Briony, 13 yaşında, varlıklı bir ailenin kızı. Bir aristokrat. Yazarlığa meraklı. Neden olmasın ki? Hizmetçilerinin oğlu Robert’la, ablası Cecilia arasındaki nazlı ilişkiyi uzaktan uzağa seyrederken, Robert’ın, ablasına şiddet uyguladığı fikrine kapılıyor. Şahit olduğu birkaç tesadüf, bu fikri güçlendiriyor.
Yaz ortasında bir geceyarısı, ziyarete gelmiş kuzeni Lola ormanda tecavüze uğrar. Burası, zengin bir muhit; hizmetçinin oğlu Robert olağan şüpheli. Briony de ablasıyla ilgili gördükleri üzerine Robert’ı işaret eder. Polis, Robert’ı alıp götürür. Basit. Açıklamaya bile gerek olmayacak kadar doğal. Polis, Robert’ı alıp götürüyor.
İkinci Dünya Savaşı başladığında Robert hapishanede kalmakla cepheye gitmek arasında ikinciden yana tercihte bulunuyor. Ateş, yakar ama temizler de. Savaşta insanın geçmişi silinip gidebilir. Savaştan döndüğünde insan bambaşka biri olabilir.
Cecilia, sevgilisinin yasını tutup ailesiyle bağlarını koparıyor ve hemşire olmaya karar veriyor. Briony de Cambridge’de edebiyat okumak yerine bir hastanede hasta bakıcı olmayı seçerek kendince bir kefaret peşinde. Ancak yazmayı sürdürüyor. Böyle bir lanettir çünkü yazmak, yakanıza bir kez yapıştı mı bırakmaz.
Hikâyenin orta yerine ölümler giriyor. Küçük çocukların, genç askerlerin. Kafatasları parçalanmış, organları dışarı çıkmış, kemikleri derilerini delip geçmiş, uzuvları biçimsizce kopmuş oğlanlar. Herkesin bir hikâyesi var, ona tutunuyor son anlarında. Ölüm karşısında elimizde sadece hikâyeler var. Ne tuhaf.
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine.
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek.
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
(Hamlet, Shakespeare / çev. Selahattin Eyüboğlu)
Biz o savaşı görürken, aradan zaman geçiyor; o her şeyi dönüştüren, bin meşakkatle kurulmuş bağları koparan, varlığı silip süpüren zaman. Hikâye burada çatallanıyor. Bizim izlediğimiz hâliyle Robert, Avrupa’dan dönmeyi başarıyor ve Londra’da Cecilia’yla buluşuyor. Briony, bir cesaret ablasına gidiyor ve af diliyor.
Neyin affı? 13 yaşındaydım, Robert’a kızmıştım. Hayır, Robert’a âşıktım. Onu ablamla görmek bana azap veriyordu. Bir söz her şeyi mahvedebilirdi. Bir söz, bambaşka ihtimallerin kapısını aralayabilirdi. Bir söz. Robert ve Cecilia, ondan hikâyenin doğrusunu anlatmasını istiyorlar. “Süssüz, abartısız!” (No ryhme, no bellishment!) Olduğu gibi. Hangi geçmiş olduğu gibi anlatılabilir ki?
Tam mesele halloldu, en azından çekilen onca sıkıntıya rağmen Robert ve Cecilia kavuştu, bundan sonra bir yolunu bulurlar mutlu olmanın diye düşünürken, kamera yıllar sonrasına gidiyor. Yaşlı bir kadın. Bakışlarından anlıyoruz Briony olduğunu. Aynı renk gözler, aynı tedirginlik. 13 yaşındaki hâlinde pek rastlamadığımız, 18 yaşında o hastanede hasta bakıcılık yaparken, ölümle karşı karşıya geldiği için mi bilinmez, gözlerine yerleşen o titreme.
Yaşlı Briony bir televizyon stüdyosunda, son romanıyla ilgili röportaj verecek az sonra. 21. romanı. O yaşa gelene dek, dile kolay 20 tane daha roman yazmış, onları yazarken kendi hayatını, Robert ve Cecilia’nın hikâyesini sızdırmış mıdır içlerine? Onları yazarken, onlarla ilgili konuşurken, imza günlerine, konferanslara giderken, yazar dostlarıyla günümüzde edebiyatın durumu hakkında ayaküstü laflarken… Robert ve Cecilia aklına gelmiş midir?
