Şöyle bir bilimkurgu hikâye düşledim geçenlerde. Ölümsüz bir robot, uzun yıllar insanların arasında kalıp en son onların kendilerini yok edişine şahitlik ettikten sonra, enkazdan çıkardığı bir mekikle uzayın derinliklerinde doğru yola çıkar. Bu seyahat esnasında insanlık deneyiminden öğrendiklerini incelediği bir günlük tutar. Böylece yok olan bir uygarlığı kayıt altına almış olur kendince.
Boşlukta geçen yüzyıllar sonunda, uzay aracı nihayet onu bilinç sahibi canlıların yaşadığı çok çok uzaktaki bir gezegene götürür. Önce belli etmeden buradaki hayatı gözlemler. İnsan uygarlığıyla benzerlikler gösteren bu yeni canlılar henüz yolun başındadır. Bu sebeple, onun varlık amacını anlayabilecekleri bir noktaya gelene kadar temas kurmamaya karar verir. Ama uzaktan onları seyretmek, zamanla acı verici bir tecrübeye dönüşür çünkü hemen hemen aynı hataları yapmaktadırlar.
Nihayet onlarla iletişime geçme zamanı geldiğinde, yok oluşlarını engellemenin bir yolu olmadığının da farkına varmıştır. Bu yeni arkadaşları onu coşkuyla karşılasalar da, kahramanımız bu birlikteliğin de sona ereceği bilgisiyle doludur. Buruk bir sevinç, karamsar bir neşe. Üzeri umut ve heyecanla kaplı, içinde acı ve ekşi tatlar barındıran bir şekerleme gibi. Günün birinde bu canlılar için de her şey görkemli bir trajediyle sona erecek. Ama şimdilik yaşamaya ve görmeye değer. “İnsan olmak böyle bir şey herhalde,” diye yazar günlüğüne.
Bu hikâyenin kaynağı olan duygu tanıdıktı elbette. Tarih kitapları okurken, eskilerden bir romanı karıştırırken ya da filmi seyrederken yaşadığım bir his. “Ulan nasıl da aynı her şey!” hissi.
Çocukken her ihtimal açık gibiydi. Yepyeni bir hayat, sonsuza varan dünyalar. Sıfır kilometrede bir kalp. Kırıksız. Ben böyle üçüncü sınıf şair kıvamında laflar da yazarım ama niye kandıralım birbirimizi sevgili okur?
Bir ortamda sözü alıp uzun uzun, ballandıra ballandıra hikâyesini anlatanlardan da pek hazzetmem. Hikâye etme, sadede gel. Hayır o kadar mühim, dallı budaklı, derinlikli bir mevzu da değil yani. Girişte bir kanca, finalde okkalı bir laf. O kadar. Niye ilgimizi meşgul ediyorsun?
İlgimizi pay edeceğimiz daha çok tweet var, YouTuber’lar bizi bekler, Instagram’da Facebook’ta (bu ikisi aynı şirket ha!) maksat dostlarımızın akrabalarımızın gönlü olsun diye kalpçik kondurulacak bir yığın post birikti. Sokakta yüzünüze gülüp arkanızdan konuşan amcalar ve teyzelerle, bugün postunuza etkileşim verip başkalarının DM’lerinde sizi çekiştiren oğlanlar kızlar aynı aile.
Dedim ya, değişmiyor(uz). Peki niye?
Tarih derler tekerrürden ibaret. Ama bu durumdan hayıflananlar hep kaybedenler, fark ettiniz mi siz de? Kazananlar için, tarihin tekrarı, haklarının teslim edilmesi gibi bir şey. Müjdelendiniz! Kimse tarihin o inişli çıkışlı yollarına bakıp, “Eyvah, rotayı şaşırdık ve şimdi inişe geçiyoruz!” diye anons etmiyor. İniş söz konusu olduğunda da sorumlular hep başkaları. Ama çıkışları severiz. Hele tarih söylemişse çıkılacağını, değmeyin keyfimize!
“Geçmiştekilerle aynı hataları yaptık ve bakın aynı yerdeyiz,” diyen duydunuz mu hiç? Halbuki tarihin tekrar etmesi, insanların benzer heyecanlarla yola çıkıp benzer deliklerden ısırılıp benzer sonlara varması olağandır. Bilakis, bu gidişi değiştirebilmektir sürprizli olan, zamanın kıvrımlı döngülü yatağından taşıp başka bir kıvrımlı döngülü yatağa akabilmesidir. (Sonra gene taşmak lazım böyle sonsuza kadar.)
