Merhabalar sevgili okuyucu. Görüşmeyeli iyisinizdir umarım. Bir süredir üzerinde çalıştığım ve yazarken hayli keyif aldığım (iyisiyle kötüsüyle) bir hikâyeyi paylaşıyorum bugün. Okuyunca ne düşüneceğinizi acayip merak ediyorum ama çaktırmamaya çalışıyorum. Hikâyenin aralarına şarkılar serpiştirdim, çoğunu yazarken dinledim, hâliyle ruh hâlime eşlik etmişlikleri var. Bir noktada “yeter artık biraz da okuyucu düşünsün” diyerek değişiklik yapmayı bıraktım. Eğer epostanıza sığmıyorsa, en altta “tamamını görüntüle” yazısına tıklayıp okuyabilirsiniz. Neyse uzatmayayım, sizi başbaşa bırakayım. İki kelam da olsa yorum yazarsanız, mutlu edersiniz. Önümüz bayram, sevaptır (keh, keh).
FETRET
İmam Ali bir yaz akşamı camide namaz kıldırırken inancı onu terk etti. Tuhaf ama zerre kadar acı duymadı, bilakis kuş gibi hafiflemişti. O esnada duymak isteyip de duyamadığı bir hayal kırıklığı ile gözlerini kapadı. Başına geleni tam manasıyla idrak edebilmek istiyordu. O beklerken arkadaki cemaat öksürük, aksırık ve derin nefeslerle foşurdamaya başlamıştı. Silkelendi. Açılan gözleri secdeye yöneldiğinde gök mavisi çinilerle süslü mihrabın orta yerinde şikayetsiz uzanan bembeyaz bir kediye rastlayacaktı. Göğsünde bir sızı hissetti. Diş ağrısı gibiydi. Hayvanın şişmanca göbeğine dokunmak arzusu duydu birden ve rükûa yöneldi. “Azîm Allah noksanlıklardan münezzehtir.”
Çabucak doğruldu. “Allah, kendisine şükredenleri duyar.” Tam secdeye kapanıp kucaklayacaktı ki, kedi o gürbüz hâlinden beklenmeyecek bir çeviklikle sıçrayıp köşeye sıkışmaktan kurtuldu. Başı, elleri ve ayakları aynı hizaya gelmiş, mırıl mırıl mırıldanan cemaatin arasından zarif bir dansı taklit eder gibi sıyrılıp kayboldu. Namazın bitiminde sağ ve sol yanındaki meleklere şaşkın şaşkın selam verdikten hemen sonra İmam Ali arkasına döndü ama bir iz yoktu. Kalktı ve cılız bedenine bol gelen sırmalı cübbeyi kenara bırakıp kapıya seğirtti. Ona yönelen anlamsız bakışlara, hele Müezzin Hasan’ın hasmane kaş göz hareketlerine aldırmadan kendini avluya, akşamın alacakaranlığına attı.
Sonraki altı gün camiye ayak basmayacaktı.
Ertesi sabah Hasan, imama bir türlü ulaşamadığını haber vermek için süklüm püklüm müftülüğe gitti. Makam odasına açılan kapının tam karşısında, özel kalem müdürünün ona işaret ettiği sandalyede, bir çay bile ikram edilmeden iki saate yakın bekledi. Nihayet bir yandan kapıyı açıp bir yandan da kahverengi ceketini sırtına geçirmeye çalışan müftüyü görünce ok gibi ayağa fırladı. Makam aracına kadar aksak ayağıyla ona eşlik edip derdini yarım yarım ve devrik cümlelerle anlattı.
“Sen şimdilik çok ses etme,” diye karşılık verdi Müftü Ragıp görkemli gövdesini büküp arabanın arka koltuğuna yerleşirken, “cemaatten soran olursa ailevi bir meselesi var halledince geri dönecek dersin.”
