Geçenlerde izlediğim bir Polonya filminin etkisiyle, sizlere güzel bir Doğu Avrupa filmleri seçkisi hazırlamayı kafaya koymuştum ki, meşhur yönetmen Martin Scorsese’in “çığlığını” duydum. Bir tepeye çıkmış, kavmini uyarmaya gayret eden bir peygamber edasıyla, “Sinema bir büyüdür kardeşlerim, onu elimizden almayın,” diyordu, Harper’s Magazine için yazdığı makalede. (Türkçe çevirisi için link.)
Sinema filmlerini bir “içerik” olarak gören ve onları “benzerliklerine” göre sıralayarak “tüketici” adını verdiği izleyiciye sunan Netflix tarzı yayın platformlarının, bu büyüyü öldürebileceğini söylüyordu Martin Scorsese. Ardından şu soruyu soruyor: “Eğer seyircinin ne izleyeceği daha önce izledikleri üzerinden ‘öneriliyorsa’ ve bu öneriler sadece konuyu veya türü baz alıyorsa, bunun sinema sanatına nasıl bir etkisi olabilir?”
Yazıda film seçkileriyle ilgili de güzel bir paragraf var:
“Bir film seçkisi yaratmak anti-demokratik ya da “elitist” (bu terim son zamanlarda o kadar çok kullanıldı ki anlamını yitirdi) değildir. Kürasyon aslen cömertlikle ilişkilidir*; sevdiğiniz ve size ilham veren şeyleri paylaşmanızdır bu cömertlik. Algoritma dediğimiz şey ise tanımı gereği, izleyiciye yalnızca bir tüketici muamelesi yapan hesaplamalara dayanır.”
(*Efendim bu fanzinin yegâne motivasyonu da bu cömertliktir, öhöm öhöm!)
Gelelim benim seçkiye. Bir sinefil değilim, sinema tekniği ile ilgili uzun boylu bilgim yok. Bütün Doğu Avrupa filmlerini de taramadım. Ama beyaz perdede ya da ekranda iyi hikâyeler görünce heyecanlanıyorum. Bu heyecanımı sizinle paylaşmak istedim. Daha geniş bir Doğu Avrupa filmleri seçkisi için şuraya gidebilirsiniz: link.
Benim size anlatacağım filmlerse aşağıda… Bu haftasonunda belki birkaçını seyretmek istersiniz. İyi seyirler!
NOT: Bu fanzine (e-bültene) abone olmak ve bu türlü “içerikler” almak isterseniz, e-posta adresinizi aşağıya bırakın…
4 luni, 3 saptamâni si 2 zile (Romanya, 2007)
Türkçesi “4 ay, 3 hafta ve 2 gün” olan bu film bir kadının, kürtajın yasak olduğu 1980’lerin Romanya’sında, arkadaşının kürtaj olabilmesi için yaptığı fedakârlıkları anlatıyor. Alabildiğine sert bir hikâyeye sahip filmde, yönetmenin bu fedakârlığı ödüllendirmek için kadını “İsa’nın son yemeği” tablosuna benzer bir manzarada, bir yemek sofrasına oturtması çok etkileyici gelmişti.
Romen yönetmen Cristian Mungiu’nun daha sonra çektiği “Dupa dealuri” (2012) ve “Bacalaureat” (2016) isimli filmleri de çok güzeldir. Özellikle bu sonuncudaki sosyo-politik ortamı Türkiye’ye çok benzetmiştim.
Zimna wojna (Polonya, 2018)
Filme adını veren Soğuk Savaş’ın ortasında, komünist Polonya’dan Fransa’ya kaçmaya çalışan âşıklar… Romantik bir film bekliyorsunuz fakat Doğu Avrupa filmleriyle ilgili o tuhaf şey sizi çarpıyor: Hayat, sizin kaprislerinizi çekecek kadar esnek olmayabiliyor her zaman. Yapmanız gerekeni yapıp ardından sonuçlarına katlanabilecek metaneti kendinizde bulmalısınız. Tabi bu sizi ezip geçen bir deneyim de olabilir.
Bir hikâyeci zamanı gelince hikâyenizi yazıp insanların size sempati duymasını sağlayabilir ama gerçek hayatta böyle şeyler yoktur… Evet, siyah beyaz, karanlık bir film!
Przypadek (Polonya, 1987)
Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin adını duymuşsunuzdur. “Üç Renk” isimli üç filmlik, hayli yoğun bir seriye sahiptir. Ayrıca 10 Emir’in modern hayattaki yansımalarını gösteren Dekalog isimli mini-diziyi de yapan adam. Polonya sineması deyince adını herkes söyler size.
1987 yılı yapımı “Kör Talih” isimli bu filmde, çok basit görünen detayların insan hayatını nasıl etkilediğini anlatıyor. Witek isimli bir genç, trene yetişmeye çalışır. İlkinde, son anda trene yetişir, son vagona oturur ve burada tanıştığı kişi sayesinde komünist olur. Film tekrar bizi istasyona götürür. Witek bu kez treni kaçırır, peronda olay çıkar. Otuz günlük hapis cezası alır. Bu zincir ise onu anti-komünist yapacaktır. Üçüncüde, Witek bu kez trene binmek istemez. Doktor olur, sevgilisi Olga’yla evlenir. Apolitik bir insana dönüşür.
