Netflix’te yakın zamanda yayına giren Pretend, it’s a city (“Burası bir şehirmiş gibi yap” diye çevireyim mi?) isimli dizi-belgeseli seyretmeye başlamadan önce sorduğum soruydu başlıktaki. New York hakkındaydı, meşhur yönetmen Martin Scorsese hem yapımcılığını üstlenmiş hem de şen kahkahalarıyla Lebowitz’le sohbete katılmıştı. Demek ki, önemli biri, diye düşündüm.
Sonra Google’ladım. Kendisi bundan nefret ederdi muhtemelen ama yeni nesille ilişkisi de zaten nefrete daha yakın. Ben de ona, Toni Morrison’la sıkı fıkı olması sebebiyle haset ettim ve ödeştik.
Hakkında bildiklerimi şöyle özetleyeyim: 1970’lerin başında New York’a “Ben yazar olacağım” diye gelen Lebowitz, çeşitli sanat ve edebiyat dergilerinde yazılar yazmış (Andy Warhol’la çalışmış mesela), şehir hayatı hakkında satirik denemeler (essay) kaleme almış, bu arada bazı yazılarını iki kitapta toplamış ve kısa sürede çok satanlar listesine girmiş (sonra iki kitabı birleştirdiği bir kitap daha gelecek). Pek çok yazarın aksine, iyi bir konuşmacı da olduğu için, konferanslara, toplantılara konuşmacı (publlic speaker) olarak çağırılmış. Bu arada New York’ta gezinen dev pandalar hakkında bir çocuk kitabı kaleme almış. 1990’ların başından bu yana “yazar tıkanması” yaşıyormuş. Böylece kendini daha çok konuşmaya vermiş.
Ama onu biraz yakından tanıyınca, yazar tıkanmasının, daha çok kitap okumak için bir bahane olduğunu hemen fark ediyorsunuz. Gerçi bu süreçte TV dizilerinde ve filmlerinde boy göstermiş. Sebep? Çünkü yapımcı ve yönetmenlerle arası iyi ve eksantrik bir karakter!
Amerika’da yaşamadığım ve yazarlığının zirve yıllarında henüz hayatta olmadığım için, onu tanımamam normal diyerek kendimi avuttum. Üstelik kitapları da Türkçe’ye çevrilmemiş. Zaten bu essayist (denemeci?) mesleği daha ziyade Amerikalılara özgü. Çok canlı bir kültür yayıncılığı gerektiriyor çünkü. Hele ki ağır hicivle yazıyorsa, çevirmesi de bir hayli zor. Amerikan modern hayatına dair, diğerlerinin bilemeyeceği bir yığın referans var demektir.
Public speaker meselesi daha da çetrefilli. Sıklıkla bir araya gelen üyelerin olduğu sosyal oluşumlar (dernekler, kulüpler, meslek grupları…) toplantılarına bir konuşmacı, üstelik hayli entelektüel bir konuşmacı çağırırlar mı başka ülkelerde de? Türkiye’deki muadili, bayi toplantılarında “ekstraya çıkan” Sibel Can ve Hülya Avşar olabilir. Tabi satirik bir üslubu olması, Lebowitz’i bir stand-up komedyenine yaklaştırıyor, yani konuşmayı daha katlanılır kılıyor, fakat yine de onun zekice paketlenmiş hicivli toplumsal kritiklerini dinlemek, her topluluğun harcı değil. Cem Yılmaz’ın yeni yeni ulusal şöhrete kavuştuğu günlerde, bayi toplantılarına Sibel Can yerine onu çağıranlar olmuştu, şimdi haklarını yemeyelim.
Lebowitz’in beni daha çok ilgilendiren tarafı, yazarlık ve kitaplar hakkındaki konuşmalarıydı. Netflix’teki belgeseli seyretmenizi şiddetle tavsiye ederim bu sebeple.
The New York Times’ın By The Book köşesi var. Orada yazarlarla ya da ünlü isimlerle kitaplar hakkında sohbet ediyorlar. Mart 2017’de Lebowitz’le de konuşmuşlar. Size sorulara verdiği bazı cevapları alıntılayayım:
Hangi vakitlerde okursunuz?
Hemen hemen her zaman. Özellikle başka bir şey yapmam gerektiğinde. Çocukken çok sık kitap okuduğum için cezalandırıldım çünkü ödev yapmam gerektiği zamanlarda kitap okuyordum. Okulda kitap okuduğum için başım belaya girdi, evde kitap okuduğum için başım belaya girdi. Annem ciddi ciddi kapıma vurur ve “Orada kitap okuduğunu biliyorum!” derdi. Yetişkinlik yıllarımda da kitap okuduğum için başım belaya girdi çünkü okuyorsam, yazmıyordum. Bu yüzden kitap okumanın suçluluk duygusu uyandırmadığı zamanlar nadirdir. Ama bununla yaşamayı öğrendim. Herhangi bir suçluluk duymadan kitap okuduğum tek yer uçak yolculuğu, çünkü orada başka ne yapabilirim ki?
