Bundan yaklaşık beş sene önce, İstanbul’dan Viyana’ya kalkan bir uçağa bindim. Yanımda küçük bir valiz ve elimde de Amerikalı yazar Frank Herbert’in Dune romanı vardı. Methini çok uzun zamandır duyduğum bir kitaptı ve tam da o yaz bu 600 küsur sayfalık romana başlamayı kararlaştırmıştım. On gün sonra, bir başka uçak beni Brüksel’e taşıdı ve o günden beridir de Antwerp şehrinde yaşıyorum. Buradaki ilk günlerimde, tahmin edeceğiniz üzere, bu kült bilimkurgu romanı bana eşlik edecekti.
Geçenlerde, bu kitabın yeni bir film uyarlaması vizyona girdi. “Sinemaya uyarlanması neredeyse imkânsız” denilen bu kitap için daha önce Alejandro Jodorowsky (yarım bıraktı) ve David Lynch kamera arkasına geçmişti. Lynch 1984’te gösterime giren filminin hayatında “büyük, devasa bir hayal kırıklığı” olduğunu söyleyecekti. Bu kez, Kanadalı yönetmen David Villeneuve (Arrival ve Blade Runner 2049 filmlerinden hatırlayalım) bu işe girişti. Film hakkında konuşmayacağım ama filmi seyrederken, aşağıda okuyacağınız sahneyi görüp göremeyeceğimi merak etmiştim; göremedim, yoktu (belki devam filminde görürüz). Bu sebeple, filmi seyredecek ve kitabı da okumayacaklar için amme hizmeti olsun maksadıyla, bu bölümü paylaşmak istedim.
Kitap uzak bir gelecekte, gezegenler arası bir İmparatorluğun sınırları içinde geçiyor. İmparator ani bir kararla, Arrakis adı verilen gezegenin idaresini, Harkonnen Hanedanı’ndan alarak Atreides Hanedanı’na verir. Ancak burası, insanların ömürlerini uzatan, onlara sağlık ve güç veren, bazılarının idrakini açan, kehanetler görmesini sağlayan ve uzun uzay yolculuklarını mümkün kılan bir çeşit baharatın (İngilizcesi melange) bilinen tek kaynağıdır. Haliyle, işler zamanla çetrefilleşecek, bu güç aktarımı İmparatorluk çapında çalkalanmalara sebep olacaktır.
Dune – ki Türkçesiyle kumluk, kum tepesi demektir – bu gezegenin bir diğer adı. Çünkü burası uçsuz bucaksız bir çöl. Baharat toplayıcılığı yapan Harkonnen Hanedanı dışında, burada Fremen adı verilen yerli halk yaşıyor ve susuz, bitki örtüsüz bu gezegende, vücut sıvılarını hiç kaybetmeden hareket edebilmek için damıtıcı giysiler giyiyorlar. Bu giysiler, vücuttan atılan bütün sıvıyı damıtıp tekrar ağza uzanan bir tüple geri almanızı sağlıyor. Kitapta, bu giysiye benzer yığınla detay, susuzluğun ve çölün nasıl insan düşüncesini derinden etkileyip bir kültüre, bir felsefeye dönüşebileceğini ustalıkla gösteriyor.
Zaten bu kadar meşhur olmasının sebebi, romanın yapısında siyaset biliminden dinler tarihine, felsefeden jeoloji ve ekolojiye çok sayıda disiplinin büyük bir maharetle kullanılması ve bilimkurgu janrının ötesine geçebilmesi. “Kafa açıyor,” derler ya, öyle.
Aşağıdaki bölüm, Fremenlerin lideri Liet-Kynes’in öldüğü, beni kitapta en çok etkileyen sahne. Kynes aynı zamanda İmparatorluk adına gezegenbilimcisi olarak çalışıyor. Kendisi gibi bir gezegenbilimci olan babası, yıllarca burada bir bitki örtüsü geliştirmek, Arrakis’in yüzeyinde su birikintileri, akarsular oluşturmak için çabalamış. Ancak zengin baharat yatakları olduğu için, İmparatorluk burayı sadece sömürülecek bir yer olarak bellemiş.
