaleci mevkiinde oynamış.
Kalecilik, felsefe yapmak için uygun bir pozisyon olsa gerek. Doksan dakikanın büyük kısmında, olabilecek en iyi yerden, akan oyunu seyrediyorsunuz. Efsane Trabzonspor’un efsane kalecisi ve şimdinin önemli teknik adamlarından Şenol Güneş’e de, gazetecilerle toplantılarda “bilgece” sözler söylediği için spor basınında “filozof” dendiğini not düşeyim. Bir dönem Beşiktaş’ın kalesini koruyan Cenk Gönen de, hatalı gol yediği bir maçtan sonra filozof Nietzsche’ye referansla, “Unutan iyileşir,” demişti.
Şuraya Albert Camus’yü bir futbol tribününde maç yorumlarken gösteren bir kamera kaydını iliştireyim (orijinal dil Fransızca ama İngilizce altyazı mevcut):
Özellikle takım oyunlarının, insana bir çeşit “birliktelik disiplini” kazandırdığına birinci elden şahidim. Takım arkadaşına, mahkumsundur bir nevi. Onun iyi oyunu sana, senin iyi oyunun ona da yazar. Zincir, en zayıf halkadan kırılır. Diego Armando Maradona’nın takım arkadaşlarının ayıplarını da örterek oynayıp 1986’da Arjantin’e Dünya Kupası kazandırdığını ise ekranlarda seyrettim. (Tabi yaşım el vermediğinden ancak kayıtlarından.)
Futbolun etrafında kurgulanan mitler irdelenmeyi, yer yer aşağılanmayı hak ediyor, kabul. Fakat sahadaki oyun, çoğu zaman ilham verici. Sadece futbol da değil, bazen zihnimi havalandırmak için açıp Michael Jordan’ın NBA karşılaşmalarını seyrettiğim oluyor. Ya da Ronnie O'Sullivan’ın snooker maçlarını açıp bilardo masasındaki akıl dolu atışlarını izliyorum. Spor oyunları, sporcuların bedenlerini birer enstrüman gibi kullandıkları sahne olayları elbette, ama ondan daha da fazla zihinlerini, hayal güçlerini ve inat, hırs, sabır, konsantrasyon gibi duygularını üst seviyede sergiledikleri bir performans. Ve gerçekten iyi icra edildiğinde, sanatla arasında çok kısa bir mesafe kalıyor.
Şimdi sizleri, çok sevdiğim yazar J. M. Coetzee’nin modern sporlar hakkındaki biraz da küçümseyici görüşleriyle karşı karşıya bırakıyorum. Aşağıda okuyacağınız satırlar, Coetzee’nin bir başka yazar Paul Auster’la mektuplaşmalarından (“Şimdi ve Burada”) alıntı. Auster’ı pek tutmadığımdan onun kısımlarını çıkardım. İyi okumalar…
30 Aralık 2008 / J.M. Coetzee:
“Kriket yüzyıllardır oynanıyor. Bütün oyunlarda olduğu gibi, krikette de sadece belirli sayıda hamle yapılabiliyor, belirli sayıda farklı yolla sonuç alınıyor. 28 Aralık 2008 Pazar günü Melbourne’da yapılan karşılaşma, büyük olasılıkla bir başka gün, bir başka yerde yapılan maçın tıpatıp aynısı olabilir. (...) Oysa iyi bir kitap için söyleyebileceğin şeylerden biri de, daha önce hiç yazılmamış olmasıdır. Öyleyse televizyon ekranının karşısına çöküp gençlerin oyununu seyrederek ne diye zamanımı boşa harcayayım? (...) Yeni bir şey öğrenmiyorum. Sonuçta elime hiçbir şey geçmiyor. (...) Spor tıpkı günaha benziyor. İnsan günahı onaylamaz, ama etinin zaafı yüzünden günaha girer.”
