Masumiyetin kederli kırılganlığı üzerine
Ummanlı yazar Jokha al-Harthi’den bir kıssa
Okumakta bir hayli zorlansam da, Ummanlı yazar Jokha al-Harthi’nin 2019 yılında Uluslararası Booker Ödülü’ne layık görülen ve ilk kez Arapça bir kitabın bu ödülü almasını sağlayan romanını nihayet bitirdim. Daha ilk sayfalarındayken, kitaptan hoşuma gidecek bir bölümü (İngilizce’den) çevirip size yollarım diye düşünmüştüm, nitekim aşağıda böyle bir bölüm okuyacaksınız.
Romanın Arapça ismi “Sayyidat al-Qamar” imiş, kabaca çevirirsem, “Ay’ın Zevceleri” demek (İngiliz çevirmen “kadın” yerine hiyerarşide daha aşağıda görülen, hizmet eden anlamına da gelebilecek bir kelime aramış, aklıma “zevce” geldi.) Benim okuduğum İngilizce baskısının ismi “Celestial Bodies” (“Semavi Bedenler”?). Nitekim Türkçe’ye de kitabı “Dolunay’ın Kadınları” başlığı ile çevirmişler. Ben İngilizce’den çevirdiğim için “suyunun suyu” olacak aşağıdaki parça biraz.
Kitap Umman’daki al-Awafi isimli bir köydeki hayatı, birbiriyle akrabalık ilişkileri olan birkaç ailenin etrafında anlatıyor. Bu arada Umman’ın modern tarihine (İngiliz sömürgesinden bugünkü monarşiye) ve başkent Maskat’la taşra arasındaki gelgitlere (sömürge döneminden kalma aşiret-monark geriliminin izleri) bakışlar atıyoruz.
Kitapla ilgili tanıtımlarda romanın “üç kızkardeşin hikâyesi” olarak anlatıldığına rastlayabilirsiniz, yalan! Evet, üç kızkardeşin hikâyesini okuyacaksınız fakat çok daha fazlası var, aldanmayın. Mesela babaları Azzan’ın yasak aşkını, üç kızkardeşten Mayya’nın büyük kızı London’un (evet İngiltere’nin başkenti olan) başarısız evliliğini, sonra sık sık karşımıza çıkan Mayya’nın kocası Abdullah’ı ve onun travma dolu çocukluğunu… Ama evet, roman daha ziyade kadınların hayatına odaklanıyor ve muhtemelen yazarın kişisel tecrübelerinden derin izler taşıyor.
Umman’da 1980’lerdeki taşra hayatının, Anadolu’daki hayattan çok da uzak olmaması da ilginizi çekecektir bence. Benim çekti nitekim. Kendi çocuğuna, anne babayı, kayınvalide ve kayınpederi karıştırmadan isim koyabilmenin bir çeşit “özgürlük” hissi uyandırmasından tutun, kıskanılan insanlara büyü yapmaya ve çok eşliliğin “kılıfına uydurulmasına” kadar, çocukluğumda duyduğum pek çok hikâyeye burada da rastladım.
Gelelim kitabı okurken neden zorlandığıma… Her bölümü farklı bir karakterin bakış açısından okuduğumuz romanda en önemli “icat” derli toplu, peşinden sürükleyecek ve sonunu merak ettirecek bir konunun (plot) olmaması. Evet bazı karakterlerin hikâyelerini uzun uzadıya takip ediyoruz, hatta bu çok seslilik sayesinde farklı farklı yönlerini de keşfetme şansımız oluyor, fakat romanın yapısındaki bu dağınıklık (yer yer bana Kuran’daki konu dağınıklığını hatırlattı, belki Arap edebiyatının bir cüzüdür, hâkim değilim) iki seçenek bırakıyor: Ya bir çırpıda (yaklaşık 200 sayfa) oturup okumalı, ya da benim yaptığım gibi başka kitaplar okurken tatlı niyetine günaşırı bir iki bölüm okuyarak tamama erdirmeli.
(Bu arada yazarımız Jokha al-Harthi, İngiltere’de Arap edebiyatı üzerine doktora yapmış ve şu anda memleketi Umman’da ders vermekte.)