Tıpkı tarihte muştulandığı gibi ganimetlere elini uzatacakken dönüp gerisin geriye gidebilmektir mesela. Savaşmaktansa vazgeçmektir belki. Cezalandıracakken durup affetmektir veya. Affedecekken dönüp cezalandırmak mıdır peki aynı zamanda? Bilemiyorum. Göğe başını çevirip mucizeler bekleyen birisi bazen de azap gelsin ister Tanrı katından. Gelmeyince bir gemiye biner. Denize açılır. Sonra fırtına çıkar ve suya bırakır kendini. Bir balığın karnına varır.
Zihnimizdeki düşüncelerin bile ipi kaçıyor bir yerden sonra ve birbiriyle taban tabana zıt şeylere ikna ediyoruz kendimizi (sahi, kendinizde hiç bunu fark ettiniz mi?) ama duygularımız gerçekten de sihir gibi bir şey. Geçenler de Lisa Feldman Barrett diye birisini çıkardı karşıma YouTube algoritması, kendisi duygular konusunda uzmanlaşmış bir akademisyen, Northwestern Üniversitesi’nde. Lisa Hanım diyor ki duygular başımıza gelen şeyler değil, etrafımızda olup biten ya da burun buruna geldiğimiz olaylar karşısında beynimizin geçmişten o ana kadarki bilgilerle (hafıza, bilinç, bilinçaltı) ürettiği bir anlatı.
Biraz karışık oldu değil mi? Evet, çünkü aslında onlar da bilmiyor duygularımızın ne olduklarını. Yeni çalışmalar varmış da, çözecekmişiz de… En son BİLİNÇ dediğimiz şeyle ilgili çalışmaların bu kadar yolun başında oluşuna şaşırmıştım. Hatta konuyla ilgili bir uzmanı (olmayan şeyin uzmanı mı olurmuş!) dinlerken “Bir bilincimiz olduğunu biliyoruz çünkü uykudayken ya da anesteziyle bilinci kapatabiliyoruz,” dediğinde epey gülmüştüm. Boşluğuma geldi herhalde.
Ama en nihayetinde duygular beynimizin bize anlattığı bir hikâye. Tekrarlana tekrarlana oluşan, zaman çizgimizdeki belli başlı kilometre taşlarıyla onaylanan, dolayısıyla da adeta karakterimize dönüşen bir şey. Ölümden dönen insanların bazen “huyunun değişmesi” galiba bununla ilişkili. Ya da daha doğrusu, duygularımız dediğimiz şeyin neredeyse sadece ölüm deneyimi gibi büyük bir olayla değişebileceğinin idraki. Korkunç!
Ama tekrarlar güzeldir. Evimizdir bizim. Rüyalarınızda sıklıkla çocukluğunuzu geçirdiğiniz evi görüyorsunuzdur mesela. O yaşlarda bir sürü şey öğreniyoruz (acı tatlı hatıralar yumağı) ve bazen o dönemde zihnimize kazınan şeyleri değiştirebilmek için bir ömür harcıyoruz. Bu geçişler, değişimler, dönüşümler çok daha sağlıklı bir biçimde gerçekleşebilir aslında ama etrafımızda bu durumların farkında olan insanlar (yetişkinler) olmalı. They know nothing!
Filmlerdeki katharsis (duygusal boşalma) anlarını düşünün. Yıllar boyu birbirlerine zor zamanlar yaşatmış bir baba-oğul ya da anne-kız (ya da iki kardeş, çaprazlayın işte bütün ihtimalleri) nihayet o acı verici döngüden çıkmaya hazır hâle gelmiştir ve bazen sadece bir baş hareketiyle, bir bakışla, bir iki kelimeyle, ortak bir anlayışa varırlar ve dünya daha güzel bir yer olur. (Bojack Horseman’ın 6. sezon 15. bölümdeki ifadesiyle, “Gerçek hayatta böyle şeyler olmaz!”)
Zor çünkü gerçekten de. Tekrarlar evimiz. İyi ya da kötü. Yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle! Bunca sene aynı mücadeleyi vermişiz, kas hafızası var biliyor musunuz? Yüzmeyi de böyle öğreniyor(muş) insan. Koşmayı da mesela. Tekrar. Mükemmelliğe açılan kapı. Kemale ermenin yolu. Bir işte uzmanlaşmanın şartı en az on bin saat boyunca onunla uğraşmak(mış). Günde sekiz saat uğraşsanız mesela, bin iki yüz elli gün yapıyor. Ayda yirmi gününüzü ayıracağınızı düşünsek altmış iki buçuk ay yapıyor. Bu da takriben beş sene demek.
