‘Aile, dünyanın yanlış bilgi beşiğidir'
Don DeLillo’nun Beyaz Gürültü’sünden iki pasaj
İyi edebiyat sizce nedir? Bir romanı, bir hikâyeyi okuduğunuzda (hatta bugünler için iyi bir film ya da dizi seyrettiğinizde) “Evet bu iyi bir edebiyat ürünü” demenizi sağlayan özellikler neler? İyi bir olay örgüsü ya da kurgu mu? İyi çizilmiş, yazılmış karakterler mi? İyi tasvirler mi? Anlatımdaki maharet mi? Ele aldığı konuya, konulara dair orijinal bir yorumda bulunması mı? İnsan ruhunun karanlık yönlerini keşfetmesi mi? İçinde yaşadığımız (ya da yazarın içinde yaşadığı) topluma ayna tutması mı? Toplumsal dönüşümlere, yeni ortaya çıkan trendlere dair yerinde gözlemler mi?
Yoksa bunların hepsi birden mi?
Bu soruların cevabı kültürden kültüre değişiklik gösteriyor sanırım. Mesela Avrupa edebiyatı ile Amerikan edebiyatı arasında öncelikler hususunda ciddi farklılıklar var.
Türkiye’de doğup büyüyen ve genelgeçer edebiyat ortamından etkilenerek kitap okuyan birisi, çok büyük ihtimalle, Avrupa edebiyat tarzını benimser. Yazardan zekice bir kurgu, karmaşık ve çok katmanlı bir hikâye beklemez. İç dünyasına nüfuz edebileceğimiz bir karakter, hayata dair neredeyse aforizma ağırlığında tespitler ve dilin iyi kullanımını talep eder.
Bu, yerleşik Avrupa kültürünün insan doğası hakkında yüzyıllardır biriktirdiklerinin bir semeresi bana kalırsa. Amerika ise “yenilik” ile maruf. Orada aksiyon var, heyecan var, keşifler var, bir sürüklenme söz konusu. Amerikalılar felsefe bilmiyor değil. Fakat burada hayatın kendisi, teorisinden daha önemli. Sarkastik dil, düz anlatıma yeğ tutulur.
İşte bu sebeple Amerikan edebiyatı, çok beğendiğim örnekleri olmasına rağmen, bir “edebiyat” tadı vermedi uzunca bir süre. Suç benim değil, Avrupa kültürünün bir uzantısı olan Türkiye’de doğup büyümeyi ben seçmedim.
Yine de ama size Amerikalı bir yazardan, Don DeLillo’dan bahsedeceğim.
Nicedir methini duyduğum kitabını, Beyaz Gürültü’yü (“White Noise”; 1985 yılı) önceki gün bitirdim. Bu yazının gecikmesi de, benim kitabı bitirmeyi geciktirmemle ilgili biraz, kusura bakmayın.
DeLillo, Amerikan medeniyetinin 1980’lerde vardığı noktayı, eğer tabire aşinaysanız postmoderniteyi, bir ailenin günlük problemleri etrafında anlatıyor. Anlatıcı, aynı zamanda baş karakter, Jack Gladney, bir taşra üniversitesinde akademisyen. Orada Hitler Çalışmaları (akademiye bir taş!) bölümünü kurmuş. Almanca bilmiyor. Karısı Babette ve üçü önceki evliliklerinden olma dört çocuğu ile birlikte yaşıyor. Jack’in aynı çatı altında yaşamadığı iki çocuğu daha var.
Bu parçalanmış ve sonra yeniden birleştirilmiş modern ailenin arkadaşlıkları, süpermarket alışverişleri, televizyon ve radyoyla (hayatımıza iliştirilmiş sesler) ilişkileri; hızla gelişen toplumsal iletişim ve aşırı bilgilenme imkânıyla “mücadeleleri”; felaketler, uzay çağı ve tıp alanındaki yenilikler karşısındaki “küçülmeleri” bize bu yeni ortamda (postmodernite?) insanlığın durumunda bir değişiklik olup olmadığını sorgulatıyor.