Hasan’ın yüzü düştü. Yolu uzata uzata, dükkânın önünde aylaklık eden esnafa selam vere vere camiye dönerken kafasının içinde İmam Ali’yle kavga ediyordu. O bu camiye geldi geleli, huzuru kalmamıştı. Ne dediğini anlayabiliyor, ne söylediğini dinletebiliyordu. İçine kapanıklığı, kimseye yüz vermeyen kibirli hâli tavrı yetmezmiş gibi, bu toy imam namaz kıldırmak dışında caminin hiçbir işiyle de ilgilenmiyordu. Bütün yük Hasan’ın üzerindeydi. Ne zaman bu sebepten evdeki sorumluluklarını aksatsa üstüne bir de karısından papara yerdi. “Adam olup da iki çift laf edemediğinden oluyor bunlar hep!”
Şimdi de hiçbir şey demeden çekip gitti işte!
İlahiyat fakültesinden mezun olduktan sonra kendini baba evindeki odasına kapatan, ibadet ve tefekkürden başka hiçbir şeye gönül düşürmeyen Ali, aile dostları Müftü Ragıp’ın kadirşinaslık etmesiyle ve babasının da zoruyla bu camiye imam olarak atanmıştı. Üç yaz önceydi.
Onu görenler, gençlere has koyu bir takvaya sımsıkı sarıldığını hemen fark ederdi. Ufak tefek, çelimsiz ama güzel yüzlü, yaşına göre epey olgun karakterliydi. Hemen her gününü oruçlu geçiriyor, namaz aralarında caminin serin bir köşesinde huşu içinde Kuran okuyor, çok az ve lüzumlu konuşuyordu. Ona tahsis edilen, cami avlusuna bitişik, tek göz odalı evde, kitaplarından başka bir eşyası yoktu neredeyse. Tek eğlencesi, cami avlusuna yahut evin arkasındaki boşluğa çıkıp güvercinlere, sokak kedilerine ve başıboş köpeklere su ve yiyecek vermekti.
İnsan içine çıkmaya pek alışkın değildi ve kimsede pek muhabbet uyandıramamıştı ama cemaati ona hürmet ediyordu. Bunda görünür faziletlerinin yanı sıra gizemli, nüfuz etmesi güç tabiatının da etkisi büyüktü tabii.
Vazifedeki ilk yılının sonlarına doğru mahallelinin sevip saydığı isimlerden Fırıncı Hamit, bu genç imamı gözüne kestirmiş, küçük kızını onunla evlendireceğine dair etrafa dedikodular yaymaya başlamıştı. Ne kadar çok söz olursa, bu meselenin gerçekleşme ihtimalinin de o kadar kuvvetleneceğini hesaplıyordu. Nagehan henüz on sekizindeydi. Öğle ve ikindi namazlarında camiye gitmeye, babası, Ali’yle avluda ayaküstü laflamaya yol ararken utana sıkıla yanlarında beklemeye başlamıştı. Bu emrivaki randevular için annesi ona yeni elbiseler bile almıştı.
Önceleri, bu pervasız ilgiyi görmezden geldi Ali. Hamit’in mütecaviz davetlerine karşı koymayı başardı. Hoşnutsuzluğunu belli etmeden insanları dinlemeyi yahut karşılaşmak istemediğinde yolunu değiştirmeyi öğrendi. Zamanla ama, hem annesinin tazyiki, hem de mahalleye ve mahalledeki hayata ısınmaya başlaması fikrinin yumuşamasında etkili olacaktı. Allah’ın rızasına uygun bir yuva kurma hevesi yüreğinde filizleniyordu. Bazen o yuvada günlük ev işlerinden azade olup bütün vaktini kitaplarına adamayı hayal ediyordu.
Gelgelelim, bu hayallerin hiçbir yerinde Nagehan yoktu. Genç kızın erkeksi suratı, yüzünün yarısını kapatan şişe camı gibi gözlükleri ve incecik değnek gibi vücudu – Allah affetsin – hiç de çekici gelmiyordu imama.
Oysa Fâtıma öyle miydi?
