“Aileni seçemezsin ama arkadaşlarını seçebilirsin,” diye yalan yanlış bir laf var, biliyorsunuzdur. Arkadaşlığın “arayıp bulunan” bir şey olduğunu ima eder. Oysa ki arkadaşlıklar da en az aile kadar içinde bulunulan şartlarla ilgilidir. Belki yalnızca şurası farklı ki, ailenizle bağınızı geriye doğru kurabilirken arkadaşlarla bağınızı içinde bulunduğunuz zamandan geleceğe doğru işlersiniz. Yani içine doğduğunuz aile kim olduğunuzu bir miktar belirlerken sizinle kişiliğiniz üzerindeki etkileri yönüyle bir bağ kurar, arkadaşlar ise ailede yeşermeye başlayan kişiliğinizin karşılaşmalar yoluyla etkileşim kurduğu ve dönüştüğü, dönüştürdüğü başka kişiliklerdir. Aile içi ilişkiler eşitlikten yoksun ve bu sebeple daha dengesizken, arkadaşlar arası ilişkiler (zorbalık ve aşk gibi hususlar bahis dışı bu noktada) nispeten eşit karşılıklar görür. Ama iyi veya kötü, arkadaşlıklar da içine doğduğumuz ailenin ve o ailenin içine doğduğu toplumun birer uzantısıdır.
Şimdi hâlâ öyle mi bilmiyorum (yeni çocuklar nasıl ortamlarda büyüyorlar?) ama ilk arkadaşlarımızı mahalleden, sonra uzun süre okul(lar)dan, (erkekler için asker arkadaşlığı var ama onun çok uzun ömürlü olanına pek rastlamadım, varsa aksi örnek lütfen anlatın), daha sonra iş, evlilik filan derken oralardan ediniyoruz ve bir takım sadeleştirmelerden sonra insanın çevresinde dört beş yakın arkadaşı, bir de uzaktan uzağa haberini aldığı belki on kadar da ikinci halka ahbabı kalıyor ve kapanış. Bu kadar muntazam biçimde, adeta şehirlerarası karayolu gibi, izleyebildiğimiz bu safhalarda arkadaşlar ediniyor olmamız, hiç bizim seçimimizmiş gibi duruyor mu? Durmuyor. Daha ziyade bize sunulan bir grup arasından tıynetimize en yakın olanları seçip onlarla orada geçireceğimiz vakitte yârenlik ediyoruz. Çünkü o gruptaki insanları neredeyse her gün görüyoruz ve aramızda doğal bir yakınlık oluyor. Bunun bir adım sonrası da arkadaşlık işte.
Tabi şimdilerde uzak mesafe arkadaşlığı eskiye nazaran daha mümkün. Size sunulan palet daha zengin. Sadece mahalleden, sınıftan, akrabadan, iş ortamından değil, online dünyadan da arkadaşlar (hatta eş-ler) bulabiliyorsunuz. Çok yeni bir şey de değil üstelik, benim ilk gençlik yıllarımda dâhi vardı bu, bir eposta adresiyle dünyanın öteki ucuyla elektronik mektuplaşmak filan (kulakları çınlasın). Online dünyadan önce de uluslararası mektup arkadaşlığı varmış. İsteyene imkân çok yani. Gelgelelim, gözden uzak olanın gönülden ırak olduğu yönünde varılan hüküm çeşitli sınamaların ardından hâlâ geçerliliğini koruyor gibi görünüyor bilmem siz ne dersiniz? Sosyal medyada mesela neredeyse her hâllerine muttali olduğumuz, ne yer ne içer çok iyi bildiğimiz, günlük maceralarını arkası yarın okur gibi okuduğumuz insanlarla ne kadar yakınlık kurabiliyoruz? İçlerindeki fırtınalardan ne kadar haberdarız? İnternet âleminde tanışıp sonra muhabbeti ilerletmek mümkün, hatta hiç yüz yüze görüşmediğiniz hâlde belli belirsiz periyotlarda bire bir yazışıp konuşup (Zoom’la filan) belli bir muhabbet lezzeti almak da amenna, lakin bir şeyler eksik gibi gelmiyor mu?
