Şu sıralar The Seven Moons of Maali Almeida (Maali Almeida’nın Yedi Ay Dönümü) isimli bir roman okuyorum. Sri Lankalı yazar Shehan Karunatilaka ikinci tekil şahıs anlatıcı yöntemini kullanmış. Yani hikâyeyi Maali’ye anlatıyor, biz de kulak misafiri oluyoruz gibi. Tabi örnekleri çok bunun ama şimdi okurken bana aşağıdaki hikâyeyi (aslında tam olarak ilk cümleyi “Sabahın dördü, çorbacıdasın,”) ilham etti. Ortaya geçen hafta başlayıp bitiremediğim için bu haftaya sarkan bir hikâye çıkmış oldu. Hikâyelerimi pek beğenmiyorsunuz ama ben de yazmadan duramıyorum. Bakalım buna ne diyeceksiniz (bir şey desenize). Afiyet olsun. (Bu arada tamamı epostaya sığmayabilirmiş, o yüzden en altta “tamamını tarayıcıda görüntüle” mealinde bir yazı görürseniz, tıklayın.)
Çorbacıda bir adam
Sabahın dördü, çorbacıdasın. Sarımsak ve sirke kokuları sis gibi çökmüş içeri. Az evvel garsonun önüne bıraktığı cam bardaktaki yansımana dalıp gitmişsin. Bir aydır hemen her gece, gün ağarmaya yakın, buraya gelip dumanı üstünde bir kase işkembe çorbasını kursağına indiriyorsun. Kimse olmuyor yanında, lokantanın çalışanları dışında kimseyle konuşmuyorsun. Ama uzaktan seni izleyenler bir beklenti içinde olduğunu şıp diye anlar. Çünkü yalnız insanlar, iki türlüdür. Bir kısmı umudunu tenhada boğazlayıp nehre atmıştır. Gözleri kapkara bir boşluktur onların, yalnızca içeri bakar. Başka insanların hâlleriyle ilgilenmezler. İyi bilirler ki bir insandan tiksinmek için bile insanlıktan hâlâ umutlu olmak gerekir. Ama diğerlerinin, senin gibilerin yani, nazarları hep dışardadır. Birisi bir laf atsa da muhabbet doğsa, eski bir tanıdık süzülse kapıdan şimdi, tek başına karnını doyurmaya gelmiş birisi masanın uzak ucuna ilişse, taze ekmek sepetini uzatsan. Kalbin nasıl da kıpır kıpır oldu değil mi?
Bir aydır işe gitmiyorsun. Onca nizadan sonra bütün gemileri yakıp geldiğin, seni baş tacı eder sandığın bu şehri de terk edeceğini düşünüyorsun ama bir türlü harekete geçemedin. Ayak sürüdüğünden değil. Ev sahibinin telefonlarını açmamak şu sıralar hayattaki tek inadın. Bir anda kaybolsan ortadan kimsenin umurunda olmaz. Vedalaşacağın bir Allah’ın kulu yok. Aslında bu yüzden gidemiyorsun. Varlığının koca bir boşluğa tekabül etmesi kanına dokunuyor. Buraya ilk geldiğinde neler hayal etmiştin oysa. Kimseye muhtaç değildin. Aileni, arkadaşlarını bir çırpıda silebilirdin. Nereye gitsen eskisinden daha sıkı bağlar kurabileceğine inanmıştın. Eski hayatındaki insanların aksine anlayışlıydın ya hani, insanları yargılamıyordun, her durumda nefes almanı sağlayacak tebessümler ve tatlı sözlerle donanmıştın. Geldiğin yerdekiler senin kıymetini bilmemişti, öyle düşünüyordun.