26 Ocak 2009 / J.M. Coetzee:
“Spora estetik bir olay ve spor karşılaşmalarını seyretmeye de daha çok estetik bir haz olarak bakıyor gibisin. Bir takım nedenlerden ötürü, bu yaklaşımı kuşkuyla karşılıyorum. (...) Estetik yaklaşımın göz ardı ettiği şey, kahramanlar görme ihtiyacı, onu da spor karşılıyor. Bu ihtiyaç, fantezi dünyaları yeni gelişmeye başlayan erkek çocuklarda doruk noktasındadır; yetişkinlerin spor merakını tetikleyen şeyin yeniyetmelikteki bu fantezilerin kalıntısı olduğunu sanıyorum. (...) Duygularımı irdeleyecek ve ömrümün bu alacakaranlığında neden hâlâ -bazen- televizyon karşısında kriket maçı seyrederek saatler geçirdiğimi sorgulayacak olursam, ne kadar saçma, ne kadar özlem gibi görünse de kahramanlık anlarını, soyluluk anlarını yakalamak istediğimi söylemeliyim. Bir başka deyişle, benim ilgimin temeli estetikten çok etik.
15 Mart 2009 / J.M. Coetzee:
“Maç (tenis) seyrederken aklımda iki düşünce birbirini kovalıyormuş gibi geliyor: (1) Yeniyetmeliğimde elimi başka bir şey için kullanmak yerine backhand çalışarak geçirseydim, ben de [Roger Federer gibi] atışlar yapabilir ve şaşkınlıktan bütün dünyanın nefesini kesebilirdim. Sonra: (2) Yeniyetmeliğimi backhand çalışarak geçirseydim bile maçın stresi içinde istesem de o atışı gerçekleştiremeyebilirdim. Bu yüzden: (3) Şu anda hem insani, hem insanüstü bir şey izledim; insan idealinin somutlaşmış bir örneğini seyrettim. (...) İnsan önce Federer’e özeniyor, sonra ona hayran oluyor, sonunda da gıpta ya da hayranlığın yerini insanoğlunun -tıpkı kendisi gibi- bir insanın neler yapabileceğini görmekten kaynaklanan coşku alıyor. Bu, nasıl ortaya çıktıkları konusunda bilgi edinecek kadar (düşünerek, inceleyerek, analiz ederek) zaman harcadığım sanat başyapıtlarına verdiğim tepkiye çok benziyor; o başyapıtın nasıl yapıldığını ama kendimin onu hiçbir zaman yapamayacağımı, bunun beni aştığını biliyorum; ama bu benim gibi bir erkek (bazen de bir kadın) tarafından yapıldığı için, o erkeğin (ara sıra da o kadının) türünden olmanın ne kadar onur verici bir şey olduğunu düşünüyorum. İşte o noktada artık etik olanla estetik olan arasında ayrım yapamıyorum.”
6 Nisan 2009 / J.M. Coetzee:
“Fazlasıyla savaşa benzemeye çalışan, sadece kazanmanın önemli olduğu, kazanmanın ölüm kalım sorunu haline geldiği sporları -tıpkı savaş gibi zarafetten, erdemden, saygınlıktan yoksun sporları sevmiyorum. Aklımın bir köşesinde Japonya’nın ideal -belki de uydurulmuş- bir hayali var; yenilgi utanç veren bir şey olduğu, o yüzden de birini yenmek utanılacak bir davranış olduğu için [herkesin] rakibini yenmekten kaçındığı Japonya’nın hayali.”
11 Mayıs 2009 / J.M. Coetzee:
“Spor konusunda bir söz daha: Başlıca sporların -seyirci kitlelerini çeken ve kitlesel tutkular yaratan sporların- çoğu, XIX. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin bir hamlesiyle seçilip sistemleştirilmiş gibi görünüyor. Tamamen yeni (eski bir sporun yeni çeşidi olmayan) bir spor icat etmenin ve bunu hayata geçirmenin ya da (sporlar, var olan oyunlar repertuarından seçildiğine göre) belki yeni bir oyun diye tanımlamam gereken bir oyunu devreye sokmanın zorluğu beni çok şaşırtıyor. İnsanlar yaratıcı yaratıklardır; böyle olduğu halde pek çok oyundan (zihinsel değil, fiziksel oyunlardan) yalnızca birkaçı uzun ömürlü olabiliyor.”