Sakinleri ekseriyetle dinine devletine bağlı bu ufak ve tekdüze mahallede yaşlı kadınların eli ayağı, genç kızların örnek aldığı ablalarıydı. Nerede bir hayır hasenat işi varsa Fâtıma bir biçimde ucundan tutar, çoğu zaman da kendisi işin başında olurdu. Okuma yazma bilmeyen kadınlara okuma yazma, iş güç sahibi olmak isteyenlere iş güç, kısmet arayanlara kısmet. İki çocuğuyla dedesinden kalma üç evin birinde oturuyor, diğer ikisinin kirası yanında şehit karısı olduğu için devletin bağladığı maaşla geçiniyordu.
Son baharla birlikte Ramazan başlayacaktı. Öncesinde caminin kadınlar kısmındaki eksikleri haber vermek için bir öğle vakti İmam Ali’yi avluda yakaladı. Kıvrımlı geniş gövdesini kapatan, bol, zeytin yeşili bir elbise vardı üzerinde. Siyah kıvırcık saçları Ali’ye çocukluğunun geçtiği evin balkonundaki sarmaşıkları hatırlatmıştı. Bir öğretmen gibi tane tane ve vurgulu konuşuyordu. Hayli ciddiydi, yüzünde tek bir yılışık kas hareketi yoktu. Yaşayarak öğrenmişti erkeklere kapıyı aralık bırakmanın ne gibi felaketlere yol açacağını.
O karşılaşmadan Ali’ye kalan tek şey, Fâtıma’nın sürmeli badem gözleri oldu. Ne dediğini, ondan hangi taleplerde bulunduğunu hatırlamıyordu hiç. Bu sebeple Ramazan başladıktan birkaç gün sonra, Fâtıma ona yine avluda yaklaşmış ve bu kez bir abla gibi tatlı tatlı azarlar tonda konuşmuş, eline de yapılacakları numarayla listelediği bir kâğıt parçası tutuşturmuştu. Tutumlu kadındı Fâtıma. Kâğıdın arka yüzünde muhtemelen çocuklarından birinin boyalı kalemle yaptığı bir ağaç resmi vardı. Ve arkası boyalı, önü yazılı o sayfa, İmam Ali’nin babaannesinden kalma Kuran’ın içinde kendine şerefli bir yer edindi.
Sonraki günlerde, haftalarda ve aylarda Fâtıma ile yolları pek çok kez kesişti Ali’nin. Ama hayat acemiliği yüzünden bir türlü aradığı cesareti bulamıyor, bir insanın gönlüne nasıl hitap edilir hiç bilmiyordu. Araya birini sokmak fikriyse zül geliyordu.
Bu arada Fırıncı Hamit baktı ki imam efendi tahşidattan anlamıyor, doğrudan onu kenara çekip muradını yüzüne okumaya karar verdi. Başta tereddüt etse de azıcık bastırınca kırılır diye umuyordu fakat Ali’nin cevabı tavizsiz ve biraz da yaşına hürmetten uzaktı. O öfkeyle geminden kurtulup mahalleliye imamla Fâtıma arasında söylemeye dilinin varmadığı bir alışveriş olduğunu anlatmaya başladı. Onları kaç kez avluda iki âşık gibi konuşurken görmüştü güya. Daha da ileri gidecek, Çırak Mustafa’nın Ali’yi dul kadının evinden çıkarken yakaladığını da söyleyecekti. Harçlığından olmak istemeyen çırak da, fırıncı dükkânına gelip bu hikâyeleri dinleyenlere iştahla kafa sallayacaktı.
İmam Ali’nin o gizemli hâlinin zayıf karnı da burasıydı. Ahali bir yandan ona iffetsizliği konduramıyor ve Fırıncı Hamit’in, kızını evlendiremediği için bu yalanlara başvurduğunu anlıyor, ama bir yandan da içten içe bir faninin bu kadar düzgün, dünyadan bu kadar uzak, adeta melek gibi hazsız, hevessiz olamayacağını düşünüp illa ki karıştırdığı bir haltlar vardır diye yol buluyordu kendince. Fâtıma ise zaten duldu.
