Etgar Keret, en sevdiğim kısa hikâye yazarlarından birisi. Onu ilk kez Gazze Blues isimli derleme kitapta okumuştum. Filistinli bir başka hikâyeciyle (Samir El-Youssef) birlikte, İsrail-Filistin barışına katkı olsun diye öykülerini bir kitapta toplamışlardı. Tel Aviv’de doğup büyüyen Keret, zamanla, gözümün önünde, dünyaca ünlü bir hikâyeciye dönüştü.
Öykülerinde gündelik hayatın sıkıcı bir detayından yola çıkıp bir anda bilimkurguya ya da fanteziye kayması hep hoşuma gitmiştir. Bazen de çocuksu bir saflıkla, “yetişkinlerin dünyasını” farklı şekilde resmeder. Hemen her şeyle ilgili ve hemen her mecrada (medium’da) yazabildiği için de alttan alta kıskanmıyor değilim…
Yazdığı her şeye ilgi duyduğum için olsa gerek, onun da Substack’te bir e-bülten yayınladığını fark edince hemen abone oldum ve haftada iki ya da üç kez gönderdiği yazılarını, öykülerini okumaya başladım. Aşağıdaki kısa hikâye de onlardan biri. İçeriğini çok beğenmiş olsam da, beni çevirmeye iten şey, sonuna yazdığı “sonsöz” kısmıydı. (İngilizce orijinalini şuradan okuyabilirsiniz.)
Kendisi genelde İbranice yazıyor, sonra İngilizce’ye çevriliyor. Bu kısa hikâyeyi, Sondra Silverston çevirmiş, ben de ondan çevirmiş oldum.
Umarım siz de beğenirsiniz…
NOT: Bu e-bültene abone olmak için aşağıdaki boşluğa e-posta adresinizi yazabilirsiniz:
Selfie Çubuksuz Dünya
Etgar Keret
Hamutal için
Geriye dönüp bakınca, Debbie-Olmayan’a bağırmamalıydım. Debbie’nin kendisi her zaman bağırmanın hiçbir şeyi çözemediğini söylerdi. Fakat Avustralya’ya doktora yapmaya giden kız arkadaşına, havaalanında salya sümük veda ettikten bir hafta sonra, East Village Starbucks’ta rastlayan bir insan ne yapmalıydı?
Orada işte, kanlı canlı, baristayı süt alternatifleri konusunda sıkıştırıyor ve bana haber vermeden nasıl New York’a gelebildiğini sorunca da, bana yalandan bir bakış atıp sabırsızlanarak, “Bayım, kim olduğunuzu bilmiyorum. Beni biriyle karıştırdınız herhalde,” diyor. O an kendimi kaybettim işte. Birlikte geçirilmiş üç yıldan sonra, daha medenî bir muamele beklerdim. İşte tartışmak yerine beni hiç tanımadığını söyleyince, Starbucks’ın ortasında durdum ve onunla ilgili bildiğim bütün mahrem detayları, mesela Yosemite Vadisi’ne yaptıkları bir geziden kalma sırtındaki yara izini ve sol koltuk altındaki kıllı et benini, yüksek sesle anlatmaya başladım. Debbie-Olmayan cevap vermedi, iki kafe çalışanı beni dışarı çıkarırken şok olmuş bir hâlde bana bakıyordu.
Sokaktaki banka oturup ağlamaya başladım. Beş hafta önce Debbie bana Avusturalya’ya taşınacağını söylediğinde yıkılmıştım, fakat ayrılığın kaçınılmaz olduğunu anlıyordum: Sydney Üniversitesi ona doktora bursu vermişti ve ben de ülkenin önde gelen Big Data startup’larından birinde yöneticilik kapmıştım. Ve açıkçası ayrılık, acı verse de, Starbucks’taki ruhsuz karşılaşma gibi gaddarca ya da onur kırıcı değildi.
Aniden, omuzumda nazik bir temas hissettim ve kafamı kaldırıp bakınca, Debbie-Olmayan’ı yanımda gördüm. “Açıklayayım,” diye fısıldadı, “Şu et beni vesaireyle ona benziyor olabilirim ama o değilim. Gerçekten!”
Debbie-Olmayan’la birlikte Üçüncü Cadde’deki bir başka kafeye gittik. Tıpkı Debbie gibi bol köpüklü hafif bir cappuccino sipariş etti, yine bana tanıdık gelen kaçamak bakışlar attı, ve o güne kadar duyduğum en çılgın hikâyeyi anlatmaya koyuldu. Görünüşe göre Debbie-Olmayan da Deborah ismini taşıyordu fakat bu sabah Avusturalya’dan New York’a uçmamıştı. Paralel bir dünyadan geliyordu. Şaka yapmıyorum, cappuccino’sundan yudumlar alırken dediği buydu. Uzaylı istilasının ya da kötü giden askerî-bilimsel bir deneyin parçası değildi. Geldiği alternatif evrende çok izlenen “Vive La Difference” isimli bir TV şovunun yarışmacısı olarak buradaydı.