Şimdi Fremenler, ailenin reisi Dük Atresides’in oğlu Paul’da, bir çeşit kurtarıcı (Lisanu’l Gayb, Muad’Dib) görmektedir. Bene Gesserit denen bir kültün yaydığı “koruyucu” efsaneler, Fremenlerin kültüründeki mesih beklentisini çok önceden oluşturmuş. Paul’la birlikte bunun hayata geçeceği öngörülmektedir. Bana sorarsanız, yazar Frank Herbert bu kitapta Arap çöllerinden doğan bir peygamber hikâyesini binlerce yıl sonrasının çok-gezegenli insan topluluklarına uyarlamış. Zaten kitap hem çöl ve kaya bilgisi hem de Arapça kelimeleri kullanmasıyla, bu yöndeki ilhamını pek saklamıyor.
Dune’un bu bölümünü, kitabın bildiğim iki çevirisinden harmanlayarak size aktarıyorum. Ağırlıklı olarak Sarmal Yayınları’ndan çıkan Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural çevirisi. Fakat bazı cümleleri ve paragrafları İthaki Yayınları’ndan çıkan Dost Körpe çevirisinin daha iyi verdiğini düşünerek onu kullandım.
Eğer hayatınızda bir tane bilimkurgu romanı okuyacaksanız, o kitap Dune olmalı diyerek ve okurken dinleyebileceğiniz bir şarkı bırakarak aradan çekileyim…
NOT: Bu bültene abone olmak için aşağıya e-posta adresinizi yazabilirsiniz. Son zamanlarda ayda bire düştü periyodu fakat arttırmayı ümit ediyorum.
30. Bölüm
Adam sürünerek bir kumulun tepesine çıktı. Öğlen güneşinin göz kamaştırıcı ışığına yakalanmış bir toz zerreciğiydi. Üstünde yalnızca bir cüppeden kalan yırtık kumaş parçaları vardı, paçavraların arasındaki çıplak teni sıcağa maruz kalıyordu. Cüppenin kapüşonu yırtılmıştı ama adam giysiden yırttığı bir şeridi türban gibi başına sarmıştı. Seyrek sakalı ve kalın kaşlarıyla aynı renkteki kumral saç tutamları türbanından dışarı çıkmıştı. Masmavi gözlerinin altındaki koyu renk bir lekenin kalıntıları yanaklarına yayılıyordu. Bıyığı ve sakalının bir kısmının yassılaşmış olması, orada daha önce burnundan toplayıcı-keselerine dek uzanan bir damıtıcı-giysi tüpü olduğunu gösteriyordu.
Adam kumulun tepesinde, kolları diğer taraftan aşağı sarkarak yayılıp kaldı. Sırtında, kollarında ve bacaklarında kan pıhtılaşmıştı. Sarı-yeşil kum parçaları yaralarına yapışmıştı. Ellerini yavaş yavaş gövdesinin altına soktu, ellerinden güç alarak ayağa kalktı ve sallanarak ayakta durdu. Ve bu gelişigüzel harekette bile, bir zamanlar hareketlerine hakim olan o titizliğin izi vardı.
“Ben Liet-Kynes,” dedi kendini boş ufka tanıtarak, sesi o eski gücünün kötü bir kopyasıydı. “Ben İmparator Hazretlerinin Gezegenbilimcisiyim,” diye fısıldadı, “Arrakis’in ekolojisti. Bu diyar benden sorulur.”
Sendeledi ve rüzgar alan tarafın sert yüzeyine yanlamasına düştü. Elleri kumu hafifçe kazıdı.
Bu kum benden sorulur, diye düşündü.
Yarı çılgın bir halde olduğunu, kumu kazarak içine girip nispeten daha serin alt tabakayı bularak kendini bununla örtmesi gerektiğini fark etti. Ama bu kumun altında bir yerlerden baharat (spice melange) kütlesinin keskin ve yarı tatlı kokusunu hala alabiliyordu. Bu olaydaki tehlikeyi diğer Fremenlerin hepsinden daha iyi biliyordu. Baharat kütlesinin kokusunu o alabiliyorsa, bu, kumun derinliklerindeki gazın patlama basıncına yaklaşmakta olduğu anlamına gelirdi. Buradan kaçmak zorundaydı.
Elleriyle kumları dermansızca tırmaladı.
Net ve belirli bir düşünce zihnine yayıldı: Bir gezegenin gerçek serveti topraklarında yatar, önemli olan medeniyetin temel kaynağı olan tarımın nasıl uygulandığıdır.
