Şu sıralar dinleyegeldiğim bir podcast’te (Rest is History) “faşistlerin” TARİH konusunda fazlasıyla takıntılı olduklarından bahsediliyordu. Yani tarihle ilgili her detayı bilmeye sevdalı. Şu sıralar deli gibi Roma Tarihi okuyan kimseler gibi düşünün. Ben de bir süredir bu hususta tefekkür eylediğim için, bu tespitin (bilimsel mi? bilimsel) etrafını azıcık eşeleyeyim istedim. Tabi burada mevzu tarihle ilgili olduğu kadarıyla ve belki daha da fazla takıntılarla ilgili. OBSESSSSYON!
Düzen takıntınız varsa mesela benim bu yazıları okumakta epey zorlanıyorsunuzdur diye tahmin ediyorum. Eliniz (zihninizde beliren kocaman bir el) sürekli bir yerinden tutup düzeltmeye çabalıyordur. Yeni parantezler açıp lafı başka yerlere her dolandırdığımda içiniz çekiliyordur umarım. Çünkü takıntılarınızın üstüne gitmek zorunda olan sizsiniz, takıntılarınızı tetikleyen (trigger’lamak) hayat değil. Evet, kimse kimseyi delirtmese güzel olurdu lakin dünyada yaşıyoruz cennette değil. (Acı çekmeye alışmak, bir yandan uyuşmak da demek olduğundan, dünya hayatı sizi artık hissetmeyene kadar közde tutuyormuş gibi geliyorsa, bu normal.)
Önce neyin ne olduğunu biraz açayım. Podcast’te bahsi geçen faşistler, The Faşistler. Şimdilerde yerli yersiz herkese faşist dendiği için, bunu belirtme ihtiyacı hissediyorum. The Faşistler kim mi? İkinci Dünya Savaşı öncesinde kendilerine düpedüz “faşist” diyen kimseler. Ne acayip değil mi eskiden utanılacak şeyler değildi bunlar. Şimdi insanlar faşistliklerini sizden gizlemek için kırk takla atıyorlar, yahut “faşistlikse faşistlik kardeşim!” diyerek haya perdesini sıyırıyorlar. Bugün ırkçılık diye etiketlenen şeylerin de bundan çok değil yetmiş sene önce “bilimsel” metot olarak kullanıldığını hatırlatalım.
(Hatta bugünkü “bilimsel” çalışmalar içerisinde de önü arkası pek düşünülmeyen özcü yaklaşımlar mevcut. Özcülük kötü mü? Bence kötü. Bilimsel mi? Bilimsel. Keh keh.)
1800’lerin başında köle alıp satan, dededen kalma plantasyonunda köleleri çalıştıran, buradan ürettirdikleriyle deniz aşırı ticaret yapan birinin bir yüzyıl içinde itibarının beş paralık olacak olması, bizzat o köleci toprak sahibinin (yahut o zihni altyapıyı miras alan bir başkasının) zihninin içinde somut bir noktaya tekabül etmeyebiliyor. KOSKOCA BİR BOŞLUK. Başkalarına yaptığımız kötülüğün böyle bir yanı var, biz onu kötülük olsun diye yapmıyoruz. Hâliyle karşı taraftaki travmatik etkileri bize “gülünç” geliyor. Anne babanın çocuklarına ettiği lafların o çocuktaki karşılığını hiçbir zaman tam olarak anlayamaması gibi.
The Faşistler, Naziler, İtalyan paramiliterler, beyaz ırkın üstünlüğüne inanan bir takım ırkçılar (bilim insanları?), bir başka deyişle İkinci Dünya Savaşı sona erip de “yeni bir dünya” kurulmadan evvel sesleri yüksek çıkan, bütün Avrupa’yı kuşatan bu “hissiyatın” (bütün İbn Haldun’culuğumla “asabiyet” de diyebilirdim ama vazgeçtim) bayraktarları, TARİHİ çok iyi biliyorlar. Bilhassa da Roma tarihine meraklılarmış.
SPARTA! 300 Spartalı filminde gördüğünüz bütün o “proto-faşist” (film ilk yayınlandığı sırada buna proto-faşizm, yani faşizmin öncülü, diyorduk gönül rahatlığıyla ama şimdilerde “errrrrkeklik!” diyor olabilirler) nüveler, modern Avrupa’nın göbeğinde bir kabile dansına dönüşmüş biçimde icra ediliyordu.