Tabi bütün bu “kendimizi kandırmayı bırakalım,” temalı konuşmaların neticesinde insan kurgulardan arındırılmış bir gerçeklik var fikrine kapılıyor. Yani bir yer var, orada “kendimiz” olacağız. Ama işte bu duygular, bilinç filan derken geldiğimiz noktada “kendimiz” denen şey de pek bir temelsiz duruyor. Düşünsenize en temel arzularımız, kendi başımıza kalsak ve sonsuz kaynağa sahip olsak yapmak isteyeceğimiz şeyler bile bu hayat hikâyesinin içinde şekillenmiş. Yani “ben” dediğimiz şey de yalan. Var biraz da sen oyalan. Keh keh.
Evden dışarı her çıktığımda (ya da camdan balkondan dışarı baktığımda) başka insanları görüp “O insan olmak nasıl bir şey olurdu?” diye soruyorum kendime. Her gün kendimi tekrar etmekten daha heyecan verici bir düşünce. Ama tıpkı tarihe bakıp bugün benzer temalar etrafında dönüp durduğumuzu fark ettiğimiz gibi, başka insanların da bizle çok benzer hikâyeler içinde yuvarlandığını görmek mümkün. Mesela taşralı insanlar çok benzer öfkeler biriktiriyorlar hayata karşı (kısıtlanma, pişmanlık, değişime karşı direnç) ya da nispeten kozmopolit şehirlerde doğup büyüyenler benzer vartalara düşüyorlar hayat boyunca (istikamet bulamama, hayalcilik, yalnızlaşma, kendini bir büyük bir küçük hissetme).
Tabi ki de herkes bir değil. İstatistiksel olarak çok benzer sonuçlar verse de üst üste binmiş parametreler, illa ki outlier’lar (aykırılar? çıkıntılar?) var. Bunlar bütün hikâyeyi değiştirmese de, kendilerini beklentilerden sıyırıp başka kıyılara demirleyebiliyorlar. Bütün bir edebiyat tarihi mesela, bu insanların yaşadıklarını anlatır sizlere. Çoğunlukta olanın, olağanın, median değerin, vasatın (ki ortalama anlamında) değil, azınlıkta olanın, istisnaî olanın, beklenmedik olanın değeri vardır orada. Diğerleri sıkıcıdır çünkü. Bu yüzden Tolstoy (kaçtır adamı anıyorum, dua istedi herhalde, ruhuna bir Fatiha okuyayım!) mutsuz ailelerin (mutsuz kadının aslında, Anna’nın) hikâyesini yazar. Madam Bovary’nin sıkıcı kocası Charles’ı anlatırken Flaubert, “bir ağaç gibiydi,” der. Ve buna rağmen insanlık tecrübesi, aynı vasatı (ortam anlamında) üretmeye devam ediyor, muazzam değil mi?
Ama peki o insanlar ölsün mü? Ki hepsi bir araya gelince bütün o aykırıları, çıkıntıları doğduğuna pişman etme potansiyeline sahipler. “Yeter çok karıştırdınız ortalığı!” deyip ağzınıza kürekle vurabilirler. Çünkü tekrarlar evimiz, tekrarlar yurdumuz. Her gün aynı acıyı çekmek, acıyı evdeki mobilyalardan birine çeviriyor. Senelerdir öylece içi boş duran vazo bir gün kırıldığında yadırgıyoruz. Yahu sen benim acımdın, niye bıraktın acıtmayı birdenbire?
İnsan doğası diye bir şey yok, sevgili dostlarım. Ama yıllar (belki asırlar) süren tekrardan doğan bir şey var. Onu görüyoruz, duyuyoruz, ama anlatamıyoruz. Bazıları bu yüzden ona “insan doğası” demiş mesela. Atalarımızın yaşadığı travmaların DNA’larla bize aktarıldığını söyleyenler var (çıldırmış olmalılar!). Efendim biz avcı-toplayıcılıktan çıkıp tarım toplumuna geçince başlattığımız bazı gelenekler bugünkü ruh halimizi… Lan bırak! Değişmemek için ne bahaneler ürettiniz kardeşim ya.
İnsan dışsallaştıran bir varlık. (Bak bak lafa bak!) Kendimize katlanamadığımız için, dışarıdan bakınca çok sıkıcı, kötücül ya da hayalimizdekilerle gerçeklerimiz arasındaki uçurum galaksiler kadar büyüyüp gittiği için, dışımızdaki dünyaya aşırı anlamlar yüklüyoruz gibi geliyor bazen.
Evet, dış dünyada bir şeyler var. Bazen bize karşı epey düşmanca üstelik. Karanlık, tekinsiz, canımızı nasıl acıtacağını çok iyi biliyor. Ama yıl olmuş 2023… Bunları aşmamız lazımdı ya. Tek başımıza değil, insanlık olarak filan. Hâlâ uğraştığımız şeylere bakın.
Evet, bugünlük de bu kadar. Haftaya görüşmek üzere! Esen kalın.