Ve zihninin uzun süredir tek bir şeye sabitlenip bundan kurtulamamasının ne kadar garip olduğunu düşündü. Harkonnen askerleri, onu burada suyu ve damıtıcı giysisi olmadan bırakmışlardı; eğer çöl öldürmezse bir solucanın (gezegeni kaplayan geniş çöllerde gezen devasa bir yaratık ç.n.) kapacağını düşünerek. Onu, kendi gezegeninin ıssız ellerinde yavaş yavaş ölmeye bırakmanın eğlenceli olduğunu düşünmüşlerdi.
Fremenleri öldürmek Harkonnenlere daima zor gelmiştir, diye düşündü. Biz kolay kolay ölmeyiz. Şu anda ölmüş olmalıydım... az sonra öleceğim... ama bir ekolojist olmayı bırakamıyorum.
“Ekolojinin en büyük işlevi sonuçları anlamaktır.”
Ses onu çok şaşırttı çünkü sesi tanımıştı ve sahibinin ölü olduğunu biliyordu. Bu, kendisinden önce burada gezegenbilimci olan babasının sesiydi; uzun zaman önce ölen, Sıva Havzası’ndaki mağarada öldürülen babasının.
“Kendini büyük bir çıkmaza soktun, oğlum,” dedi babası. “O Dük’ün oğluna yardım etmeye kalkışmanın sonuçlarını bilmeliydin.”
Çıldırıyorum, diye düşündü Kynes.
Ses sağ tarafından geliyor gibiydi. Kynes o yöne bakmak için yüzünü kuma sürterek çevirdi; kumulun göz kamaştırıcı güneş ışığındaki hararet ifritleriyle dans eden bir kıvrımı dışında hiçbir şey yoktu.
“Bir sistemde ne kadar çok yaşam varsa, yaşam için o kadar çok yer vardır,” dedi babası. Sesi bu kez sol taraftan, arkadan gelmişti.
Niye dolaşıp duruyor? diye sordu Kynes kendi kendine. Onu görmemi istemiyor mu?
“Yaşam, yaşamı desteklemek için ortamın kapasitesini artırır,” dedi babası. “Yaşam ihtiyaç duyulan besinleri daha kolay bulunur hale getirir. Organizmadan organizmaya olan o harikulade kimyasal etkileşim yoluyla sisteme daha fazla enerji bağlar.”
Niye aynı konudan bahsedip duruyor? diye sordu Kynes kendi kendine. Daha on yaşında bile değilken bunları biliyordum.
Bu diyardaki çoğu vahşi hayvan gibi leş yiyici olan çöl atmacaları, üzerinde daireler çizmeye başlamıştı. Kynes elinin yanından bir gölgenin geçtiğini gördü, yukarı bakmak için kafasını daha fazla çevirmeye çabaladı. Kuşlar gümüş mavisi gökyüzünde bulanık bir lekeydi; uzakta Kynes’ın üzerinde yüzen kurum zerreleri.
“Biz genelleriz,” dedi babası. “Gezegen genelindeki sorunların çevresine kesin sınırlar çizemezsin. Gezegenbilim bir deneme yanılma bilimidir.”
Bana ne söylemeye çalışıyor acaba? diye düşündü Kynes. Benim anlayamadığım bazı sonuçlar mı var?
Yanağı sıcak kumun üstüne düştü ve ham baharat gazlarının altındaki yanık kaya kokusunu aldı. Aklının mantıklı bir köşesinde şu düşünce oluştu: Şu tepemdekiler leş yiyici kuşlar. Belki Fremenlerimden bazıları onları görüp araştırmaya gelir.
“Çalışan bir gezegenbilimcinin en önemli aracı insanlardır,” dedi babası, “insanların arasında ekoloji bilgisini yaymalısın. Tamamen yeni bir ekolojik simgeler sistemi yaratmamın nedeni budur.”
Çocukken bana söylediği şeyleri tekrar ediyor, diye düşündü Kynes.
Serinlemeye başladı ama aklındaki o mantıklı köşe şöyle dedi: Güneş tepende, damıtıcı giysin yok ve sıcaktan yanıyorsun; güneş vücudunun nemini alıp götürüyor.
Parmakları güçsüz bir şekilde kumu kavradı.
Bana bir damıtıcı giysi bile bırakamadılar!
“Havada nem olması, canlı bedenlerdeki aşırı hızlı buharlaşmayı önler,” dedi babası.
Niye gün gibi aşikar şeyleri tekrarlayıp duruyor acaba, diye düşündü Kynes.