Aklınızda bulunsun: Genelde karamsar romancılar, dünya değişse de insanın ilkel benliğindeki dürtülerin bir yolunu bulup ortaya çıkacağını varsayar. İyimserler, insanların değişip gelişebildiğini göstermeye çalışır. Ve çoğu zaman karamsarlar haklı çıkar.
Bu yönüyle Beyaz Gürültü’nün edebiyattan çok bir düşünce metnine benzediğini söyleyebilirim. Zaten DeLillo, unutulmaz karakterler yaratmaktan ziyade, toplumun gidişatı hakkında kehanetlerde bulunabilmekle meşhur. Avrupa edebiyatı içinde Milan Kundera’nın (ve bazı Fransızların) romanları da böyledir, eğer aşinaysanız. Geveze, her şeye bir yorumu olan, daldan dala atlayan bir insana benzer. (Bu arada Marriage Story filmiyle ses getiren yönetmen Noah Baumbach, romanı sinemaya uyarlamaya hazırlanıyor.)
Aşağıda DeLillo’nun romanından iki kısa bölüm aktaracağım. İlki (Bölüm 3) “Amerika’nın en çok fotoğrafı çekilen ahırı” ile ilgili. Bir şeyin popülerliği ile ilgili toplumsal kabulün neden sürekli yeniden üretilmek zorunda olduğunu anlatan kısacık bir hikâye. İkincisi (Bölüm 17), bana günümüzdeki aile WhatsApp gruplarını hatırlatan bir parça. “Aile dünyanın yanlış bilgi beşiğidir” tezini anlatıyor burada DeLillo. Dış dünyanın acımasız ve soğuk gerçekleri karşısında, ailelerin (ve kabilelerin) üyelerini nasıl çarpıtılmış bilgilerle bir arada tuttuğuna dair enfes bir deneme. Sadece bir “kandırmacadan” değil, gerçek bir korunma ihtiyacından bahsediyor.
Umarım siz de beğenirsiniz, iyi okumalar…
Okurken size eşlik etsin:
NOT: Hâlen bu fanzine abone olmadıysanız, işte size fırsat! Aşağıdaki kutuya e-posta adresinizi yazarsanız, bu içerikler herkesten önce size ulaşacak!
Bölüm 3
(…)
Birkaç gün sonra Murray, bana, Amerika’nın en çok fotoğrafı çekilen ahırı diye bilinen ve çok turist çeken bir yeri sordu. Taşrada otuz beş kilometre yol gidip Farmington civarlarına vardık. Otlaklar ve elma bahçeleri vardı. Birbiri ardına sıralanan tarlaların arasında beyaz çitler uzanıyordu. Kısa süre sonra tabelalar göze çarpmaya başladı. AMERİKA’NIN EN ÇOK FOTOĞRAFI ÇEKİLEN AHIRI. Söz konusu yere ulaşana kadar beş tabela saydık. Uyduruk otoparkta kırk araba, bir de tur otobüsü vardı. Bir patikadan yürüdük, seyir ve fotoğraf çekimine ayrılarak hafifçe yükseltilmiş yere çıktık. Herkesin elinde fotoğraf makineleri vardı; bazılarında üçayaklı sehpalar, teleobjektifler, filtre takımları. Bir adam barakasının içine oturmuş kartpostal ve slaty satıyordu – ahırın o yükseltilmiş noktadan çekilmiş fotoğrafları. Bir ağaç kümesinin kenarında dikilip fotoğrafçıları izledik. Ara ara küçük bir deftere notlar karalayan Murray, bir türlü bozulmayan sessizliği korudu.
“Kimsenin ahırı gördüğü yok,” dedi sonunda.
Uzun bir sessizlik daha oldu.