Bütün bunlar olurken Müezzin Hasan’ın “İmam efendi, ben bilemem hangisi doğru hangisi yanlış amma hutbeye çıkıp kırk yeminle inkâr etmezsen, dedikodular müftünün kulağına gider ha, benden söylemesi,” deyişi Ali’nin onun hakkındaki görüşlerini bir kez daha teyit edecekti.
Hasan’ın kaba saba tavırlarını, camiye gelenlere müstehcen fıkralar anlatışını, her fırsatta onu müftüye ispiyonlamasını, cemaatin bilhassa yaşlılarıyla akçeli işlere girişmesini, “İmam efendi memleketten bal getirttik ister misin sen de bir kavanoz?”, bu yaşına geldiği hâlde Kuran’ın son on suresi dışında hiç ezberi olmayışını açıkça sevmiyordu. Allah’ın diniyle, Allah’ın eviyle onun bu hâllerini bağdaştıramıyordu. Bu hor görme zamanla onun karsamba göbekli bedenine, sigara ve çaydan sararmış dişlerine, kalın derisine sinmiş ter kokusuna karşı derin bir öfkeye dönüştü.
Hasan onu ne zaman Ramazan’da iftar için evine davet etse, İmam Ali bir bahane bulup kaçardı. Farkında değildi ama bu durum her defasında Hasan’ın çok ağrına gidiyordu.
Nihayet beklenen olacak, dedikodular, belli ki müezzinin de boşboğazlığıyla, Müftü Ragıp’ın kulağına gidecekti. O da bir Cuma namazında bizzat camiye gelip el emeği göz nuru yüz elli senelik minbere çıkacak ve Ayşe Validemize atılan iftirayı hatırlatarak “İmam efendinin kıymetini bilin,” çağrısı yapacaktı.
İmam Ali ferahlamıştı ama biraz düşününce kafası daha da karıştı. Şimdi bu durumda Fâtıma ile evlenirse, Fırıncı Hamit bunları yakaladığı için mecburen nikah kıydığını düşüneceklerdi. Ya evlenmezse? Kendini epeydir alıştırdığı bu fikirden cayıp bağrına taş basabilir miydi?
O kendi içinde dertlenip ne yapacağını düşünürken ve bütün bunlardan muhatabının haberi bile yokken, Fâtıma mahalleden temelli taşınacaktı.
İşte zavallı İmam Ali, altı günlük fetret yolculuğunda, bir yandan camide elinden kaçırdığı o kar beyazı kediyi arıyor, bir yandan da iman tahtasının ardındaki kasvetli boşluğun acısını her adımda duyarak, bu yaşananların yeni bir muhasebesini yapıyor, başına gelen belanın izlerini bulmaya çalışıyordu.
İlk gece yaşadığı semtin eğri büğrü ve dar kaldırımlarını, asfaltları yamalı ve yer yer çukurlu yollarını, cüsseli apartmanların arasına serpiştirilmiş iki adımlık parklarını dolaştı. Leş gibi kokan çöp tenekelerini ve yeni park etmiş, motoru hâlâ sıcak arabaların altlarını yokladı ama eline bir şey geçmedi. Bu serkeş kediler şehrinde, başıboş, keyfinin kahyası bir kediyi aramak bedenine ağır gelince bulduğu bir banka uzanıp kestiriyor, sonra kalkıp yola devam ediyordu.
Ezan okunup vakti gelince namazları yolda bulduğu ilk camide pişmanlıktan kıvranan bir suçlu gibi kılıyordu. El gibi yanaşıyordu cemaate. Sığıntıydı. Elini sol yanındaki kaburgalarına götürüp yokluyordu arada. Allah’a dua etmeye yüzü yoktu. Demek ki Âdem babamız o yasak meyveyi yiyip birden anadan üryan kalınca böyle hissetmişti, diye düşünüyordu. Secdeye vardığında, “Allah’ım biz kendimize zulmettik, hata ettik, eğer sen de bizi bağışlamazsan, ziyan oluruz,” diyordu. Namaz biter bitmez de kimseyle muhatap olmadan uzaklaşıyordu oradan.