(Çok enteresandır 19. yüzyılın sonlarında başlayan ve iki büyük dünya savaşını netice verecek militarizasyonun arkasında da, biraz eşelerseniz, Sparta güzellemeleri, babasız [oku: tanrı] kalmışlığın dürttüğü “errrrrkeklik” gösterileri, immatüre ‘medeniyet kurma’ girişimleri vardır. [Medeniyet kuruyoruz, neden, çünkü sıra bizde.] Aynı yıllarda Oswald Spengler’in Batı’nın Gerileyişi’ni yazması diyalektiğin diğer ucundaki korkunun dışavurumu. Spengler, tıpkı kendinden neredeyse bir yüzyıl sonra vatandaşı Angela Merkel’in de katılacağı gibi, Avrupa medeniyetinin İnkalar gibi tarih sahnesinden silinme ihtimalinden korkmuştu. Korku, efendim, muhafazakârlığın temelidir. Muhafazakârlar bunu itiraf etmek istemez yalnızca.)
Hiç anlamadığım bazı şeyler var. Mesela neden bir insan kendisinin “üstün” olduğunu düşünmek ister? Erkekler kadınlardan üstündür, bazı ırklar bazı ırklardan, bazı dinler bazı dinlerden, bazı düşünceler bazı başka düşüncelerden… Hayır, hepsine tepeden bakan ve her şeyi “eşit” gören bir gözün bu dünyada mümkün olduğunu düşünmüyorum. “Tam ideolojisizlik” noktası diye bir şey yok. Hepimizin ideolojisi var. Hiç kimse “ben objektif bakıyorum” diyemez. (Pragmatistler [bir felsefî okul olarak] bir miktar böyle algılanıyorlar yer yer çünkü onlar için fikirler ikiye ayrılıyor yalnızca: İşe yarayanlar ve işe yaramayanlar.)
Benim de var ideolojim (sizden üstün olduğumu bana düşündüren şeyler) ama göstermem. Belki gösteririm ama aşırı kişiselleştirilmiş, benden başka kimsenin içine sığamayacağı ideolojime dokunmanıza izin veremem. İdeoloji illa ki bir “-izm” olmak zorunda değil zira. Düşünme biçimi gibi daha çok. Yani ikimiz de aynı resme bakıyoruz ve farklı şeyler görüyoruz. E çünkü ideolojimiz aynı değil. Uzmanlık gibi değil bu. Bir Picasso uzmanının Picasso resmine bakışıyla, sizin gibi cahil cühelanın bakışı nasıl aynı olsun? Bazı uzmanlar var ki, ve o resmi öyle bir şeye dönüştürüyor ki, Picasso bile o resmi öyle görmemiştir. Çünkü çoklu bakış açılarının güzelliği.
The Zone of Interest filmini seyrettiniz mi? 1940’larda Nazilerin Yahudileri (ve Romanları ve komünistleri ve kalıtsal hastalık sahiplerini ve siyahları ve muhalifleri) topladığı en büyük kamplardan Auschwitz’in hemen dibinde (İngilizce çok sevdiğim kelimelerden adjacent buraya ne güzel denk düşerdi) o kampın komutanı Rudolf Höss’ün evi vardır. Bu bahçeli, mütena evle o büyük kıyımın yaşandığı kampı sadece bir duvar ayırır. Ve film, bizi duvarın bu tarafına, Nazi subayının alelade aile hayatına davet eder.
Çığlıklar, dumanlar, patlama sesleri, yüksek perdeden emirlerin arasında, Nazi subayının karısı Hedwig Hensel (Höss), meyve ağaçları, oraya bir havuz, şuraya bir kamelya kondurarak bu kıyımın kıyısında bir “cennet” inşa etmeye girişir. O duvar, arkasındakileri görmeyi engeller, sözde. Ama film bir noktada şunu düşünmeye iter sizi: O duvar olmasa da, kampta olanlar Höss ailesi tarafından görülemeyecekti. Nitekim kocası her gün bilmem kaç katlı gökdelendeki işine gider gibi gidiyor oraya ve olanlardan hiç de gocunmuyor. Bilakis sabah 9 akşam 5 mesaide. (Hatta filmde gösterildiği kadarıyla bütün Nazi Partisi bugünkü beyaz yakalı çalışanlar gibi davranıyor. Bununla ilgili şurayı okuyabilirsiniz. Evet, kendim yazdım.)
İşte efendim ideoloji dediğimiz şey, tam olarak o duvarın gördüğü işlevi görüyor. Görmeyi reddettiğimiz şeylerin üzerine incecik bir tül çekiyor. Gerçekte olup bitenleri gerçekte olup bittikleri biçimde görmeyi reddedişimizi somutlaştırıyor (aslında soyutlaştırıyor ama somut içinde soyut gibi düşünmek de mümkün). Bahanemiz oluyor. Zira beynimiz bahane ister. O bahaneyi bulunca da hayatı buna bağlıymış gibi yapışır kalır.