“Ahırın yolunu gösteren tabelaları bir kez gördün mü ahırı görmek imkânsızlaşıyor.”
Yine sessizliğe büründü. Fotoğraf makineli insanlar yükseltilmiş noktayı terk ettiler ve yerlerini derhal başkaları aldı.
“Biz buraya bir görüntü yakalamaya değil, bu görüntüyü idame ettirmeye geldik. Her fotoğraf bu aura’yı pekiştiriyor. Hissedebiliyor musun, Jack? Anonim enerjinin birikimi.”
Uzun süreli bir sessizlik oldu. barakadaki adam kartpostal slaytlar sattı.
“Burada olmak ruhani bir feragat. Gördüklerimiz başkalarının gördüklerinden ibaret. Geçmişte buraya gelmiş binlerce insanın, ileride gelecek olanların. Kolektif algının parçası olmayı kabullenmişiz. Bu durum hayal dünyamızı gerçek anlamda renklendiriyor. Dinsel bir deneyim bir bakıma, tüm turistik deneyimler gibi.”
Bunu bir sessizlik daha izledi.
“Fotoğraf çekmenin fotoğrafını çekiyorlar,” dedi.
Bir süreliğine konuşmadı. Deklanşör düğmelerinin ardı arkası kesilmeyen tıkırtılarını, filmi saran kolların hışırtılarını dinledik.
“Fotoğrafı çekilmeden önce ahır nasıl bir yerdi?” diye sordu. “Neye benziyordu, diğer ahırlardan farklı olan yanları nelerdi, diğer ahırlara benzeyen yanları nelerdi? Biz bu soruları cevaplandıramayız, çünkü tabelaları okuduk, insanların şipşak resim çekişlerini gördük. Bu aura’nın dışına çıkamayız. Aura’nın bir parçasıyız. Buradayız, şu ânız.”
Bundan son derece memnun görünüyordu.
Bölüm 17
Bir gece Babette bana yatakta şöyle dedi, “Etrafımızda bu kadar çok çocuk olması ne müthiş, değil mi?”
“Yakında bir tane daha gelecek.”
“Kim?”
“Bee birkaç güne burada olacak.”
“Güzel. Başka kimi getirebiliriz?”
Ertesi gün Denise, almakta olduğu ya da olmadığı ilaç [Dylar] konusunda annesiyle doğrudan yüzleşmeye karar verdi. Babette’i tuzağa düşürüp kafasını karıştırmayı, itiraf etmesini sağlamayı, en azından onu bocalatmayı umuyordu. Üzerinde anlaştığımız taktik bu değildi ama zamanlama konusundaki cesaretine hayran kalmaktan kendimi alamadım. Altımız birden arabaya doluşup Mid-Village Mall’a doğru yola koyulduk. Denise konuşmanın doğal bir kesintiye uğramasını bekledikten sonra her türlü imadan arındırılmış bir sesle Babette’in arkasından sorusunu yöneltti.
“Dylar hakkında neler biliyorsun?”
“Stover’ların yanında kalan zenci kız değil mi o?”
“Onun adı Dakar,” dedi Steffie.
“Dakar onun adı değil, geldiği yerin adı,” dedi Denise. “Afrika’nın Fildişi Sahili’nde bir ülke.”
“Başkenti Lagos,” dedi Babette. “Bir keresinde dünyanın dört bir yanını gezen sörfçülerle ilgili bir film seyretmiştim de oradan biliyorum.”
“Mükemmel Dalga,” dedi Heinrich. “Ben de televizyonda görmüştüm.”
“Kızın adı neydi peki?” dedi Steffie.
“Bilmiyorum,” dedi Babette, “ama filmin adı Mükemmel Dalga değildi. Mükemmel dalga, peşinde oldukları şeydi.”
“Hawaii’ye gidiyorlardı,” dedi Denise, Steffie’ye, “ve o dev dalgaların Japonya’dan gelmesini bekliyorlardı. Origami deniyordu onlara.”