Sonraki iki gün başka semtlere düşürdü yolunu. Yaz sıcağı bunaltıcıydı. İnsanların yüzlerinde hoşnutsuzluk ve öfke vardı. Şehir çığırından çıkmış gibi göründü gözüne. Belki de yüreğimdeki sıkıntıya ortak arıyorum, diye geçirdi içinden sonra. Hava kararınca sokak lambalarının, bir ırmak gibi akıp giden trafiğin, üst üste yan yana tıkış tıkış evlerin ışıkları gözlerini yakıyordu. Bazen iki üç kelimeyle evsizlere yârenlik ediyor, bazen bekçiler uykusunu bölüyor, bazen de sokaktaki hayvanlarla oyunlar oynuyordu.
Acaba sokaktaki diğer kediler de başkalarının onları terk eden imanları mıydı?
Hayatında ilk kez ne yaptığını bilmiyordu. Amaçsız kalmıştı. Müminlerin asırlardır gidip geldiği, başı sonu, ritüelleri belli bir hac yolculuğu değildi bu. Bir dedektif gibi ipuçlarını da takip etmiyordu. Seyyahların, tüccarların ve turistlerin endişeyle koyun koyuna yatan seyahat neşesinden de nasibi yoktu. Gitmek zorunda olduğu için yoldaydı. Kediyi bulunca ne yapacağını da bilmiyordu üstelik. Bağrına basıp göğsündeki boşluğa sihirli bir biçimde girmesini mi bekleyecekti?
Dördüncü günün ikindi vaktinde metruk bir apartmanın karşısındaki banka oturmuş az evvel el arabasından satın aldığı ekmek arası köfteyi yiyecekken mahallenin delikanlıları yanına geldi. Üç kişiydiler. İncecik bedenlerini hırpanî kıyafetlerine rağmen gururla taşır gibi yürüyorlardı. İçlerinden biri gelip yanına oturdu. O sırada Ali elindeki ekmeği paylaşmak ister gibi ona uzattı. Güldü çocuk. Arkadaşlarına baktı oturduğu yerden.
Birazdan bu ergen tayfasının sert kemikli tekmelerini sırtına, başına ve bacaklarına yerken çocukluğunun sokak aralarında, okulun teneffüs saatlerinde yahut babasının elinden yediği dayakları hatırlayacaktı. Zihni unutmuştu çoktan ama bedeni acıyı hemen tanıdı.
Zoruna gitmemişti. Hatta doğduğuna bin pişman dolaştığı için başına geleni hak ettiğini bile düşünüyordu. Sanki uzunca süren bir tecritten sonra ilk kez insan içine karışıyordu. Yaşadığını hissetmişti. Düşten ve düşünceden ibaret değil, etten ve kemiktendi. Oğlanlardan biri ayağını göğsündeki boşluğa denk getirince istemsizce böğürecekti. O esnada olan biteni uzaktan seyreden bir başka delikanlı seslendi: “Cebrail, aynasızlar geliyor!”
Kaçmadan evvel ceplerini boşaltmayı ihmal etmediler tabii.
Fâtıma’nın gidişiyle İmam Ali’nin evlilik meselesi rafa kalkmıştı. O da kendini oyalamak için caminin bahçesini elden geçirmeye karar verdi. Fiziksel işlere pek yatkın değildi gerçi. Yıllardır ilk kez eli kanıyor, tırnağı kırılıyor, cılız kolları ve çıtkırıldım bilekleri ağır şeyler taşıyordu. Bu vesileyle çevredeki esnafla az da olsa günlük muhabbeti oldu. Kendini daha bir evinde hissetti. Bahçe güzelleştikçe de çocuk gibi mutlu oluyordu. Gülle lale dışında, begonya, akşam sefası ve ortanca da dikmişti toprağa. Mis gibi kokuyorlardı.