“Abi limon kalmamış, limon suyu var, olur mu?” Tıfıl garsonun sorusuyla uykudan uyanır gibi kaldırıyorsun kafanı. Limon nasıl biter yahu, diyorsun içinden. Sana boş boş bakan oğlana bir şeyler demek istiyorsun. Mecalin olsa, “Mahcup olma birader, limon yoksa yoktur,” derdin değil mi? İyi bir şey yaptığını düşünürdün sonra. Göğsün kabarırdı, kollarını üstünde kavuştururdun. Ama kafanı öne doğru hafifçe eğmek dışında bir şey gelmiyor elinden. Lokanta ahalisinin başlangıçtaki sevecen tavrıydı seni buraya bağlayan oysa. Daha kapıyı açar açmaz, “Her zamankinden mi?” diye soran şefin samimiyetine kanmıştın. Yarana pansuman gibiydi. Eve dönüş yolunda bu sıcaklığı üstünde ince bir battaniye gibi taşıyordun. Ama gardın düştü bir kere, ne mal olduğun artık çarçabuk anlaşılıyor. Basmakalıp laflarla, suni tavırlarla geçiştirdin onları. Yüzündeki zoraki gülümsenin içinde acımasız bir aşağılama saklandığını insanlar fark etmiyor mu sanıyorsun? Konuşurken araya sıkıştırdığın şakalarla onları çocuk yerine koyduğunu anlamıyorlar mı? Onlara kendini beğenmişliğinden başka bir şey vermediğini görmüyorlar mı dışarıdan?
Bu yüzden kaynar çorbayı masana bırakıp bir afiyet olsun bile demeden uzaklaşıyorlar epeydir. Başka müşterilere gelince, sabahın o saatinde bile, şen şakraklar. Hâl hatır soruluyor, bir servis tabağı dolusu lahana, domates ve salatalık turşusu ikram ediliyor. Ekmek sepetinde somun hiç eksik olmuyor. Çay demli isteniyorsa demli, açık isteniyorsa açık. Buna mukabil kimse seni merak etmiyor baksana. Yolda saat sormak için birine ihtiyaç duyanlar sana rastlamışlarsa vazgeçiyorlar zamanı kollamaktan. Dilenciler seni görünce yüzlerini düşürüyorlar. Ne zamandır kimseyle göz göze bakamadın şöyle adamakıllı. Gece insanları savunmasız olur sanmıştın ama orada da yanıldın. Ruhunu bir kıyafet gibi üstüne geçirmişsin, çocuklar bile fark ediyor içindeki yırtıkları, kırışıklıkları, lekeleri. Biri sana azıcık meyledecek olsa, doğduğuna pişman edersin onu. Gelecek vaat eden hisleri daha filizlenmeden toprağından söküp atarsın sen.
Limon suyunu döküp dökmemekte tereddüt ederken şimdi bunlar aklının ucundan bile geçmiyor. Her şeyin farkındasın kendin dışında. Plastik şişeyi evirip çevirirken elinde, aslında aynaya baktığını anlamıyorsun mesela. O sensin, ucuz plastiğin içinde limon suyu taklidi yapan ne idüğü belirsiz bir sıvı. Kaseye kaşığını daldırınca yüzün düşüyor. Mutfaktaki ustalar artık kıvamlı ve bol taneli göndermiyor çorbayı. Sana özel bu kötü muamele hoşuna gidiyor içten içe. Seninle uğraşmalarını olgunlaşmayı becerememelerine veriyorsun. Kaşığına gelen işkembe tanelerini çiğnemeden yutuyorsun hemen. Hemen her şey gibi, çocukluğundan beri herkese anlattığın işkembe çorbası hikâyesi de yalan. Sabahın köründe bu lokantada tutunacak bir şeyler arıyorsun ama nafile. Herkes farkında üstelik. Lokantanın lekeli cam bardakları, üzerleri çizik çizik tahta masaları, tavanda gelişigüzel dizilmiş hissi veren spot ışıklar, çabucak kalkılmazsa bel ağrıtan sandalyeler, iyice çekilmezse açılmayan kapı. Herkes.
Günün sana vereceği bir şey kalmadı. Gecelere açıyorsun avucunu. Bu saatlerde şehrin sokakları bir hayli tenha. Terk ettiğin gibi değil. Burada herkesin bir meşgalesi var sanki. Evsizlerin bile alıştıkları bir düzen. Caddeden geçen lüks arabalara el eden travestilerin, devriye gezerken onlara rastlayınca aracı durdurup kaçışmalarını gülerek seyreden polislerin, dar sokakların başlarında bekleyen karanlık tiplerin. Daha demin kumarda büyük paralar kaybetmiş ya da bir hayat kadınının koynundan çıkmış evli barklı çirkin adamların dönecekleri bir evleri var. Sen ise yaz günü bile buz kesmiş yatağına yığıldığında bunları hak etmediğini sayıklayacaksın yine. Hatasızlığına o kadar güveniyordun ki, çok değil birkaç mevsim evvelinde, herkese sırtını döndün, kimseye şans tanımadın. Nasıl da güçlüydün. Nasıl da kıpır kıpır. Hayata meydan okumanın keskin tadı vardı damağında. Askerliğini yaptığın, yani az çok tanıdığını düşündüğün bu şehirde bir de iş bulmuştun. Seni havada kapmışlardı. Büyük şehirden sıkıldığını söylemiştin onlara. Bir valizle çıkageldin.