Havadaki nemi düşünmeye çalıştı: Bu kumulu örten çim... altında bir yerlerde açık su, akarak çölü geçen uzun bir kanat ve iki yanında ağaçlar... Kitaplardaki çizimler dışında hiç açık havada akan su görmemişti. Açık su... sulama suyu... bir hasat mevsiminde bir hektar araziyi sulamak için beş bin metre küp su gerekir, diye hatırladı.
“Arrakis’teki ilk hedefimiz,” dedi babası, “çayırlık araziler oluşturmaktır. Mutasyona uğramış yokluk otlarıyla işe başlayacağız. Çayırlarda nemi bloke ettiğimizde, yayla ormanlarına geçebiliriz. Ardından da rüzgarın çaldığını tekrar ele geçirmek için, sık sık esen rüzgarların yoluna sıra sıra dizilecek nem yoğuşturucu rüzgar kapanlarıyla birlikte birkaç açık su kütlesi yerleştirebiliriz; tabii bunlar başlangıçta küçük olacak. Gerçek bir siroko, bir nemli rüzgar yaratmalıyız. Ama rüzgar kapanlarının gerekliliğini de asla inkar edemeyiz.”
Hep bana ders veriyor, diye düşündü Kynes. Neden çenesini kapamıyor? Ölmekte olduğumu göremiyor mu?
“Sen de öleceksin,” dedi babası, “eğer şu anda altındaki kumun derinliklerinde şekillenen gaz kütlesinden kaçmazsan. O orada ve sen bunu biliyorsun. Baharat gazlarının kokusunu alabiliyorsun. Küçük yaratanların, sularının bir bölümünü kaybederek bu kütleye vermeye başladıklarını biliyorsun.”
Altında su olduğu düşüncesi çıldırtıcıydı. Şimdi onu gözünün önüne getirebiliyordu; yarı bitki yarı hayvan olan derimsi küçük yaratanlar (solucanların diğer adı ç.n.) tarafından geçirgen kaya katmanlarında bloke edilmiş ve berrak, saf, sıvı, yatıştırıcı bir soğuk su akıntısını oraya döken o ince çatlak...
Bir ham baharat kütlesine!
Nefes alıp keskin tatlılığı kokladı. Çevresindeki koku öncekinden çok daha yoğundu.
Kynes dizlerinin üstünde doğruldu, bir kuş çığlığı ve kanatların aceleyle çırpılışını duydu.
Burası baharat çölü, diye düşündü. Gündüz güneşinde bile etrafta Fremenler olmalı. Kesinlikle kuşları görüp araştırmaya gelebilirler.
“Toprak boyunca hareket, hayvan yaşamı için bir ihtiyaçtır,” dedi babası. “Göçebe insanlar da aynı ihtiyacı duyar. Geçtikleri yollar, su, yiyecek ve minerallere karşı duyulan fiziksel ihtiyaçlara uyum gösterir. Şimdi bu yolları kontrol etmeli, onu kendi amaçlarımız için düzenlemeliyiz.”
“Kapa çeneni, ihtiyar,” diye mırıldandı Kynes.
“Arrakis’te, daha önce bütün bir gezegen için hiç denenmemiş bir şey yapmalıyız,” dedi babası. “Su döngüsünü sağlamak ve yeni bir tür toprak yapısı oluşturmak için insanı yapıcı bir ekolojik güç olarak kullanmalıyız; bu güç adapte olmuş terraform yaşamı getirecek: Oraya bir bitki, buraya bir hayvan, şuraya bir insan.”
“Kapa çeneni!” dedi Kynes hırıltılı bir sesle.
“Solucanlar ve baharat arasındaki ilişki hakkında bize ilk ipucunu veren geçtikleri yollar oldu,” dedi babası.
Solucan, diye düşündü Kynes anlık bir umutla. Bu balon patladığında kesin bir yaratan gelir. Ama kancam yok. Kancalarım olmadan büyük bir yaratana nasıl tırmanırım?
Kalan azıcık gücünü de yok eden bir hüsrana kapılabilirdi. Su öyle yakındı ki... yüz metre kadar altındaydı; bir solucanın geleceği kesindi, ama onu yüzeyde yakalaması ve onu kullanarak buradan kurtulması mümkün değildi.
Kynes, kumun üzerinde öne doğru atıldı, hareketlerinin açmış olduğu sığ çöküntüye kayarak geri döndü. Sol yanağını dayadığı kumun sıcaklığını hayal meyal hissediyordu.