Yine bir öğlen vakti bahçe işleriyle uğraşırken Fâtıma’yı görecekti. Göz göze geldiler. Başı örtülüydü artık. Uzun kaba bir etek giymiş, üstüne mavi bir ceket almıştı. O an bütün bu bahçeyi ona ikram etmek geçti içinden ama yalnızca kafasını eğdi. Elleriyle toprağı eşelemeye başladı. Dayanamayıp tekrar ayaklandığında Fâtıma yoktu.
Bu karşılaşmadan iki gün sonra Müezzin Hasan bir haberle geldi. Karısı, Fâtıma’yla ahbapmış, eğer imam efendi de arzu ederse bir akşam hep birlikte evlerinde oturup çay içmek münasip olurmuş. Bu müjdeli haber Ali’nin yüzünde güller açtıracağı yerde içinde bir sıkıntıya yol açtı. Gönlüne kalsa bir an evvel Fâtıma’ya koşmak isterdi fakat Hasan’ın meseleyi diline dolayıp pis pis sırıtarak ve de lüzumsuzca uzatarak ona açması kafasını kurcalıyordu.
Düşünmek için vakit istedi. Evde, sıkıntıdan oturamıyordu. Yatağıyla kitaplığı arasında volta atmaya başladı. El yordamıyla kurduğu korunaklı bu hayat içinde az da olsa taviz vermekten ödü kopuyordu. Değmez miydi Fâtıma için? Değerdi elbet ama… İş ciddiye binmişti ve ilk kez Fâtıma’nın iki çocuğu olduğu gözünün önüne geldi. Onlarla geçinebilecek miydi? Onu sayıp sevecekler miydi? Fâtıma gün görmüş bir kadındı en nihayetinde, onu mutlu edebilir miydi? İster istemez kıyaslamaz mıydı? Bu işe Hasan’ın vesile olmasına katlanabilir miydi?
Kısa sürede zihni darmadağın oldu. Kitaplıktan babaannesinin Kuran’ını aldı. İçinden düşen kâğıdı tekrar eski yerine koydu. İçi acıyordu. Sonra rastgele bir sayfa açtı ve gözüne ilk çarpan ayeti okudu: “Ey inananlar! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Kuşkusuz, Allah sabredenlerle beraberdir.”
Birkaç saat sonra, fazla da yüz göz olmamaya çalışarak Hasan’a cevabını verince rahatlamıştı. Bahçesine, kitaplarına, cemaatten pek az kimsenin anlayabildiği vaaz ve hutbelerine dönebilirdi artık. Bahçe işleri dünyaya bir meyildi onun için ama belli ki onu yaratan başka bir maksatla yaratmıştı. Zayıflık gösterdiği için kalbine kızıyordu şimdi. Eğer aşk ateşi yandıysa içinde bil ki onun kıvılcımı maşukun kalbinden senin kalbine sıçramıştır, diyen Hazreti Pîr’e kızıyordu. Çabasız güzelliğinden, nakış işi gibi iyiliğinden ötürü Fâtıma’ya kızıyordu.
Arayışının ve bulamayışının beşinci gününde İmam Ali beş parasızdı. Hayrat çeşmelerinden su içip çöpte bulduğu kuru ekmek ve yemek artıklarıyla karnını doyuruyordu. Namaz kılmak için herhangi bir camiye girdiğinde cemaattekiler yüzlerini ekşitiyordu. Kirden sertleşmeye başlamış elbiseleri leş gibiydi. O da kendinden iğrenmeye başlamıştı. Medet aradığında önce Eyüp Aleyhisselamı aklına getiriyor, sonra da “Ama o imanı tarafından terk edilmedi,” deyip talihine ağlıyordu.
Altıncı günde yolu kalabalık bir semte düştü. İki yanı cam vitrinlerle donanmış ve her tarafı betonla kaplanmış genişçe bir sokakta binlerce insan sel gibi akıyordu. Kimi aceleci, kimi paytak, kimi neşeli, kimi kayık, kimi sinirden dişlerini gıcırdatıyor, kimi telefonda bağıra çağıra laf anlatıyor, kimi salına salına kendini beğenmiş bir edayla, kimi sarhoş gibi yalpalaya yalpalaya ama hepsi de bir yere yetişiyor gibiydi. Üstüne üstüne yürüyen yayalara çarpmamak için azami gayret gösteriyordu. Bu hipnoz edici kalabalık içinde hiçbir kıymetinin bulunmadığını, adeta görünmezlikle malul olduğunu biliyordu.