Uzaktayken iyi bir arkadaş değilim, telefonda uzun uzun konuşmayı pek sevmem (beceremem). Mektup (eposta tabi) yazarsanız, uzun uzun cevap veririm ama. Kelimeleri yazılı hâlleriyle seviyorum galiba. Düşünmek için fırsat oluyor. Konuşurken kelimeler nereden geliyor hiçbir fikrim yok, ama yazarken içimden kopup çağladıklarını hissedebiliyorum. Ortamlarda hep iyiydim yine de. Biraz ısınıp da açılınca hele. Lisede yatılı okula başladığımız ilk gece, yeni tanışan bir grup oğlan çocuğu, yatakhanelerden birinde toplanıp birbirimize fıkra anlatmıştık saatlerce. O gece epey bir fıkra çıkmıştı benden mesela. İyi de bir dinleyiciyim sanırım. Öyle demişlerdi bir takım arkadaşlar. Bana her şeyi anlatmak istediğini söyleyenler olmuştu. Güven mi veriyorum, yoksa yargılamadığım için mi? Belki de iyi konuşamadığım için daha çok susup sözlerini çok bölmediğimdendir. Belki de anlattıklarına inandığım içindir. Dinlerim yani. Yazarsanız, okurum. Cevap da yazarım.
Dickens’ten ilhamla “arkadaşların en iyisiydi, arkadaşların en kötüsüydü” diye başlayasım geldi şu an ama İki Şehrin Hikâyesi’nin o namlı girişinin tamamını arkadaşlığa uyarlayamayacağım şimdi. Zamanların en kötüsündeyiz belki de. Martin Scorsese, Taxi Driver filmini çektiğinde, senarist Paul Schrader’la birlikte oturup Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını okumuşlar. Yalnızlıktan ruhu bir deri bir kemik kalmış bir adamın hikâyesidir hani o. Öyle ki hastalık hastası olmuştur, sürekli kendini (ve bedenini) dinlemekten. İnsan, bir takım çeldiriciler, oyalanmalar olmaksızın kendi zihninin (ve hayal gücünün) dehlizlerinde boğulabilir. Scorsese işte, geçenlerde bir röportajda, filmin kahramanından (Travis Bickle) bahsederken, o zamanlar için istisnaî bir adamı anlattığını düşündüğünü ama artık hemen herkesin Travis gibi olduğunu söylemiş. Hatta daha ileri gitmiş, yalnızlığın onu sinemaya mecbur bıraktığından dem vurmuş. Ve röportajın bir yerinde hâlâ yalnız olduğunu araya sıkıştırmış. Bundan sıyrılamadığını itiraf etmiş. Çünkü yalnızlık gerçekten de bir kez bünyeye girdi mi onu çıkaramazsınız.
Belki de bu yüzden, çocukken tanıştığım o yalnızlığı, onca arkadaş edinmeme rağmen (son altı yedi yılda pek yakınımda olmasalar da) tamamen terk edemedim. İlkokuldaki en iyi arkadaşımı, ortaokula başlayınca unuttum, ortaokul ve lisedeki en iyi arkadaşımla lise sonda bozuşmuştuk bile, üniversitedeki arkadaşlarımla, okul bitip işe başladığımda ayrı düştük, işte edindiğim en iyi arkadaşlarımla da şimdilerde çok nadir görüşüyoruz (yazışıyoruz). Ama yalnızlığım hep benimle. Çünkü ne zaman kalabalık bir grup arkadaşla oturup felekten bir gece çalsak, gülmekten karnımıza ağrılar girse, tesadüfen (mi acaba?) kurduğumuz o bağın bize verdiği esrik hisle ruhumuzu havalandırsak, sonrasında eve dönüp yalnızlığın yeniden bünyemi ele geçirmesini bekler, sonra onun tarafından tüketilir, bu arada eğer elim giderse üç beş kelime yazar (daha çok okur), ancak ondan sonra yastığa başımı koyabilirdim. Çünkü o yalnızlık, ifadesiz bir maske gibi gelip yüzüme oturuyordu ara sıra. En mutlu olduğum anlarda bile. Kendimi kalabalığın içinde, birden zihnimin derinlerinde tuhaf bir kedere sımsıkı sarılmış buluyordum. (Her şey geçici, o his kalıcı diyeydi belki de.)