Mesela Naziler, tarihe duydukları iştahlı meraktan kendilerine “tarihsel bir misyon” yontmayı başarmışlardı. Onlar için yapılagelenler, yapılması gerekenlerdi. Belki o günkü insanlar bunun zaruretini anlamayacaktı ama tarih onların haklılığını ispatlayacaktı. TARİHHHHHHHH! Oh yeah! “Tarihe not düşüyorum”, “Tarih kazananları yazar”, “Bugünler iyi günleriniz ama tarihin çöplüğüne gideceksiniz!”…
Tarihin insan icadı olduğunu unuttuğumuz zamanlarda, onu bir tanrı yerine koyup adalet dağıtmasını beklerken girdiğimiz tripler.
2004 senesine gidelim (ya da gelelim, biz 1940’larda yaşayanlardan daha yakınız 2004 senesine ama zamanla bu durum da değişecek). ABD, Afganistan ve Irak’ı işgal etmiş, Ortadoğu ve Balkanların en usta kalemşörleri George W. Bush yönetiminin başka hangi ülkelerde rejimi değiştireceğini konuşuyor. O esnada Amerikalı bir gazeteci, Ron Suskind, Beyaz Saray’daki önemli bir kaynağına dayandırarak, şu satırları yazmış:
“[Beyaz Saray yetkilisi], benim gibilerin ‘gerçeklik temelli topluluk’ içinde yaşadığını söyledi. Bu topluluğu da ‘çözümün bilinebilen, ayırt edilebilen gerçekliğin sağduyulu, keskin bir biçimde incelenmesiyle ortaya çıkacağına inanan insanlar’ olarak tanımladı. ‘Bugün dünyanın işleyişi bu şekilde değil,’ diye devam etti sözlerine. ‘Biz bir imparatorluğuz [EMPIRE] artık ve biz ne zaman hamle yaparsak, kendi gerçekliğimizi yaratırız. Ve siz o gerçekliği analiz ederken biz tekrar harekete geçer, sizin yine yorumlamaya çalışacağınız yeni gerçeklikler yaratırız. … Biz, tarihin aktörleriyiz… size, hepinize, kalansa onu sadece analiz etmek, yorumlamak.”
Eğer okuduğunuz romanda yahut seyrettiğiniz filmde böyle konuşan bir karakter (muhtemelen villain) varsa, bilin ki çok kaliteli bir kurguyla karşı karşıyasınız. Muhteşem bir maymuncuk. Yapacağınız her şeyi meşrulaştırabileceğiniz, sizi bütün sorumluluklardan azat eden, sıradan insanlarla aranızdaki mesafeyi arşa çıkaran (zira tanrılar katındasınız artık), adeta iradenizin önündeki bütün engelleri bir hamlede tuzla buz eden kudretli bir mantık (logic).
Böyle insanlar da TARİH okuyor, biz de tarih okuyoruz ve gördüğümüz şey, tamamen farklı. Machiavelli’yi düşünün mesela. Elbette kendisi erdemlerden, ideallerden, yüce hislerden ve düşüncelerden haberdar lâkin “bütün silahlı peygamberler muzaffer olmuş, bütün silahsız peygamberlerse yok edilmiştir” diyecek kadar da GERÇEKÇİ (gerçekçilik böyle bir şey değil ama yine de siz bilirsiniz) bir insan. Hâliyle kendisinden “güç” isteyen Prens’e, nasıl “güç” kazanılacağını detaylarıyla, tarihe bakarak tek tek izah etmiş. Eğer Prens ondan “Nasıl erdemli bir kral olabilirim?” sorusuna bir cevap yazmasını isteseydi ne derdi? Bilmiyorum. (Fun fact: O soruya cevap yazdığını zannedenler de başka türlü zalimlikler icat ettiler de, isim verip rencide etmeyeyim.)
Kıssadan hisse: Eğer birisi içinde yaşadığı toplumun tarih bilmemesinden yakınıyorsa, büyük ihtimalle öfkesini keskinleştirecek bir biley taşı aramaktadır.

Benzer bir yanılgı bilginin çeşitli türleri için de geçerli gibi gelmeye başladı son zamanlarda. Bir nitelik (quantity) olarak “çok bilmek” her zaman “doğru bilmeyi” garanti etmiyor. (Kendiyle ilgili çok konuşanlar, kendilerini çok iyi tanıyorlar diye bir şey yok, bazen kendiyle ilgili çok konuşarak kendiyle ilgili bir gerçekten kendini koruyordur.) Çoğu zaman aşırı input (veri girişi) bir noktada zihni bulandırıyor ve A noktasından B noktasına gidecek basit bir yolu, labirente çeviriyor. Kaybolmak iyidir, evet, lakin burada kaybolduğunun farkında olmamakla meselemiz. Yani kendinden emin bir biçimde yapılması gerekeni yaptığını iddia etmekle.