Kitaptaki parçaların çoğu (Arapça orijinalinin dil yönünden çok güçlü olduğu vurgulanıyor genelde) orijinallik yönünden vasatın üstünde, bazı bölümler hayli parlak. Aşağıdaki kısa parça, romanın bütünüyle pek de ilgisi olmayan fakat muhtemelen yazarın inanç ve düşünce dünyasında yankısı bulunan bir hikâye. Umarım siz de beğenirsiniz çünkü ben çok beğendim…
NOT: Bu e-bültene (fanzin) abone olmak için aşağıya e-posta adresinizi yazabilirsiniz
Kuzen Mervan
Henüz küçük bir çocukken bile Mervan, annesinin ona hamileyken gördüğü rüyanın hikâyesini ve Fâkih Yusuf’un o rüyayla ilgili yorumunu biliyordu. Bir oğlun olacak, demişti Yusuf, erdemli ve iyi bir oğlan. Saf, temiz ve önemli bir adam olacak. Annesi ona Muhammed ya da Ahmed ismini vermek istemişti fakat yeni doğanın zaten bu isimlerde kardeşleri vardı. Bu yüzden, kendisini büyüten ve merhum kardeşinin adından hayır umarak, Mervan ismini koydu. Oğlunu derinden inandığı rüyası istikametinde yetiştirdi ve zamanla herkesin benimseyip kullanmaya başlayacağı bir ikinci isim de verdi ona: Masum. Annesi daha küçük yaşlarda Mervan’da ilim aşkı ve imana düşkünlük uyarmak için çok çalıştı ve onu bir gölge gibi takip etsin diye camiye, Şeyh’in yanına gönderdi. Mervan böylece kalbi ibadetle haşır neşir olarak büyüdü.
Masum Mervan bütün gayretini Hadis-i Şerif’leri hıfzetmeye harcadı. Sırf bu bile onun seçilmişlerden olduğunun, Allah’ın zatının gölgesinden başka hiçbir şeyin gölgesinin olmadığı Kıyamet Günü’nde onu kollayacağının, deliliydi. Mervan, Allah’a harfiyen itaat ederek büyüdü. Kalbi ibadete o kadar düşkündü ki diğer çocukların oyunlarını ve malayani şeylere ilgilerini küçük görüyordu. İnsanların nafile eğlencelere vakit harcamalarına bir mana veremiyordu. Rabbinin yarattıklarını sükûnetle tefekkür etmekten onu alıkoyacak havadan sudan konuşmalara ya da benzeri şeylere de tahammülü yoktu. Onu sarmalayan bu saf, küçük dünyaya kendini kaptırmıştı. Ailesi al-Awafi’yi bırakıp Wadi Aday’a taşındığında, camiye yakın bir ev tutmuşlardı ki böylece çocukları oradaki caminin eşiğinde büyüsün ve bilhassa bu yeni ortamda kendini adadığı hayattan uzak kalmasın.
Hamad, Muhammed ve Kasım’dan sonra dört numaralı çocuktu. Ondan sonra Hilal ve Asım doğmuştu. Fakat kendisi de erken yaşta farkına varmıştı ki onun kumaşı farklıydı ve ailesinin onunla gurur duyduğunu da içten içe biliyordu. Kendi hakkında nasıl konuştuklarını duyuyordu. Kardeşleriyle oynamaktan ya da onlarla fazlaca konuşmaktan uzak duruyordu. Onların saçma sapan problemleri, benzersizliği rüya âleminde bildirilmiş, büyük ameller işlemeye yazgılı birine layık şeyler değildi.
Masum Mervan gece gizlice anne babasının yatak odasına girip babasının cüzdanında bulduğu bütün parayı çaldığında on üç yaşındaydı. Ertesi gün babasının bastonuyla kendi kendinin hakkından gelmiş ve iki hafta oruç tutmaya yemin etmişti. Üç ay sonra ise ağabeylerinin odasına sokulmuş ve Kasım’ın cüzdanındaki parayı çalmıştı.