Ama onu seviyordum da, hâlâ seviyorum, belki biraz ihmal de ediyorum, ne yalan söyleyeyim. Evliliğin nimetleri. Yeterince kişisel alanım olsa da, ilk gençliğimdeki gibi yalnızlıktan iflahım sökülürcesine ağladığım gecelerim yok. Bunu hiçbir zaman anlamadan yaşadım. Dediğim gibi çokça arkadaşım oldu, hâlâ da varlar, eksik olmasınlar, Allah yokluklarını göstermesin, çok da severim kendilerini, ama yalnızlığın ruhumda açtığı o onulmaz yaraya bir çare bulamadım. Sanırım çok sevdim onu. Karanlık sokaklarda hızlı adımlarla yürürken kanatlarım varmış ve az sonra uçacakmışım gibi hissettirirdi bana. Bir şeylerden kaçıyor olmalıyım. Hayır, şu an ve burada olmamalıyım, ama nerede olacağımı da bilmiyorum, şimdilik sadece yürümeliyim, ayaklarımı kaldırım taşlarına ve asfaltlara (nerede parklar, yeşillikler?) vura vura, geçici bunlar. Bir gelecek var, orada her şey anlamını bulacak, şimdilik sadece vakit öldürmeliyim. Ve tek başına bir şehirde gece sokak lambalarının altında bazen onların da olmadığı ışıksız dar geçitlerde yürümekten daha iyi nasıl vakit öldürülür? Bütün varlıkla temas ediyormuş gibi bedenini ve ruhunu açarak, yalnızlığından başkasını yanında taşıyamayacak kadar kararlı.
Ama arkadaşlar iyidir. Birbirimizden başka kimsemiz yok çünkü. Bazen bu gerçeğin yeterince farkında olmadığımızı düşünüyorum. Herkesin kendine bir kuytu köşe belirleyip orada üç beş insanla korunaklı kozalar inşa ederek hayattan soyutlanması canımı sıkıyor. Yalnızlığın farkına bazıları geç yaşta varıyor. Uzunca bir zaman etrafındaki herkesle anlamlı bağlar kurduğunu zannediyor, sonra bir bakıyor ki, herkes siperlerdeymiş, her şey her an tuzla buz olabilirmiş. Bir mecburiyeti paylaşıyormuş insanlar. İçinden gerçekten geçenleri dâhi söyleyemez hâle gelmişler. Böyle durumlarda bile aile devam edebiliyor ama arkadaşlık o kadar dayanıklı değil. Bir noktada yakıtı bitebiliyor. Belli bir yaştan sonra da yeni arkadaş edinemiyor insanlar, ne tuhaf. Oturup muhabbet edebiliyorlar, hatta en olmadık şeyleri anlatabiliyorlar birbirlerine ama arkadaş olamıyorlar. Yine şartlar onları bir araya getiriyor bir doğum günü partisinde ya da bir akşam oturmasında, ortak tanıdıklar vasıtasıyla, o gece gülünüp eğleniliyor ama bağ kurulamıyor. (Çünkü herkesin yeterince (!) arkadaşı ailesi eşi dostu vardır artık.)