Edebiyat eserlerinde sizi en çok ne etkiler?
“Etkileme” sözcüğü biraz aklımı karıştırıyor, çünkü bu duygularla ilişkili bir kelime. Okurken duygu aramıyorum pek. Okurken benim için en önemli his, içine çekilmek. [Okuduklarımın beni] uzaklara götürmesini istiyorum. Büyülenmek hissini gerçekten çok seviyorum. Okuduğum şeyler ilgili en az önemsediğim ise hikâye. Anlatılan hikâyeleri hiç umursamam. Bu yaşlılıkla ilgili olabilir. Bana bilmediğim bir hikâye anlatabilir misiniz? Gerçekten, hayattan kopmak için okuyorum. Kitap okumak hayattan daha iyi. Okumadığınızda, hayata sıkışıp kalıyorsunuz.
Sırada okunacak hangi kitap var?
Okumalarımı planlamam. Cidden. Her zaman da şaşırmışımdır. İnsanların okuyacak kitap listesi yapmasına inanamıyorum. Millet çok düzenli! Düşünce tarzlarımız çok farklı demek ki. Evimde henüz okumadığım yığınlar hâlinde kitaplar var. Bir kitabı bitirdiğimde, o yığına giderim. Eğer iki sefer deneyip okuyamadığım bir kitap varsa, onu bir başkasına veririm. İyi bir kitaptır ama Fran için değil demek ki. [Bir başka yerde, okumakta zorlandığı bir kitabı yarıda bırakmayı ancak 50 yaşında öğrendiğini söylemişti.]
Aşağıda, 1978’de derleyip yayımladığı Metropolitan Life (“Metropol Hayatı”) isimli kitabından bir parçayı okuyabilirsiniz. Bendeniz çevirdi… Afiyet olsun!
Not: Bu fanzine (e-bülten) hâlen abone olmamışsanız, aşağıdaki boşluğa e-posta adresinizi yazarak bu heyecana katılabilirsiniz.
Bir Günüm: Bir Çeşit Önsöz
Fran Lebowitz
12:35 – Telefon çalıyor. Hoşnut değilim. En sevdiğim uyanma şekli değil. En sevdiğim uyanma şekli, bilinen bir Fransız film yıldızının öğlen iki buçukta kulağıma, eğer Nobel Edebiyat Ödülü’nü almak üzere vaktinde İsveç’te olmak istiyorsam kahvaltı için oda servisini çağırmam gerektiğini fısıldamasıdır. Bu maalesef umduğunuzdan daha az gerçekleşiyor.
Bugün bunun kusursuz bir örneği, çünkü arayan onu tanımadığımı bana haber veren Los Angeles’tan bir menajer. Doğru ve sebepsiz yere değil. Bronzlaşmış bir adamın sesine sahip. Çalışmalarıma ilgi duyuyor. Bu ilgisi onu, bir komedi filmi senaryosu yazmamın iyi bir fikir olabileceği çıkarımına götürmüş. Pek tabi tamamen sanatsal özgürlüğe sahip olacakmışım, belli ki komedi yazarları film endüstrisini ele geçirmiş. Daireme şöyle bir göz gezdiriyorum (hızlıca etrafa bakınarak gerçekleştirilen bir eylem) ve Dino De Laurentiis’in [1] buna şaşıracağını belirtiyorum. Bronzlaşmış o sesiyle kıkırdıyor ve konuşmamız gerektiğini söylüyor. E konuşuyoruz ya, diyorum. Gelgelelim o, oraya gitmemden bahsediyor, kendi imkânlarımla. Los Angeles’a kendi imkânlarımla gitmemin tek yolunun bir kartpostalın içinde postayla gitmek olduğu cevabını veriyorum. Yine kıkırdıyor ve konuşmamız gerektiğini yineliyor. Nobel Fizik Ödülü alır almaz onunla konuşacağım konusunda anlaşmaya varıyoruz.
12:55 – Uykuya dönmeye çalışıyorum. Her ne kadar uyku, neredeyse benzersiz (Algeresque [2]) maharet ve süreklilik gösterdiğim bir alan olsa da, hedefime ulaşamıyorum.