Mervan on altı yaşını doldurduğunda, hırsızlıklarına kefaret olsun diye yekûnu sekiz ay on dört günlük oruç tutmuştu. Komşular yüzünden nur aktığına ve dünyanın geçici nimetlerinden uzak durduğu için gözlerinden ahiretin sonsuz güzelliklerinin okunabildiğine yeminler ediyorlardı. Genç kızlar onun aheste, sakin, kibar, hiçbir şeyden korkusu olmayan birinin temposundaki yürüyüşüne sırılsıklam âşıktı. Onun hiçbir kızın bakışıyla buluşmamış vakarlı gözlerine hayranlık duyuyorlardı. Hiç kimse onun çaldıklarının kefareti olarak sırtında kendi kendine açtığı yaraların izlerini görmemişti – ki çaldıkları arasında artık sadece para değil saatler, kıyafet parçaları, hatta annesinin küpeleri ve ayakkabıları da vardı. Şimdi çoğu zaman sadece beyaz giyiniyor ve çok çok az konuşuyordu. Yüzü fazlaca oruç tutmaktan iyiden iyiye solduğunda bile, herkes onun takva sahibi bir Allah dostu olduğunda hemfikirdi.
Evet, Mervan on altıncı yaşının sonuna erdiğinde, sekiz ay on dört gün oruç tutmuştu fakat içten içe biliyordu ki bu onu hırsızlıktan alıkoymayacaktı, çünkü çaldığı hiçbir şeye ihtiyacı olmadığının da gayet farkındaydı. Bu davranışının temiz fıtratında meydana getirdiği şok dalgalarıyla başa çıkabilmiş değildi henüz. Ne düşünebilirdi ki? Vaktinin çoğunu camide ibadetle geçiren, aynı zamanda geceleri odalara girerek değersiz eşyaları çalan bu mahlukun gerçekten kendisi olduğuna inanamıyordu. Bu durum onu paramparça etti; bedeninin birbirinden koparak ikiye bölünürken çıkardığı sesi neredeyse duyabiliyordu. Annesinin rüyası ve yüce benlik algısı, malayani oyunlar ve zevkler, hepsi birbirine girmişti. Ve Mervan, Allah’ın bizzat cennetteki heybetli kürsüsünün gölgesiyle örteceği Mervan, hırsızdı. Hırsızdı. Gözlerini yerden kaldırmaya korkan, kendini temiz tutmak için hep rikkatli davranan Masum. Hırsızdı. Allah’a adanan ve müjdesi kendinden önce gelen Mervan. Hırsızdı. Onun tertemiz elleri muhtaç bile olmadığı ve asla kullanmayacağı nesnelere çalmak için uzanmıştı.
Masum Mervan sırrını hiç açmadı. Başkaları ona kıymet verdikçe, o kendini hor görüyordu. Kendinde bir kıymet buldukça, başkalarından tiksiniyordu. İçindeki parçalanmanın avaz avaz yankılanan sesine kulaklarını tıkadı fakat başka kimse de duyamıyordu. Etrafındaki çember daha da daralmıştı, kimsesi kalmamıştı. Kalbi acı içinde dilim dilim olurken, kendini oruca, inzivaya ve ibadete vermişti.
Mervan sırrını kimseye söylemedi. Yalnızlığı ve kimsesizliği içinde, kendisine yol göstersin diye ellerini Rabbine açmaya da cesaret edemedi. Mervan için doğru yol belliydi. Tek yol vardı. O Masum’du ve böylece, insanların onu bildiği, annesinin ondan umduğu ve kendi kendini ikna ettiği gibi tertemiz kalmalıydı. Hırsızlık eden elini eğer tekrar hırsızlığa yeltenirse kesecekti.
Babası öldükten ve annesi matem inzivasından çıktıktan sonra, bir gece annesinin odasına süzülmüş ve onun yeni parfümünü, babasının gümüş hançerini ve masada bulduğu cüzi miktar parayı çalmıştı. Seher vaktinden az evvel, hırsızlık ettiği elinin bileğini hançerin sivri ucuyla kesti. Her daim masum, her daim yalnız Mervan kan kaybından öldü.