“Arrakis ortamı, yerli yaşam biçimlerinin evrimsel seyrinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir,” dedi babası. “Ne garip değil mi; çok az insan kafasını baharattan kaldırıp, geniş bitki örtüsü olmaksızın burada sağlanan ideale yakın azot-oksijen-CO2 dengesini merak etmiştir. Gezegenin enerji küresi, görmek ve anlamak için oradadır; insafsız bir süreç ama yine de bir süreç. İçinde bir boşluk mu var? O zaman bir şey bu boşluğu doldurur. Bilimde pek çok şey açıklandıktan sonra basit görünür. Küçük yaratanın orada olduğunu, kumun derinliklerinde olduğunu biliyordum, onu görmeden çok uzun zaman önce.”
“Lütfen bana ders vermeyi kes, baba,” diye fısıldadı Kynes.
Uzanmış duran elinin yakınına kumun üstüne bir atmaca kondu. Kynes, hayvanın kanatlarını kapadığını, kendisine bakmak için başını eğdiğini gördü. Haykırmak için enerji topladı. Kuş iki adım geriye sıçradı ama bakmaya devam etti.
“Bundan önce, insanlar ve onların yaptıkları, gezegenlerinin yüzeyinde bir felaket olmuştur,” dedi babası. “Doğa, felaketleri telafi etmeye, onları gidermeye ya da azaltmaya, kendi yöntemiyle onları sistemin içine dahil etmeye eğilimlidir.”
Atmaca kafasını içeri çekti, kanatlarını açıp tekrar kapadı. Dikkatini Kynes’ın uzanmış eline çevirdi.
Kynes, artık ona haykıracak gücünün kalmadığını hissetti.
“Yağma ve gaspın tarihsel sistemi Arrakis’te işlemez,” dedi babası. “Senden sonra gelecekleri düşünmeden ihtiyacın olan şeyleri çalmayı sonsuza dek sürdüremezsin. Bir gezegenin fiziksel nitelikleri, ekonomik ve politik kayıtlarına yansır. Kayıtlar önümüzde ve yolumuzun ne olduğu belli.”
Asla ders vermeyi kesemeyecek diye düşündü Kynes. Ders, ders, ders... daima ders.
Atmaca, Kynes’ın uzanmış eline doğru sıçrayarak bir adım daha yaklaştı, açıkta duran eti incelemek için başını önce bir yöne sonra diğer yöne çevirdi.
“Arrakis, tek ürünü olan bir gezegendir,” dedi babası. “Tek ürün. Bir egemen sınıfı besliyor; bu egemen sınıf, tarihteki diğer egemen sınıflar gibi yaşıyor… altındaysa onun artıklarıyla beslenen, yarı-insan yarı-köle bir kitle var. Bizi bu kitleler ve artıklar ilgilendiriyor. Bunlar kimsenin tahmin etmediği kadar değerli.”
“Sana aldırmıyorum, baba,” diye fısıldadı Kynes. “Git buradan.”
Ve şöyle düşündü: Fremenlerimden bazıları kesinlikle yakınlarda olmalı. Yardım edemezler ama üzerimdeki kuşları görürler. Yalnızca, nem var mı diye bakmak için araştırma yapacaklardır.
“Arrakis’in kitleleri şunu bilmelidir ki; biz bu diyarda suyun akmasını istiyoruz,” dedi babası. “Tabii ki çoğu, bunu nasıl yapmayı planladığımızı yalnızca yarı mistik bir şekilde anlayacak. Birçoğu, engelleyici kütle-oran problemini anlamadan, bizim su açısından zengin olan başka bir gezegenden su getireceğimizi bile düşünebilir. Bize inandıkları sürece ne isterlerse onu düşünsünler.”
Biraz sonra ayağa kalkacağım ve hakkında ne düşündüğümü ona söyleyeceğim, diye aklından geçirdi Kynes. Bana yardım etmesi gerekirken orada durmuş bana ders veriyor.
Kuş, bir kez daha sıçrayarak Kynes’ın uzanmış eline doğru yaklaştı. İki atmaca daha onun arkasında kuma kondu.
“Kitlelerimizin din ve hukuku bir ve aynı olmalı,” dedi babası. “İtaatsizlik günah sayılmalı, cezası dinsel olmalı. Böylece halk hem bize daha çok inanır, hem de daha cesur olur. Anlarsın ya, bizim için önemli olan bireylerin cesaretinden çok halkın cesareti.”