Yalan yok, ilk günlerinde uyumluydun da. Alttan almaya, aptal gibi görünmeye, başkalarının başarılarını kabullenmeye, senden daha akıllı, daha becerikli insanların da var olabileceği fikrine teslim olmuş gibiydin. İş çıkışı yemek davetleri alıyordun, bazı hafta sonları pikniklere, brunchlara gidiyordun. Tırmanışlar, hikingler, doğum günü partileri. Muhasebedekiler Cuma’ya çağırıyordu seni. Kendilerini kötü hissettirmeden saatler geçirebiliyordun insanlarla. Mesrur ve mülayimdin. Giyimine kuşamına dikkat ediyordun. Arabanı satmış bisiklet almıştın. Yağmurlu günlerde tepeden tırnağa ıslanıncaya kadar yürümeyi âdet edinmiştin. Yavaşlamak seni kendine getirmişti. Ama henüz kimseyle gereğinden fazla yakınlaşmamıştın. Neyi beklediğini bilmeden bekliyordun. Korkuyordun belki. Kendinde, hani kontrolün altında olmayan, sen öyle düşünürsün ya, bir yanlışlık mı sezmiştin? Ya geride yanlış iliklediğin birkaç düğme varsa? Ya geçmişin hayaletlerinden bir türlü kurtulamazsan? Gemini yanaştıracağın bir liman da kalmamışken üstelik.
Alışkanlıkla bağımlılık arasında önemli bir fark vardır. Alışkanlığı değiştirmek mümkün ama bağımlılıkla ömür boyu mücadele etmen gerekir. Tam onu yendiğini düşündüğün anda her şeyini kaybedebilirsin. Kumar masasındasın her daim. Dikkatini bir an bile düşürmemen gereken bir mücadelenin içinde. Gelgelelim sen bağımlılıklarından habersizdin. Bu sebeple başlardaki çekinikliğini çabuk attın üzerinden. Bu şehirdeki ilk kurbanını hatırlıyor musun? Yüzündeki maskeyi fark etmesi hayli zaman almıştı kadının. Hikâyeni senin ağzından dinleyenler için mağduru sensin yaşananların. Yırtıcıların arasında büyümüş masum bir yavru. Zamanı gelince orayı terk etmek tek sonuçmuş gibi görünüyor anlatıcı sen olunca. Bastırıyorsun bütün başka ihtimalleri. İyi yapmışsın, diyorlar. Tatmin oluyorsun. Bu bir kurnazlık değil, hadiselerin bu şekilde geliştiğine inancın tam. Samimisin ol sebeple. Halbuki sen bir avcısın, av değil. Yurdunu terk ettin çünkü memnun değildin yırtıcılığından. Avlayabildiklerin ya sonradan elinden kaçmıştı ya da tüketmiştin onları. Bir başka av partisine doğru yol aldın.
Kurbanını özenle seçmiyorsun belki, hayır her şeyi en ince detayına kadar düşünecek kadar takıntılı değilsin, ama içgüdüsel bir maharetin var doğru kişiyi bulmak konusunda. O kadının tek günahı da işte sana karşı yelkenleri çabucak indirmesiydi. Sevgisinde özenliydi, kullanılmamış kelimeler sarf ediyordu seninle konuşurken. Yüzüne bakarken gözleri o kadar şeffaflaşıyordu ki, ilgiye ne kadar susadığını hatırlatmıştı sana. Böylece kontrolü kaybettin yine. İştahın kabardıkça kabardı. Böyle anlarda korkularınla, kaygılarınla, arzularınla hareket ediyorsun yalnızca. Düşünmüyorsun. Senden gayrı bir dünyası olmasına içerledin, başkalarıyla da hususi hisler paylaşabilmesine. Senin gibi değildi. Ona aranızdaki bağı yücelten laflar ediyordun, hep bir yerlerden ezberlenmiş laflar, çünkü elinden kayıp gitmesinden ödün kopuyordu. Dünyası sen olmalıydın, sana kaybettiğin her şeyi o vermeliydi. Yine o döngüye girmiştin, korktukça pençelerini geçiriyordun kaybetmemek için.
