Üniversiteye başladığımda, 2004, henüz Twitter yoktu. Ekşi Sözlük vardı ama herkes yazar olamıyordu. Onun yerine okul öğrencilerinin kullandığı bir ‘forum’ vardı—adına da ‘newsgroup’ denirdi. Orada herkes kendi kullanıcı adıyla çeşitli konularda yazıp çizer, bazen de duyurular yapardı.
Kimi zaman tartışmalar hararetlendiğinde, okulun şimdi rahmetli olmuş rektörü, bizi bir amfiye toplar, “Buyurun yüz yüze konuşalım!” derdi. Nüfusu az bir üniversite olmanın avantajları! Yüz yüzeyken, inanmazsınız, tansiyon düşerdi. Ama konumuz bu değil. (Bu arada bu yayının adı olan ‘kuyu’, üniversitede birkaç arkadaşla çıkardığımız edebiyat fanzininin adıydı. Gücenmezler umarım.)

O forumda sevdiğim bir arkadaşım, zaman zaman şöyle duyurular yapardı: “Okeye ikinci, üçüncü, dördüncü, bir de okey takımı aranıyor.” (Şakayı bilmeyenler için not: Genelde okeye dördüncü aranır, diğer her şey tamamdır.) Bu projenin de o çağrıya benzer tarafları var.
Bir süre önce ‘yazıp çizmek’ için “newsletter” (e-bülten? ısınamadım!) formatının çok şık olacağını düşünmeye başladım. Aslında aklıma bu fikri düşüren, Electric Literature e-dergisinin (her şeyin başında bir ‘e-’) bülteniydi. Ara sıra oradan gönderilen ve e-posta (bak gene!) kutuma düşen kısa öykülerin beni heyecanlandırdığını fark ettim. 8 milyar insan içinde yalnız olamazdım!
Sağı solu kurcalarken, Journo websitesinde şu röportaja denk geldim: link. Özellikle gazeteciler için e-bültenler son yıllarda yeni bir soluk olmuştu. İlla ki bildiğiniz, abone olduğunuz girişimler vardır. Gazete olarak Aposto News ve Kapsül’e aboneyim ben de. (Başka bildiğiniz güzel e-bültenler varsa yorum kısmına bırakın lütfen!)
Ara sıra yazdığım kısa hikâyeleri eşe dosta ve bu arada merakını çelebileceğim, tanımadığım birkaç kişiye gönderirim diye hesap ederken, tanıdığım ve katkı sunabileceğini düşündüğüm birkaç kişiye de bu fikri açmak geçti içimden. Umarım bu projeyi görür görmez, o konuşmaları hatırlayıp içerik göndermeye, daha ben sormadan, heves ederler!
E-bülten işi için Mailchimp’i düşünüyordum başlangıçta. Orayı keşfetmeye çalışırken, Substack’i gördüm. Özellikle Amerikalı gazetecilerin akın ettiği bir mecra burası. Yerleşik medya kurumlarında çalışanlar, Substack’i tercih eden gazetecilere, “Editör baskısından kaçtılar!” diye takılıyor bazen.
Ama daha eğlencelisi, The Guardian’da konuyla ilgili çıkan yazıydı. Yazarı, kendi Substack deneyimini aktarırken kendisine yapılan şu şakadan bahsetmişti: “Substack striptiz direğine hoşgeldin, burada biz yazarlar okurlarımız bize bozukluk versin diye dans ediyoruz ve kendimize medyanın geleceği diyoruz.” (Sanat için soyunur muyum? Sanmam.)
Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyorum. ‘Yazıp çizmek’ derken de aslında zihnimde tasarladığım şey bir ‘edebiyat ortamı’ kurmaktı. Klasik manada, belirgin türleri olan bir ‘edebiyat’ değil söz ettiğim. Sosyal medya çağının bize bir kez daha hatırlattığı gerçek şu ki, insanlığın en değerli varlığı bu dünyadaki deneyimi. Hatıralar, hayaller, keşifler, hayal kırıklıkları, teselliler, pişmanlıklar, itiraflar, duygular, akıl yürütmeler, korkular, bilinçaltı sayıklamaları, rüyalar, nostalji…
Bütün bunlar zaten iyi bir edebiyatın içeriğini oluşturuyor ve neredeyse sınırsız biçime girebiliyorlar. Dolayısıyla bir insanın kendi deneyimini anlattığı hemen her şeyin edebiyat olduğunu düşünüyorum. “Bazen bir tweet bile mi?” Evet, bazen bir tweet bile. Çünkü orada keşfedilmeyi bekleyen bir ‘anlam’ var. (Peki, tamam, belki de anlamsızlık. Ama zaten anlamsızlık, ‘anlam’ın zıddı değil, onun başka bir formu değil midir?) Doğru bağlam (context; şu kelimeye güzel bir Türkçe karşılık bulamadık bence hâlâ) oluşturulduğunda, hayat, evet sanattır.
Hem ne diyordu İbn Zerhani? “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.” (Orhan Pamuk’un yalancısıyız.)
Görsel ve sesli kültürün (story’ler, YouTuber’lar, podcast’ler) yazılı kültürü devirmek üzere olduğu günümüzde, böyle bir işe kalkışmak biraz eski kafa bir hareket, biliyorum. Ama hayret edersiniz, Substack podcast’lerinizi ya da videolarınızı da yükleyebilme imkânı sunuyor! Bu durumda, sürprizlere açık olun.
Yazmak, malumunuz, iletişim kurmaktır. Bu sebeple en az bir ‘alıcı’ya (ergo okura) ihtiyacımız var. Okur sayısı arttıkça, ‘verici’ (ergo yazar) sayısının da artacağını düşünebilirsiniz. (Söz veremiyorum ama çabalayacağım.) Tabi sadece okumak yetmiyor, nereden bilelim gerçekten okuduğunuzu? Tepki verin! Substack’te beğenme, yorum yapma ve sosyal medya hesaplarınızda paylaşma gibi seçenekler var. Bunun dışında e-posta ortamında yazabilirsiniz. Hatta yayınlanması için kendi tecrübelerinizi, uygun olduğunu düşündüğünüz bir edebî formda, gönderebilirsiniz.
Şimdilik bu kadar. Bu yeni deneyimde karşılaşmak üzere!
Aşağıdaki boşluğa e-posta adresinizi yazarak, abone olabilirsiniz. Böylece her yazı, sitede yayınlanır yayınlanmaz e-postanıza da düşer. Harikulade değil mi?
‘Share’ butonuna tıkladığınızda, bu yazıyı sosyal medya kanalınızda paylaşabilirsiniz.
Yorum mu yapmak istiyorsunuz? O hâlde ‘Leave a comment’ butonu sizi bekliyor.
Bu yayına başkalarının da abone olmasını isterseniz, aşağıya tıklayınız.
Sayende substack i keşfettim
güzel bir teşebbüs, tebrik ederim