“Filmin adı da Uzun Sıcak Yaz’dı,” dedi annesi.
“Uzun Sıcak Yaz,” dedi Heinrich, “Tennessee Ernie Williams’ın bir oyunudur.”
“Fark etmez,” dedi Babette. “İsimlerin telif hakkı yok zaten.”
“Eğer kız Afrikalıysa,” dedi Steffie, “acaba hiç deveye binmiş midir?”
“Audi Turbo’yu dene.”
“Toyota Supra’yı dene.”
“Develerin hörgüçlerinde taşıdıkları şey nedir?” diye sordu Babette. “Yiyecek mi, su mu? Bunun doğrusunu asla öğrenememişimdir.”
“Tek hörgüçlü develer ve çift hörgüçlü develer vardır,” dedi Heinrich ona. “Yani hangisinden bahsettiğine bağlı.”
“Çift hörgüçlü bir devenin bir hörgücünde yiyecek, öbüründe su depoladığını mı söylüyorsun?”
“Develer hakkındaki asıl önemli şey,” dedi Heinrich, “deve etinin çok lezzetli olduğuna inanılmasıdır.”
“Ben timsah eti sanıyordum,” dedi Denise.
“Develeri Amerika’ya ilk kim getirdi?” diye sordu Babette. “Onları bir süre batıda kullanmışlar, Ogden-Utah’da birleşen müthiş demiryollarını inşa etmekte olan Asyalı işçilere erzak taşımak için. Tarih sınavlarından hatırlıyorum.”
“Sen lamalardan bahsediyor olmayasın?” dedi Heinrich.
“Lamalar Peru’da kalmıştır,” dedi Denise. “Lamalar, vikunyalar ve bir hayvan türü daha Peru’dadır. Bolivya’da kalay vardır. Şili’de ise bakır ve demir.”
“Bu arabada kim Bolivya’nın nüfusunu bilirse,” dedi Heinrich, “ona beş dolar vereceğim.”
“Bolivyalılar,” dedi kızım.
Aile dünyanın yanlış bilgi beşiğidir. Aile yaşamında bilgi hataları üreten bir şey olmalı. Aşırı yakınlık, var olmanın gürültüsü ve sıcaklığı. Belki daha bile derin bir şey, hayatta kalma isteği gibi. Murray biz insanların düşman gerçeklerle dolu bir dünya ile kuşatılmış kırılgan yaratıklar olduğumuzu söylüyor. Gerçekler mutluluğumuzu ve güvenliğimizi tehdit edermiş. Varlıkların doğasını araştırırken ne kadar derinlere inersek, gerçeklerden o kadar uzaklaşırmışız. Aile süreci dünyadan izole olma doğrultusunda işlermiş. Küçük yanlışlar kök salar, uydurma hikâyeler dallanıp budaklanırmış. Murray’ye cehalet ve kafa karışıklığının asla aile birliğinin altında yatan itici güçler olamayacağını söylüyorum. Ne fikir ama, nasıl bir darbe. En güçlü aile birimlerinin neden en az gelişmiş toplumlarda vücut bulduğunu soruyor bana. Bilmemek bir sağkalım silahıdır, diyor. Büyü ve batıl itikat, kabilenin güçlü inanışı olarak yerleşir. Nesnel gerçekliğin yanlış yorumlanma ihtimalinin en kuvvetli olduğu yerler, ailelerin en güçlü olduğu yerlerdir. Amma zalim bir teori, diyorum. (…)
Aile ne kadar kutsallaşıp, gelişirse o ölçüde bireye yer kalmıyor. o zaman ne soyut düşünme ne nesnel düşünme gelişiyor. çünkü bunlar bireyin yapabileceği işler. Üstelik bu gelişmeme yeniyi engellediği gibi olanı da bozuyor.