Neyi yanlış yaptığını göremiyorsun asla ama artık olacakları önceden sezebiliyorsun. Hemen tereddüt çizgisine çekilmiştin. Kararsızların sığınağına. Suskunluğun fark edilir hâle gelince ceketini alıp çıkan sen olmak istedin. Görkemli bir son. Pelerinini savurarak olay yerini terk eden süper kahraman. Hiçbir sebep sunmadan. Çünkü ne desen ele verecektin kendini. Oysa bu tavırsızlığın bir alıcısı vardı. Yeni arkadaşların sana da ona da kızmıyordu. Bazen olmayınca olmuyormuş. Bak insanlar ne kadar da müsamahakâr. İçindeki koyu karanlığı, dokunduğun her şeyi anlamsızlaştırdığını fark etmeleri için biraz daha zaman gerekliydi. Tersten bir Midas’tın sen. Neyse ki çok geçmeden onlara bu fırsatı verecektin. Ne kadar dikkatli davransan da, ilgiye muhtaçlığını dindiremediğin için sıkkındın. Bu şehirde yaşayanların da pek farklı olmadığı fikri zihnini bir mürekkebin kâğıda yayılışı gibi ele geçiriyordu.
Yaşadığın bu yer, çalıştığın işyeri, kurduğun arkadaşlıklar küçük gelmeye başlamıştı sana. Büyük şeylere yazgılıydın. Bu ufak tefek kaygıların, günlük koşuşturmaların, iki adımlık hayallerin arasında bunalmıştın. Hep sınıfının en akıllısıydın sen. Merdivenleri beşer onar tırmanırdın. Hem de hiç terlemeden, kalbinin ritmi bozulmadan. Şimdi burada, bu basit insanların seni anlamasını beklemek boşunaydı belki de. Kaprislerin seni bir yerden uzaklaştırmış, kabiliyetlerin de başka yerde tutunmanı imkânsız kılmıştı. Yine o zirvelerdeki yalnızlık masalına tutundun. Her hâlinle insanları hor görmeye başlamıştın. Kayıp düşmesin diye yüzüne nakşettiğin maskenin dikişleri atıyordu. Başka biri olmak kolay sanmıştın. Akıllıydın, becerikliydin, bir ömre birkaç kimliği sığdırabilirdin. Başkası olamazsam, eski hâlime dönerim sandın ama orada da yanıldın. İçinden bir ucube çıktı. Sebepsiz yere öfke nöbetleri yaşayan, etrafındaki herkesi huzursuz eden, ne istediğini bilemeyen bir ucube. Artık kimseye gerçekleri anlatamayacağını fark ettiğin an fişi çekmekten başka yol bulamadın.
“Abe çay kalmamış, ustam bu saatte demleyemem dedi.” Genç oğlanın aksanıyla alay ediyorsun içinden. Ama gözlerin yorgun. Masadan kalkıp hesabı ödemeye gidiyorsun. Cüzdanından çıkardığın buruşuk parayı uzatınca yüzünü ekşitiyor şef. İki parça bozuk parayı eline vermek yerine önündeki tezgaha fırlatıyor. Parayla birlikte köşedeki dolu bardaktan iki tane karanfil kurusu alıp dilinin üstüne yerleştiriyorsun. Nefesinin kokusunu gidersin diye değil dilini uyuştursun diye ağzında gezdirmek için. Apartman kapısından içeri girmeden yere tüküreceksin. Tükürdüğün yerde dün geceki karanfil tanelerinin hâlâ durduğunu görüp tıslar gibi gülüyorsun. Hayattaki garip tesadüflerin hep senin hesabına işlediğini düşünürsün. Hafızan kozmik işaretler geçidi. Bir el seni yönlendirecek, bir el seni bütün insanlardan hayırlı kılacak, bir el seni bütün arzuların ve heveslerin ötesine taşıyacak. Hiçbir faninin ulaşamadığı o yere. Çünkü bir tek sen anlayabilirsin varlığın asıl manasını.
İşte şimdi her yer aydınlık ve sen gözlerini kapatıp uykuya dalmak üzeresin. Ve bütün evren nefesini tutup senin uyanmanı bekleyecek. Uyandığında vereceğin kararlara göre hareket edecek. Küsecek misin ona? Meydan mı okuyacaksın? Yargılayacak mısın? Uyan artık, bak herkes seni bekliyor.