13:20 – Postayı almak için aşağı iniyorum. Tekrar yatağa giriyorum. Dokuz basın açıklaması, dört film gösterimi anonsu, iki fatura, meşhur bir eroin bağımlısının onuruna bir parti davetiyesi, New York Telefon işletmesinden hattımı kapatmak için son ihtar, ve ne hakla süs bitkilerine – yeşil, canlı şeyler – karşı belirgin bir tiksinti duyduğumu merak eden Mademoiselle [3] okuyucularından üç kınama mektubu. Telefon şirketini arıyorum ve mevcut ödemeyi yapmam imkânsız olduğundan bir anlaşma koparmaya çalışıyorum. Bir film gösterimine gitmek isterler mi? Bir eroin bağımlısı için verilen partiye katılmayı arzu ederler mi? Bana süs bitkilerine karşı belirgin bir tiksinti duyma hakkım olduğu fikrini neyin verdiğini öğrenmekle ilgilenirler mi? Görünüşe göre ilgilenmiyorlar. Sadece 148 dolar 10 sent istiyorlar. Doğrusu bunun anlaşılabilir bir tercih olduğunu kabul etmekle birlikte şuursuzca para peşinde koşmaya adanmış bir hayatın ruhsuzluğuna karşı uyarıyorum. Bir anlaşmaya varamıyoruz. Örtüyü üzerime çekiyorum ve telefon çalıyor. Sonraki birkaç saati editörleri savuşturarak, nazikçe hoşbeş ederek ve intikam planlayarak geçiriyorum. Okuyorum. Sigara tüttürüyorum. Saat, ne yazık ki, gözüme ilişiyor.
15:40 – Yataktan çıkma ihtimalini değerlendiriyorum. Bu fazlaca enerjik düşünceyi reddediyorum. Biraz daha okuyup sigara içiyorum.
16:15 – Şaşırtıcı şekilde, tazelenmemiş hissederek kalkıyorum. Buzdolabını açıyorum. Yarım bir limon ve bir kavanoz Gulden hardalını orada öylece bırakıp bir anda dışarıda kahvaltı etmeye karar veriyorum. Galiba ben de böyle bir kızım, garip fikirleri olan.
17:10 – Dergilerle yüklenmiş hâlde daireme dönüyorum ve ikindi vaktinin geri kalanını maalesef son teslim tarihine yetişebilmiş yazarların makalelerini okuyarak geçiriyorum.
18:55 – Romantik bir ara fasıl. Muhabbetimin neticesi bir süs bitkisi taşımaya varıyor.
21:30 – Aralarında iki model, bir moda fotoğrafçısı, moda fotoğrafçısının menajeri ve bir sanat yönetmeni olan grupla akşam yemeğine gidiyorum. Kendimi neredeyse tamamen sanat yönetmeniyle meşgul ediyorum, bana cazip geliyor çünkü aralarında en fazla kelime bileni o.
2:05 – Daireme girip çalışmak üzere hazırlık yapıyorum. Hafif soğuğu hesaba katarak iki kazak ve fazladan bir çorap daha geçiriyorum üstüme. Bardağa bir soda boşaltıyorum ve lambayı çalışma masasının yanına getiriyorum. Rona Barrett’s Hollywood’un birkaç eski sayısını ve bir miktar The Letters of Oscar Wilde okuyorum. Kalemi elime alıp gözlerimi kâğıda sabitliyorum. Bir sigara yakıyorum. Kâğıda dik dik bakıyorum. “Bir Günüm: Bir Çeşit Önsöz” diye yazıyorum. Güzel. Basit ama ahenkli. Günümü gözden geçiriyorum. Tarif edilemez derecede bunalıyorum. Kâğıda bir şeyler karalıyorum. As You Likes It [4] diye adlandıracağım, bir Shakespeare komedisinin tamamen siyahî oyuncularla canlandırılmış yeni versiyonu hakkında notlar alıyorum. Pratikçe yatağa dönüşebileceği gerçeğini yadsımadan, kanepeye özlemle bakıyorum. Bir sigara yakıyorum. Kâğıda dalıyorum.
4:50 – Kanepe kazanıyor. Mobilyalar için bir zafer daha.
Çeviri notları:
[1] O yıllarda çok meşhur İtalyan film yapımcısı.
[2] Burada yazarın tercihi olan Algeresque kelimesi, karşılaştırılamaz, benzersiz gibi anlamlar taşısa da, Horatio Alger isminde bir yazar da olduğunu ve onun yazım tarzına da Algeresque dendiğini bilelim. Fazla bilgi göz çıkarmaz.
[3] O yıllarda Lebowitz’in çalıştığı dergi.
[4] Oyunun orijinal adı As You Like It. Burada “like” fiiline -s takısı getirerek, siyahların gramer kurallarını hiçe sayan konuşma tarzına bir gönderme yapıyor. Rap müzik sevdalıları bilir.
bu substack'in zorlu girisine katlanip yorum yapmak isteyecek kadar guzel bir paylasim olmus! okurken heyecanlandim, tesekkurler!