Filmlerde, dizilerde ya da kitaplarda fark ettiyseniz eğer ana karakterlerin iki üç arkadaşı oluyor en fazla. Friends’te altı kişiydiler mesela ve ikisi kardeşti, diğerleri de sevgili oldular. Halbuki bazen rüyamda kendimi geniş bir salonda bütün eski dostlarla toplanmış eğlenirken buluyorum. Okuldayken de sınıf içi gruplaşmalara gıcık olurdum. Yapabilirdik bence, bütün bir sınıf aynı coşkuyla arkadaş olabilirdik, ama her sınıfta nefret edilen, dışlanan, “ahengi bozan” birileri olur. Ben onlarla da iyi arkadaştım hep. Hâlâ da çıkıp gelseler bir yerlerden, otursak birer çay kahve içsek, aynı hislerle ahbaplık ederim. Bir bağ kurmuşuz, bir şeyler paylaşmışız, hayatımız kesişmiş neticede, neden olmasın? Bazı hisler ölebiliyor tabi. Araya başka şeyler giriyor. Leonard Cohen, Famous Blue Raincoat’ta sevgilisi (karısı?) onu en yakın arkadaşıyla aldattığında, arkadaşına bir mektup yazıyor, “İyi ki yoluma çıktın,” diyor. Bir insan arkadaşlık için daha ne kadar “cömert” olabilir? Tabi tamamı şöyle o satırların: “Ve sana ne diyebilirim kardeşim, katilim, ne söyleyebilirim? Seni özlediğimi belki, seni affettiğimi hatta. İyi ki yoluma çıktın.”
Aralarında kan bağı olmayan iki insanın kurduğu herhangi bir güven ilişkisi beni o kadar heyecanlandırıyor ki (başta dediğim gibi şartlar bir araya getirse bile), hele o iki insan o güvene ihtimam göstermiş onu ayakta tutmak için çabalamışsa. Umursamaz bir babanın ya da annenin bir gün imana gelip oğluna ya da kızına tekrardan babalık-analık yapmaya çalışması ne kadar sıkıcıysa (kurmaca yönünden), hasbelkader yolları kesişen iki insanın, Station Eleven dizisindeki gibi bir yetişkin ve bir küçük kızın mesela, ya da meşhur Leon’daki suikastçı ile küçük kızın, sıfırdan (çünkü kan bağı yok) bir dostluk inşa etmesi o kadar büyüleyici geliyor. Sanki ailenin default durumu o kuvvetli bağ imiş ve ondan azıcık eksildiğinde bile büyük bir potansiyel harcanıyormuş da, birbirine aile olmayan insanların az da olsa bağ kurması, bütün bir insanlık için umudu yeşertiyormuş gibi.
Bu yaz ilginç bir şey oldu ve seneler sonra birçok eski arkadaşım ziyarete geldi, yüz yüze görüşme şansımız oldu. Bu yazıyı da onların yüzüne söyleyemediğim şeyleri derleyip, toparlayıp (biraz da soyutlayıp, karmaşıklaştırıp) bir yere koyabilmek için yazmak istedim. Belki yalnızlığı çok derinden çok küçük yaşlarda hissetmeye başladığım için, iyi bir arkadaşlık bünyemde tarifsiz hisler uyandırıyor. Ama (tekrar) “arkadaşların en iyisiyim, arkadaşların en kötüsüyüm” ve bence herkes biraz böyle. Ve bence biraz şartları zorlamak gerekiyor. Hep bize benzeyen arkadaşlar edinmek çok sıkıcı olurdu ve oluyor da. Ayrışmamız, bölünmemiz “onların” (illuminati?) işine geliyor. (Rahmetli Hannah Arendt de demişti, totaliter rejimler yalnız, atomik, kimseyle bağ kurmayan, insan sever, diye.) İçimizi yiyip kemiren, alttan alta hissettiğimiz ama belki adını koyamadığımız, kozmik yalnızlığımızı gidermek için abuk sabuk işler peşinde koşacağımıza (iç savaş çıkarmak gibi mesela) arkadaş olsak ya? Bu da benim dünya barışına katkım olsun. Keh, keh.