Bu noktada itiraz edip “A noktasından B noktasına gitmek belki de o kadar basit değildir, ha?” diyebilirsiniz. Hem evet, hem hayır. Hayır, çünkü A’dan B’ye gitmek basit. Evet, çünkü A’dan B’ye gidişi hazmetmek, ondaki gizli saklı anlamları keşfetmek, o hareketin ruhta (psikede?) yol açtığı değişimleri ölçmek, biçmek, sınıflandırmak epey meşakkatli. Az evvel bahsettiğim kendinden (bilgisinden) eminlik, bu ikinci eylemi hafifsemek, haniyse onun gerçeklikle bağını hiç görmemek demek.
Çok bilmişliğin sadece “malumatfuruşluk” kısmından bahsetmiyorum. Bizatihi teknolojinin (Gutenberg’den beri) bizi getirdiği noktayı gözüme kestiriyorum. Zihnimizi “input” yorgunu kılan, ekran başında yaşama hâlimizden ve maalesef hepimizin zihnî melekelerinin bunların hepsini sindirebilecek kadar gelişkin olmamasından bahsediyorum, ezcümle.
Televizyona “aptal kutusu” denmesinin sebebi neyse, bugün bunun bin kat fazlasını yaşıyoruz ve bilginin istilasıyla karşı karşıyayız. (Bu sebeple belki de Yapay Zeka denen alete her zamankinden daha fazla muhtacız, eğer onu bilgiyi hazmetme yolunda kullanabilirsek.) Buna mukabil, bilginin dolaşım hızını yakalamak için zihnimizde kısa süreli misafir ettiğimiz her düşünceyi kusarak geri çıkarıyoruz ve bu “üretimle”, bu hakikat kırıntılarıyla, Hansel ve Gratel çaresizliğinde, evin yolunu bulmaya çalışıyoruz. (Fikir emekçileri tatile çıksın.)
“Aşk kırıntısıyla doymaktansa, tek başıma aç kalırım bu hayatta…” (Ne iddialı laf.)
Şu an kontağı kapatsak ve bu zamana kadar bildiklerimizi yerli yerine koymaya, hazmetmeye, onlarla birlikte hayatımızı anlamlandırmaya, bildiklerimizle amel etmeye çalışsak, kalan ömrümüz (30-40 sene?) buna ancak yeter muhtemelen. (Bkz. Yaşlandıkça gelen farkındalıklar) Ve zaten belirli bir yaşın üstündeki insanlar, biraz da bu yüzden öğrenmekten vazgeçiyorlar. Çünkü “kafa bu canım, kaldırmıyor”. Gidip o insanların kafasından aşağı bildiklerinizi boca ederseniz, hâliyle o insanlar da sizden yüz çevireceklerdir. Buna şaşılacak bir durum yok.
(İnsanlarla sohbet ederken [tartışırken?] onları bir şeye ikna etmek yerine, onlara sorular sorarak kendi varsayımlarının içinden çıkılmazlığını tecrübe etmelerini sağlamak daha faydalı mesela.)
Beynimiz bir bilgisayar işlemcisi olmadığından, bilmek yetmiyor. Bilgiyi bir tecrübe olarak yeniden yapılandırıp bütün varlığımızla onun içinden geçmek gerekiyor.
İnsan filmlerdeki gibi bir “uyanış” anı olsun istiyor. Bilgi (daha doğrusu kavrayış) bizi dönüştürsün, hani böyle bir anda sigarayı bırakıp bir daha da ağzına sürmeyenlerin sergilediği iradenin bir benzerini iliklerimizde hissedelim. Aslında “beyin” böyle bir şey. Zihnimizin mobilyaları olan ideolojiler nasıl gerçekleri fantezi kılabiliyorsa, yahut fantezileri gerçek, hakkıyla bilmenin de (kavramanın?) nazara yeni bir derinlik katacağı, yahut nazarı bütünüyle değiştireceği, düşünülebilir. Peki, yıllarımızı verdiğimiz illüzyondan, o sahte dünyadan bir anda çıkılabilir mi?
Hayır. (Keh, keh.)
Sadece travmatik bir hadise yaşamak da yetmiyor bunun için. (Istırap en iyi öğretmen olabilir ama her zaman değil!) Vazgeçmeyi, bırakmayı, yenilgiyi becerebilmek gerekli. Yıllarca üzerinde ısrar edilen yöntemi, atalarımızdan, kutsal saydığımız büyüklerimizden kalma ve tarihimizde önemli bir yeri olan şeyleri, topyekûn değiştirebilecek cesareti göstermek… Mümkün mü? Evet. Kolay mı? DEĞİL.
Ay çok didaktik oldum, ben gidiyorum.
Yazınızı beğenerek okudum. Benzer düsünceler benim de aklımdan geciyor. Ama ben yazmıyorum, yazamıyorum. Selamlar.
Buraya aralara serpistirdigin muzikleri dinlemeye geliyorum.
Onlara ulasabilmek icin de okuyorum...