Şovun beş yarışmacısı, bir şey hariç kendi evrenlerindeki her şeye sahip başka evrenlere gönderiliyordu. Bu da şovun olayıydı; kendi dünyalarında olup diğer dünyalarda olmayan o şeyi bulmak. Yarışmacılar, her biri kendi kanalında, an be an kameraya alınıyor ve eksik olan şeyi bulup bunu yüksek sesle ilk söyleyen kişi anında, geldiği dünyadaki televizyon stüdyosunda onu bekleyen seyircilerin alkışlarına ve bir milyon dolarlık ödüle kavuşuyordu. Ve yarışmayı zorlaştırmak için, kazanan kutlama yaparken diğer yarışmacılar geride kalan hayatlarını gönderildikleri alternatif evrende geçirmek zorunda kalıyordu. Bu bana kaybedenler için ödemesi hayli zor bir bedel gibi görünmüştü ama Debbie-Olmayan buna pek aldırmadığını çünkü eski sevgilisinin götün biri olduğunu ve ailesiyle de yıllardır konuşmadıklarını söyledi.
Yalan olmak için fazlasıyla inanılmaz duruyordu ve Debbie-Olmayan o kadar samimi konuşuyordu ki kendimi inanmak zorunda hissediyordum. Geçen sezonun kazananı, demişti, gönderildiği alternatif dünyada olmayan nesnenin selfie çubuğu olduğunu keşfeden Ganalı bir göçmendi.
“Sikindirik bir selfie çubuğu, inanabiliyor musun?” dedi Debbie-Olmayan. “Ben bunu asla fark edemezdim.”
Ona birkaç soru daha sordum. Tıpkı Debbie gibi, Debbie-Olmayan da klinik psikoloji okumuş, fakat onun aksine terapist olmak ya da doktora yapmak ilgisini çekmemiş, bu sebeple de kuzey New York’taki zengin bir kolejde idari bir işe takılıp kalmış. Ona Debbie’yle ayrılığımızı anlattım. Bir hafta önce onunla havaalanına gidişimi ve onu Avusturalya’ya götüren uçağın kalktığını görene kadar orada beklediğimi. Başını salladı ve şimdi taşların yerine oturduğunu söyledi. Yarışmacılar paralel kendilerinin yaşadıkları bölgelere gönderilmezlermiş ama eğer Debbie, Sydney’e gitmeseymiş, o da muhtemelen Buenos Aires ya da Auckland’da bulurmuş kendisini. “İyi ki ayrılmış,” dedi, iki buçuk yıl önce Debbie’ye âşık olmama sebep olan o gülümsemeyle birlikte. “Auckland’a saygım var ama hiçbir yer New York gibi olamaz!”
Kahvemizi bitirdiğimizde, Debbie-Olmayan ödemek için ısrar etti ve tam ayrılıp kendi yollarımıza gidecekken, ona ödülü kazanması için yardımcı olmayı teklif ettim. Kendi dünyalarında olup bizimkinde olmayan şeyi aramak için, Debbie-Olmayan olabilecek en kısa zamanda olabilecek en fazla bilgiye ulaşmak zorundaydı ve ben de veritabanlarıyla haşır neşir bir bilgisayar insanı olduğumdan yardımım dokunabilirdi. Duraksadığını görünce hızlıca teklifimi geri aldım ve ona yardım etmem ya da bilgisayar kullanmak kurallara aykırıysa… Ama Debbie-Olmayan gülümseyerek araya girdi.
“Sebep o değil,” dedi. “Seni de bu karmaşık işe karıştırmak istemiyorum. Daha önce hiç karşılaşmadığın biri değilim neticede.”
Bunda karmaşık hiçbir şey olmadığını açıkladım. Her ne kadar Debbie’yle iki buçuk yıl birlikte olsam da, o Debbie-Olmayan’dı ve daha bugün tanışmıştık ve eğer onun için de uygunsa aradığı şeyi bulmak için yardım etmekten mutluluk duyardım. Ve kim bilir, bu arada, alternatif bir evrende ben de TV yıldızı olurdum.