Detaylar için filme buyurunuz…
Boże Ciało (Polonya, 2019)
Yazının başında bahsettiğim, beni bu listeyi yapmaya iten film işte bu. “Corpus Christi” ismiyle dünyada arzı endam ediyor. Islahevinden çıkan genç Daniel, burada gördüğü din eğitiminin de teşvikiyle, aslında çalışmaya gittiği uzak bir kasabada kiliseye varıp kendini “yeni peder” olarak tanıtır.
Dinin anlamı, inancın dışavurumu ve dini kurumların işlevi gibi konuların etrafında ustaca dolaşıyor. Bence kaçırmayın!
Mandariinid (Gürcistan-Estonya, 2013)
Bu film Türkiye seyircisi arasında bir hayli popüler sanırım. İsmi aşina gelmiştir: “Mandalinalar” demek.
Gürcü-Çeçen savaşına uzanıyoruz. Dağ başında, hemen herkesin terk ettiği bir köydeyiz. Ivo isimli yaşlı bir adam, diğerleri gibi terk edip memleketi Estonya’ya gitmek istemiyor. O sırada yakınlarda bir çatışma oluyor ve bir Gürcü bir de Çeçen askerini yaralı olarak evine alıyor.
“Ivo’nun evi” bir barış adacığı. Burada kimse kimseyi öldüremez. Oturur küfürleşiriz, hakaretler yağdırırız ama nihayet ekmeğimizi de bölüşürüz. Ivo, hakemimizdir. Seyrederken, Ivo’ların çoğalması için dua ediyorsunuz…
Saul fia (Macaristan, 2015)
Bu filmle ilgili bir yorum okumuştum, aklımda kaldığı şekliyle şöyle diyordu: “Tam da artık farklı bir Holokost filmi yapmak mümkün değil derken ortaya çıktı.”
Evet, İkinci Dünya Savaşı’ndaki toplama kampları hakkında yüzlerce hikâye anlatıldı ve fakat bu o kadar büyük bir vahşet, burada yaşananlar o kadar sıra dışı şeyler ki, ne zaman bir Holokost hikâyesi duysam kulak kabartıyorum.
“Saul’un Oğlu” küçük bir çocuğu insana yaraşır şekilde gömmek isteyen bir adamın, Macaristan’da bir Yahudi toplama kampındaki çabalarını konu ediniyor. Film boyunca kamera, Saul’un sırtında onu takip ediyor.
Seyretmesi ayrı zor, hazmı ayrı zor bir yapım.
Aleksandra (Rusya, 2007)
Yaşlı bir Rus kadın, Çeçenistan’ın içlerindeki bir askerî birlikte görev yapan torununu ziyarete gider. Saçları ağarmış, aklı gidip gelen ve yılların sosyo-politik baskısı altında sessizliğe gömülmüş bir kadının gözünden savaşı, savaş araçlarını, düşmanlığı ve yıkımı seyrediyoruz.
Sanat filmlerini ya da iyi yazılmış edebî eserleri diğerlerinden ayıran şey, klişelere kaçmanın çok kolay olduğu yerde, orijinal söz söyleyebilmeleridir. Aleksandra da öyle.
Teströl és lélekröl (Macaristan, 2017)
Birbiriyle tamamen alakasız, uyumsuz genç bir kadın ve orta yaşlı bir adam, aynı işyerinde çalışıyorlar. Bir şekilde haftalardır aynı rüyayı gördüklerini öğreniyorlar. Bu, aradaki ilahî/kozmik bir bağa mı işaret? Yoksa basit bir tesadüf mü? Eğer bu bağ varsa, onu gerçek hayatta keşfetmek mümkün mü? Bütün tesadüflerin peşinden gidebilir miyiz? Gitsek ne olur, gitmezsek ne olur?
Sadece iyi bir hikâye bulmak yetmez, onu iyi de anlatmak gerekir. Bu film de bunu başarıyor. Romantik bir film mi? Öyle görünse de, çok emin değilim.
Aferim! (Romanya, 2015)
Tek kelimeyle muhteşem bir film.
1835 yılına, Romanya taşrasına gidiyoruz. Osmanlı’dan ayrılmak üzere bir prenslik. Bir yanda Rus etkisi, bir yanda Romen aristokratların kurmaya çalıştığı yeni düzen. Ama filmde bir taşra polisi, aristokrat efendisinden kaçan Çingene bir köleyi yakalamaya çalışıyor. Sonra da onu tekrar efendisine götürmeye…
Sanki o yıllara bir kamera götürülmüş ve olup bitenler olduğu gibi kaydedilmiş gibi. Filme adını veren “Aferim” elbette Türkçe’den o dile geçmiş bir kelime. Türkçe’yi sık sık duyuyorsunuz zaten. Film bana, yaşadığımız çağın insana ve hayata dair düşüncelerimize, hayat tarzı dediğimiz o şeye nasıl da kökünden etki ettiğini hatırlattı. Ve tabi 20. yüzyılın nasıl büyük bir dönüşüm çağı olduğunu.
Mutlaka izleyin!