Birden camisinin ve mahallesinin sükûnetini özledi.
Gece olunca semtin dar ve kıvrımlı sokaklarında uyku diye bir şey olmadığını fark etti. Kendini bildi bileli iğrenerek ve kınayarak şahitlik ettiği sefahat ve günah miktarı burada birkaç dakikada boca ediliyordu. Hayatın içinde kavrayamadığı ve kavrayamadığı için de üzerini çizip attığı, yok saydığı ne çok şey vardı. Zihni uyuşmuştu. Hayret edemiyordu artık. Tepki göstermek, onlar adına Allah’tan özür dilemek, hatta daha ileri gidip bağışlanma dilenmek istiyordu, ama göğsündeki boşluğu, imanının onu bırakıp gidişini hatırlayıp mahcup bir biçimde ve acıyla başını yere eğiyordu.
Hiç inanmayan birisi birden imana gelebilirdi, o ihtimal hâlâ duruyordu orada bir yerde ama kendisi ne olacaktı? İnancı ona geri dönecek miydi? Dönebilir miydi? Ne olmuştu da bu insanların değil de onun başına gelmişti bu tarifi imkânsız hadise?
O anlam veremediği hayatın içinde ruh gibi saatlerce dolaştıktan sonra bir sokak arasındaki basamakların üstüne oturup gözyaşlarına boğuldu. Yorgunluktan iflahı kesilince de oraya sızıp kaldı.
Gözlerini açtığında hava iyiden iyiye aydınlık ve sokak yine kalabalıktı. Dönmeliydi artık, taşıyabileceği bir yük değildi bu. Pes etmişti. Yokuş aşağı tramvay raylarını takip ederek sahile yürüdü. Vapura binmek için gözüne kestirdiği bir adamdan ricacı oldu. Terslenince bir başkasına açtı elini. Orada da umduğunu bulamadı. Ancak üç sonraki vapurun yolcuları arasından bir genç kız ona yardım edecekti.
Eve vardığında üzerindeki her şeyi çıkarıp bir poşete doldurdu. Müsait bir zamanda yakmaktı niyeti. Banyo yapıp haddinden fazla uzamış sakallarını tıraş ettikten sonra ana kucağına koşar gibi camiye gidecekti. Kuşluk vaktiydi. Onu neyin beklediğinden endişe etmeye mecali kalmamıştı. Müezzin Hasan onu görünce tıslayarak güldü. “Müftü Bey seni bekliyor imam efendi,” diye karşıladı onu, “görür görmez bana yolla, dedi.”
Bîçare düştü müftülüğün yoluna. Ne diyecekti? Hakikati söyleyecek miydi? Dili döner miydi?
Az bekledikten sonra mahcup ve kafası da karışık bir hâlde makam odasına girdi. Müftü Ragıp telefondaydı. “Tabii efendim, bu iyiliğinizi asla unutmam! En kısa zamanda da ziyarete gelirim. Sağ olun, var olun!” Görüşme bitiminde kalktı ve Ali’yi şefkatle kucakladı. Şaşırtmıştı onu. “İyisin değil mi? Kendine geldin mi?” Kuşkulu gözlerle müftüye bakıyordu Ali.
Tek kişilik koltuklara karşılıklı oturdular. Az sonra dumanı üstünde iki çay geldi. O an içinin üşüdüğünü hissetti. Ragıp düğüne gider gibi süslenmişti. Neşeliydi. Dirseklerini koltuğun kolçaklarına yerleştirmiş, iri parmaklarını göbeğinin ortasında kenetlemişti. “Anlat bakalım evladım, neler yaşadın?”