Sabaha karşı dörtte, teknolojik, coğrafi ve dünya mutfaklarıyla ilgili veritabanlarını (şovun ilk sezonunda, paralel dünyanın akçaağaç şerbetsiz bir dünya olduğunu biliyor muydunuz?) incelediğimiz kesintisiz dokuz saatin ardından, Debbie-Olmayan artık gözlerini açık tutamadığını söyledi. Küçük stüdyo dairemdeki yatağın çarşaflarını onun için değiştirdim ve anında uykuya daldı. Oturdum ve Debbie-Olmayan’ın uyuyuşunu seyrettim. Tuhaf ama o dokuz saatte onun hakkında, benim Debbie’yle geçirdiğim iki buçuk yılda öğrendiklerimden daha çok şey öğrendiğimi hissettim. Olmayan nesneyle ilgili araştırmalarımız sırasında öne sürdüğü ihtimaller onun hayalleri, arzuları ve korkuları hakkında çok şey ortaya çıkarmıştı. Debbie’ye benzemiyor değildi ama onunla ilgili çok başka bir şey de vardı: açık, cesur, büyüleyici ve yabaniydi. Hem eski sevgilin olup hem de hiç tanışmadığın biriyle yaşanınca bu hissi ne olarak adlandırmalı bilemiyorum ama ona âşık olmuştum. Ve Debbie-Olmayan şampuanının kokusunu alabileceğim bir mesafede uyuyorken, uçan kedileri, elektrikli kulak temizleyicileri, kaş deodorantları ya da bu kusurlu dünyada eksik olan her neyse onu arayan diğer dört yarışmacıyı hayal ettim. Ve biliyordum ki, Debbie-Olmayan’ın benimle burada sonsuza kadar kalabilmesi, onlardan birinin aradığını bulmasına bağlıydı. Gözlerimi kapattım.
Debbie-Olmayan öğlen birde beni uyandırdığında, daha sakin görünüyordu. Önceki sezonların kazananlarının kayıp elementi bulmalarının ortalama on beş saat sürdüğünü söyledi, onun arayışıysa çoktan bir günü geçmişti. “Bu iş bitti,” dedi, “birisi illa ki bulmuştur.”
Onu teskin etmeye çalıştım. Nihayetinde bunu bilmenin bir yolu yoktu, belki onlar da çıkmaza girmiş, Manhattan’da ya da her nereye gönderildilerse orada avare dolaşıyorlardı, hâlâ bir şansı vardı. “Belki,” dedi Debbie-Olmayan aniden gülümseyerek, “ama gerçek şu ki programa katıldığım andan itibaren kaybetmeyi ve bu dünyada yepyeni bir hayata, oradaki hayatımdan daha iyi, daha az acı verici bir hayata başlamayı kuruyordum.”
Hiçbir şey demedim ve o da bana muhabbetle baktı, Debbie’nin hiç yapmadığı gibi. “Açık konuşayım mı?” dedi elinin arkasıyla yüzüme dokunarak, “bu dünyada neyin olmadığını kim takar? Sen buradasın ya.”
Yatakta ona doğum kontrolü uygulayıp uygulamadığını sorduğumda, başını salladı ve gülümseyerek bütün paralel evrenlerde kondomların olmadığı bir dünyaya ayak basmamayı umduğunu söyledi. Bu bir şakaydı ama bunu söylerken bir anlığına bunun gerçek olduğu ve yüksek sesle söylediğinde kendi dünyasına dönerek ayrılabileceğimiz korkusuyla bir anlık tereddüt yaşamıştı. Seksten sonra astronomi, jeopolitik ve tarih veritabanlarına göz atmayı teklif ettiğimde, tekrar seks yapmayı tercih edeceğini söyledi.
Sonra, Central Park’ta bir yürüyüşe çıkıp sosisli sandviç yedik. Debbie-Olmayan bana kendi dünyasında vicdanî sebeplerle vejetaryen olduğunu ama burada, kendisinin olmayan bu dünyada sosisli sandviç yemenin mahsuru olmadığını anlattı. “Kazanmak istemiyorum,” dedi gölün kenarında dikilirken, “Geri dönmek istemiyorum. Burada, seninle olmak istiyorum.” Günün geri kalanını şehirde Manhattan’ın en sevdiğimiz yerlerini birbirimize göstererek geçirdik.
Böylece Trinity Kilisesine vardık. Akşam olmuştu ve aydınlatılmış kilise büyüleyiciydi; gerçek bir mekândan çok Disney filmlerindeki bir saray gibi. On yıl önce buranın önünden kazara geçtiğimi anlattım. Şehre yeni gelmiştim ve görür görmez, eğer bir gün evlenirsem burada evleneceğime söz vermiştim. Debbie-Olmayan güldü ve kiliseyi bulduğuma göre tek yapmam gerekenin onun içinde benimle evlenmeyi kabul edecek kızı bulmak olduğunu söyledi. Ben de gülümsedim, hemen ardından öpüştük ve Debbie-Olmayan “Hadi içeri girelim, evleneceğimiz yeri görmek için sabırsızlanıyorum.”