En çok ihtiyacım olduğu şu anda halkım nerede? diye düşündü Kynes. Tüm gücünü toplayıp elini en yakındaki atmacaya doğru bir santim kıpırdattı. Kuş, geriye arkadaşlarının arasına doğru sıçradı, hepsi uçmaya hazır bir halde durdular.
“Programımız, gezegen çapında bir doğa olayının boyutlarına ulaşmayı başaracaktır,” dedi babası. “Bir gezegenin yaşamı sıkı dokunmuş uçsuz bucaksız bir kumaştır. Bitkisel ve hayvansal değişiklikler, başlangıçta, bizim idare edeceğimiz doğal fiziksel güçler tarafından belirlenecektir. Ama onlar değiştikçe, bizim getirdiğimiz değişiklikler bağımsız etkenler hâlini alacak… o zaman onlarla da uğraşmamız gerekecek. Ama unutma ki, yüzeysel enerjinin sadece yüzde üçünü kontrol etmemiz yeterli… tüm gezegeni kendine yeten bir sistem hâline getirmek için bu kadarı yeter.”
Niye bana yardım etmiyorsun acaba? diye düşündü Kynes. Hep aynı şey: Ne zaman sana ihtiyacım olsa beni hayal kırıklığına uğratırsın. Başını çevirmek, babasının sesinin geldiği yöne bakmak, yaşlı adamı utandırmak istedi. Kasları bu isteğine karşılık vermeyi reddetti.
Kynes atmacanın hareket ettiğini gördü. Arkadaşları sahte bir kayıtsızlık içinde beklerken, o ihtiyatlı bir adım atarak eline yaklaştı. Yalnızca bir sıçramalık mesafede durdu.
Kynes’ın zihnini engin bir berraklık doldurdu. Aniden, Arrakis için babasının hiç görmemiş olduğu bir potansiyeli gördü. Bu değişik yoldan kendisine doğru olasılıklar akıyordu.
“Halkının başına gelebilecek en korkunç şey, bir kahramanın eline düşmek olur,” dedi babası.
Düşüncelerimi okuyor! diye aklından geçirdi Kynes. Peki... okusun.
Mesajlar çoktan siyeç köylerime gönderilmiştir, diye düşündü. Hiçbir şey onları durduramaz. Eğer Dük’ün oğlu yaşıyorsa onu bulacaklar ve emrettiğim gibi onu koruyacaklardır. Kadını, annesini harcayabilirler ama çocuğu koruyacaklardır.
Atmaca sıçrayarak elini parçalayabileceği uzaklığa geldi. Kuş pelte gibi duran eti incelemek için başını eğdi. Aniden doğruldu, kafasını yukarıya uzattı, bir çığlık atarak havaya yükseldi ve arkasında arkadaşları, yan yatarak uzaklaştı.
Geldiler! diye düşündü Kynes. Fremenlerim beni buldular!
Ardından kumun gürlediğini duydu.
Her Fremen bu sesi bilir, solucanların ya da diğer çöl canlılarının gürültüsünden hemen ayırabilirdi. Altında bir yerlerdeki baharat kütlesi, küçük yaratanlardan yeterli su ve organik madde toplamış, çılgınca büyüyüşünün kritik aşamasına ulaşmıştı. Kumun derinliklerinde, dev bir karbondioksit balonu oluşuyor ve merkezinde bir toz girdabı olan muazzam bir “püskürtü” halinde yukarıya yükseliyordu. Kumun içindekileri yukarı çıkarıp üstündekileri aşağı çekecekti.
Atmacalar, öfke çığlıkları atarak havada daireler çiziyorlardı. Ne olduğunu biliyorlardı. Hangi çöl yaratığı olsa bilirdi.
Ve ben bir çöl yaratığıyım, diye düşündü Kynes. Beni görüyor musun, baba? Ben bir çöl yaratığıyım.
Kendisini kaldıran balonun patladığını ve toz girdabının onu yuttuğunu, soğuk karanlığın onu içine çektiğini hissetti. Bir an için soğukluk hissi ve nem lütuf gibi geldi. Ardından, gezegeni onu öldürürken Kynes bir şeyin farkına vardı: Babası ve diğer tüm bilim insanları yanılmıştı. Evrendeki en güçlü ve kalıcı ilkeler, tesadüfler ve hatalardı.
Atmacalar bile bu gerçeklerin farkındaydı.