Söz ona düşünce oturduğu koltukta toparlandı Ali. Çayından bir yudum aldı. “Günlerdir sokaktaydım,” dedi fısıldar gibi. Boğazını temizleyip tekrar başladı. “Günlerdir… Nasıl desem? Delirdiğimi düşünmezseniz eğer… Açık konuşayım mı, efendim?” Yine babacan bir edayla başını salladı müftü.
İmam Ali inancının onu terk ettiğini, mihrapta karşısına çıkan beyaz kediyi aradığını, ararken bunca zamandır yaşadığı şehrin hiç ayak basmadığı yerlerine gittiğini, nasıl büyük bir utanç içinde olduğunu tane tane anlattı. “Meğer dünya çok büyükmüş, içinde bir yığın insan varmış, meğer içlerinde en aşağılığı, en kıymetsizi, en güvenilmezi benmişim, meğer Allah’a inanmayı en hak etmeyeni benmişim.”
Hıçkırıklar sesini kıstı bir süre. Müftü Ragıp masasının üstünde duran kolonya şişesini alıp ona uzattı.
“Talebeyken, efendim,” diye devam etti İmam Ali, “sanki Allah’la aramızda incecik bir perde var zannederdim. Hani aralansa birden, Allah’ı görebilirim. Hâlâ biliyorum ki orada. O perdenin ardında, berisinde, o perdenin kendisinde… Beni duyuyor, görüyor, her an beni yoktan var ediyor ama benim ona iman etmemi, varlığımı varlığına katmamı — hâşâ — istemiyor sanki. O sonsuz Cennetin kapısı alay edilerek yüzüme çarpılmış gibi, efendim, çaresizlikten bunaldım.”
Tekrar gözyaşlarına boğuldu. Bu kez elleriyle yüzünü kapadı.
Müftü Ragıp muhatabı sakinleşinceye kadar bir şey demeden bekledi. Sonra da kalkıp meşe ağacından yapılma masasının en alt çekmecesini açtı ve Ali’yi yanına çağırdı. Dokunsalar dağılacak gibi yürüyordu. Enine boyuna geniş bölmeyi ve içindeki iki küçük misafiri görünce gözleri fal taşı gibi açılacaktı.
Baktı, baktı, bir daha baktı. Çekmecenin içindeki kum yatağında iki kedi şikayetlenmeden yan yana uzanıyordu. Biri bembeyaz, diğeri melezdi. Belli ki müftü zaman zaman burayı açıp hayvancıkları eliyle besliyordu. Hatta belki mesai sonraları onları serbest bırakıp sabaha kadar odada avare dolaşmalarına müsaade ediyordu. Ama ne işleri vardı burada? Biri, günlerdir aradığı ve safça onu bırakıp giden imanı olduğunu düşündüğü kediydi ama diğeri neyin nesiydi? Müftüyü de mi inancı terk etmişti?
Kafası bu sorularla boğuşurken Ragıp elini Ali’nin omuzuna koydu. “Kader!” dedi kısık sesle, “Belki de bir şeye hakkıyla kavuşmak için önce onu kaybetmek gerekli,” diye ekledi.
Ali yere çömelip kedisini sevmeye başladı. Onu bulmuştu fakat bu durum yaşadığı karmaşaya bir çare değildi.
“Bu dediğinize inanıyor musunuz gerçekten?” diye sordu Ali heyecanla. Umuda hasretti. Müftü Ragıp dudaklarını kısıp kaşlarını kaldırarak karşılık verdi. “Kim bilir?” diye mırıldandı.
İmam Ali kediyi kucaklayıp kapıya yöneldi. Müftü durması için el etti. Söyleyeceği son bir şey vardı. “Diyanet bana terfi yazmış. Yakında gidiyorum. Yerime gönderecekleri kişiye tembihlerim sana göz kulak olur. Sıkma canını, sen işine bak kâfi.”
SON
Elinize sağlık, su gibi okundu. Çok güzel.
uzun zamandır okuduğum en iyi giriş cümlesi. muhteşem!
imamın dünyası beş kardeş dizisindeki imamı anımsattı zaman zaman. eline sağlık. çok güzel.