Kilise epey boştu ve içeri adımımızı attığımız andan itibaren Debbie-Olmayan etrafa endişeli gözlerle bakıyordu. Ona her şeyin yolunda olup olmadığını sorduğumda sadece bir şeylere bakındığı cevabını verdi. Ona ne aradığını sordum, bana sanki bir aptalmışım gibi baktı ve “Tanrı,” dedi. Ardından ekledi: “Burası bir kilise değil mi?” Başımla onayladım. “O zaman birazdan burada olur herhalde.” Onu sakinleştirmeye çalıştım. Kişisel olarak Tanrı’ya inanmadığımı fakat onu gördüğünü söyleyen insanlar olsa da, Tanrı’yı göremeyeceğini anlattım.
Debbie-Olmayan kafasını yavaşça iki yana sallayıp, “Vay, işte bu! Senin dünyanda kiliseler, camiler ve sinagoglar var, tıpkı bizimkinde olduğu gibi ama gerçekte içlerinde bir Tanrı yok. Anlamadın mı? Burası Tanrısız bir düny…” Cümlesini bitirmeyi başaramadı, en azından benim dünyamda.
O günden bugüne altı yıl geçti ve ben hâlâ Debbie-Olmayan’a ne olduğunu, spotlar altındaki stüdyoya nasıl vardığını ve seyircinin alkışları ve ona bir milyon dolar kazandığını söyleyen gösterişli iki sunucunun iltifatları arasında nasıl karşılandığını zihnimde canlandırmaya çalışıyorum. Bazen onu mutluluk gözyaşları içinde hayal ediyorum, ama çoğu zaman hayallerimde üzgün, gözleriyle stüdyoya bakınıyor, beni arıyor ve bulamıyor. Kalbim onu mutlu düşlemek istese de, egom… egom birlikte geçirdiğimiz günün onun için de en az benimki kadar anlamlı olduğuna inanmak konusunda ısrarcı. Parmaklarımın arasından kayıp gitmesinin üzerinden bir yıl geçmemişti ki, Trinity Kilisesinde, Debbie ile evlendim. Sydney’deki hayat ona göre değildi ve iki ay sonra şehre geri dönmüştü, hiç düşünmeden evlenme kararı aldık. Bu arada onunla seks hiçbir zaman Debbie-Olmayan’la yaptığımız gibi olağanüstü değil, ama yeterince hoş ve tanıdık bir his, ayrıca iki tane şirin, çok güzel çocuğumuz var, Zack ve Deborah-Junior… Onlar da bizim yaptığımız gibi Tanrısız bir dünyada yaşamayı öğrenmek zorunda.
Yazarın Sonsözü
Ne zaman biri dini kimliğim hakkında soru sorsa, cevap olarak “agnostik Yahudi” demek hoşuma gidiyor. Eğer bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için üstelerlerse, onlara Tanrı’ya pek de inanmadığımı ama yine de ondan ödüm koptuğunu anlatıyorum. “Selfie Çubuksuz Dünya” öyküsünü yazmaya oturduğumda daha ilk satırdan, hikâyenin İsrail’de geçmeyeceği ve karakterlerin Amerikalı olması gerektiği benim için açıktı. Yazdığım her paragrafla birlikte durdum ve kendime şunu sordum: “Bu hikâye neden Tel Aviv’de değil de New York’ta geçiyor?” Bir cevap üretemediğimde, bir sonraki paragrafa geçiyordum. Ancak sonuna geldiğimde, hikâyenin neden Tel Aviv yerine New York’ta geçmesi gerektiğini, böylece neden sonunun bir sinagogda değil de ancak kilisede olabileceğinin nihayet farkına vardım. Çünkü o kritik anda, Tanrı’yla karşı karşıya gelip ona var olmadığını söyleyeceksem, bunu başkasının Tanrı’sının önünde yapmak çok daha kolaydı.
Tek basima yeni bir cafeye gidip bir kahve ismarlayabilirim kendime. Ama yeni bir restorana ora hakkinda hicbir sey bilmeksizin adim atmak hala urkutuyor beni. Hele de kendi sehrimde degilsem.
Bundan olsa gerek, ne zaman yeni bir insanla tanistirildiysam burada cok mutlu oluyorum. Artik calacak yeni bir kapim var.
Tesekkurler!