Bu romanın son romanı olduğunu söylüyor. Son, nihayet, sonrası olmayan. “Emekliye mi ayrılıyorsun Briony?” Hayır, diyor Briony, ölüyorum. Beyni, mesaisi sona ermiş bir süpermarket gibi bölüm bölüm ışıkları kapatıyor. Demans teşhisi konmuş. Adieu! Bye bye! MaAssalamah! Bu bir ilk roman aslında, diyor Briony.
Bize gösterildiği gibi cesaret edip ablasına gitmek ve af dilemek yerine, çalıştığı hastanenin çatı arasına saklanıp korkaklar gibi – ki bütün yazarlar korkaktır, yaşayamadıklarını yazarlar – bu hikâyeyi yazmış. Robert ve Cecilia’nın hikâyesini… yani… nasıl mahvettiğini! Allah belanı versin be kadın!
Ama o hastanedeki ilk nüshadan bugüne defalarca kez yazıyor, siliyor, değiştiriyor, yeniden yazıyor, yeniden siliyor, yeniden değiştiriyor, yeniden ve yeniden yazıyor. Her hikâyenin ilk hâli sıkıcıdır. Ne olduğunu anlamazsınız. İkinci kez yazdığınızda katlanılır olur. Bu yüzden gerçek hayatta da tekrarlar vardır.
Briony bu tekrar işinden sıkılmış olmalı ki, son romanını yazarken, yani Robert ve Cecilia’nın hikâyesini — ve hayatlarını nasıl mahvettiğini de — gerçekleri değiştiriyor. Gerçekte ne mi olmuş? Ablasına gitmemişti ya Briony, ablası da Robert’la hiç kavuşamamış. Robert, savaşta hastalığa yenik düşmüş.
Savaşta hastalık. Ölümlerin en talihsizi. Cüssene göre bir düşman bulduğunu ve onunla mertçe dövüşeceğini sanırken, ufacık bir mikrobun, bir bakterinin ya da ne bileyim bir virüsün sırtını yere getirmesi!
Cecilia da sağ çıkamamış savaştan. Londra’ya bombalar yağarken kaçıp sığındığı bir tüneli su basmış. Yüzlerce insanla birlikte boğulmuş oracıkta. Briony’nin yalanı, onları ayırmakla kalmamış, çağın kötülüğü ile bir olup Robert ve Cecilia’nın canını da almış. Yanlış zamanda söylenmiş yanlış bir yalan.
Briony bu yalanı bir başka yalanla, Robert ve Cecilia’nın hayatta olduğu, kavuştuğu ve hatta mutlu bir sahil kasabasına yerleştikleri yalanıyla karşılamaya çalışıyor. Hikâyenin böyle bir sonu hak ettiğini düşünüyor. Onlara uzun zamandır hak ettikleri mutluluğu verdim, diyor Briony. Sayfalar arasında, bir kurguda, bir yalanla başlayan trajedinin bir başka yalanla sona erdiği, hayır sona ermediği aslında bizi başka bir trajediye sürüklediği sefilce bir şey icat ediyor aslında.
Briony, hikâyenin bilmediği detaylarının peşine düşmüş, bunu anlıyoruz. Robert’ın savaşta nasıl öldüğünü arkadaşlarından dinlemiş. Cecilia’yla ilgili haberleri okumuş, hatta belki gidip cesedini teşhis dâhi etmiştir. Bunlar gerçekler, diyor Briony, bu gerçekleri olduğu gibi anlatmanın kime ne faydası var?
İlk kez Taksim’de bir sinemada duydum bu sözleri. 2007 yılıydı. Filmin hikâyesi, 2001’de yayınlanan bir kitaptan, Ian McEwan’ın Atonement (Kefaret) isimli romanından uyarlanmıştı (romanı henüz okumadım). Yaşlı Briony’nin gözlerindeki o çaresizlik çarpmıştı beni. 13 yaşının yalanının yerine koyduğu o sahte (kurmaca) mutluluğun yetersizliği, nafileliği ama buna rağmen Robert ve Cecilia’nın fani bedenlerinden uzun yaşaması… Hayatın bir özeti gibiydi. Hayır, yazarlığın bir özeti gibiydi.
Gerçekleri; acımasız, yakıcı, insanı perişan eden, yok eden, nefessiz bırakan, binlerce yıldır debelendiğimiz sefaleti daha da koyulaştıran o gerçekleri olduğu gibi anlatmanın kime ne faydası var?
İşte az evvel bahsettiğim, bizi başka bir trajediye götüren icat bu. Filmin sonunu daha sonra tekrar be tekrar seyrettim. Her defasında boğazım düğümlendi. Briony’nin iyi bir şey yaptığını düşünmesi karşısında afalladım. İnsan aklının bunda bir teselli bulması, hatta daha da ileri giderek burada bir kefaret kırıntısı bulması karşısında elim kolum bağlandı. (Yazar buna gerçekten inanmış mıydı, yoksa o da bize bu zayıflığı mı göstermek istemişti?)
Bazı seferlerde kahkaha attığımı hatırlıyorum. Trajik olanın içindeki o güçsüzlüğün, kurbanın ya da anlatıcının güçsüzlüğünün, beceriksizliğinin, yetemeyişinin insanı gıdıklayan bir yanı var. O titreyen ses, o şaşkın bakışlar… Tanrıların oyunları karşısında insanın acizliğinin kara komediye dönüştüğü o anlar…
Acımasız, soğuk gerçekliğin insanı çarptığı, ona dünyada bir böcekle aynı kıymete sahip olduğu hakikatini kabul ettirdiği bir an. Zamanın düz çizgisi üstünde bir yerde, korkunç bir dev üstüne basıp geçebilir. Bu senin hayatının sonudur. Ayağının altında az evvel bütün olanaklarıyla, potansiyeliyle geleceğe umutla bakan bir hayatın yok olduğunun farkında bile değildir o dev. Geceleri onun uykusunu bölemez senin trajedin. Hikâyen sona erer ve yapabileceğin hiçbir şey yoktur.
Sonra bir yazar o hikâyeyi alıp yalanlar da katarak herkese anlatmış kaç yazar? Ölümü daha anlamlı mı yapar? Hatta o büyük trajediden bir şekilde geri dönüp bizzat trajedinin kurbanı anlatsa yaşananları, ne kadarını anlatabilir, ne kadar süre anlamlı kılabilir o ıstırabı? On yıl, yirmi yıl, bir asır? İnsanlığın yekûn mazisi karşısında, tarihin amansız tekerrürü karşısında ne önemi var? Unutup da aynı hatalara düşmekle malül değil miyiz?
Hâl böyle olunca gerçekleri olduğu gibi anlatmanın kime ne faydası var gerçekten? Ölüm karşısında, zamanın kırbacına katlanmamızı sağlayan tek şey yalanlar belki de. Tesellimizi de, kefaretimizi de onlarda buluyoruz. Kimseyle ortak bir geçmişimiz yok, uydurduğumuz kendi hikâyelerimiz var geçmişimize dair.
Başımıza gelenleri kristalize edip düz bir zeminde sıraya koyuyor, sembollerle ve başka hikâyelerden kestiğimiz kupürlerle süslüyor, acemi bir zaman algısının ipiyle bir tespihe dönüştürüyoruz. Zihnimiz bu tespihlerle, bu zikirlerle, sabah akşam kendi kendini o kendilik illüzyonu içinde tutarak hayatta kalıyor.
Nihayet bir yazar çıkıp o soruyu soruyor işte: Gerçekleri olduğu gibi anlatmanın kime ne faydası var? Gerçekler katlanılmaz şeyler. Katlanabilseydik, olduğu gibi anlatabilirdik. Katlanabilseydik, olduğu gibi hatırlayabilirdik.
Ölüme birkaç adımı kalmış yaşlı yazar Briony’nin acizliğinde, henüz o genç yaşta, o heves çağında kendini görmek nasıl bir teselliyle, nasıl bir kefaretle aşılır dersiniz?