90’larda çocuk olmak, Hollanda taşrasında
Akşamın Huzursuzluğu'ndan çeviri bir bölüm
Marieke Lucas Rijneveld, 1991 doğumlu Hollandalı bir şair ve yazar. İlk romanı De Avond is Ongemak (“The Discomfort of Evening”; “Akşamın Huzursuzluğu”) ile Uluslararası Booker ödülünü kazandı 2020 yılında. Daha evvel, ödüllü romanlara zaafım olduğunu söylemiştim, haliyle merak edip okudum. Okumakla kalmayıp elimdeki İngilizce çevirisinden bir bölümü, Türkçe’ye çevirmek istedim siz sevgili okurlar için. (Muhtemelen Türkçe’de ilk kez… Alkışlar!)
Aşağıda okuyacağınız çeviri, kitabın onuncu ve on altıncı sayfaları arası. Anlatıcımız ve kahramanımız, henüz 10 yaşındaki Jas Mulder’in bir çiftlikte geçen hayatına giriyoruz. “İneklerin aile bireylerinden daha değerli” olduğu bir köy yeri burası. Jas’ın Hanna isminde bir kız kardeşi, Obbe ve Matthies isminde iki de ağabeyi var. Ailecek Reformed Church denen, Hollanda’nın en büyük Protestan cemaatlerinden birine üyeler.
Kitap Matthies’in trajik ölümüyle başlıyor. “Eğer çocuklardan biri ölürse, aile ya daha sıkı bağlanır ya da parçalanır,” diyor yazar bir başka yerde. Bunun karanlık bir roman olduğunu söylersem, hangi yöne gittiğini anlayacaksınızdır. Ancak bu karanlığı, on yaşında (roman bittiğinde on iki yaşında olacak) bir kız çocuğunun zekice günlük gözlemlerinden takip etmek ve sıklıkla rahatsız edici detaylara (kardeşlerle ensest denemeleri, hastalıklar, hayvan bedenleriyle yapılan deneyler vs.) rastlamak zor bir tecrübe. Ama çocuk dünyasının çok farklı kuralları olduğunu ustaca hatırlatan bir anlatı aynı zamanda.
“Her ilk roman otobiyografiktir, yazar kendi hayatını anlatır,” kuralı burada da, üstelik bir hayli detaylandırılmış bir hâlde, geçerli. Marieke olarak dişil bir bedende doğup daha sonra Lucas isimli bir erkek tarafı olduğunu keşfeden yazar, aynı zamanda henüz üç yaşındayken on iki yaşındaki ağabeyini kaybetmiş gerçekten de. O zamanlar ailesiyle Amsterdam’ın elli kilometre uzağında bir çiftlikte yaşıyor, hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Kitaptaki hemen her satırın ilk elden şahitlik olduğu hissini, okurken alıyorsunuz zaten.
Avrupa edebiyatı, Anglo-Sakson muadiline göre daha sert. O kadar ki, kitabın Hollandaca orijinalinde yer alan bir Hitler şakası, İngilizce çeviride çıkarılmış. (Siz değerli okuyucular için şakayı buldum: Ağabeyi Jas’a sorar: “Hitler neden intihar etmiş?” Sonra da cevap verir: “Gaz faturasını ödeyemediği için.”) Jas, evlerinin kilerinde Yahudi bir aileyi sakladıklarına inanıyor uzunca bir süre. Okulda Hitler’le ilgili öğrendikleri üzerinden de “iyi-kötü” karşılaştırması yapıyor. Nihayet şu sonuca varıyor ama: “Ona mini bisküvilerin iki tarafı olduğunu söyledim: biri çikolata ve diğeri zencefilli çörek. Benim de iki tarafım var – Hem Hitler’im hem de bir Yahudi’yim, iyi ve kötü.”
Yazar, kendi çocukluğunun geçtiği zamanı kullanmış, 1990’ların sonu, 2000’lerin başı. Nokia telefonlar var, bilgisayarda The Sims oynanıyor. Ancak taşradalar, hayat modern öncesiyle modern arasında fantastik bir boşlukta salınıyor. Şehir hayatını bilmediği için orayla bir ikilik kurmuyor; ama köyden kaçıp gitmek hevesi var. Jas’ın kurbağalar, tavşanlar, inekler, köstebekler ve karıncalarla ilgili fikirleri, benim gibi şehirde büyüyen bir çocuk için hayli ilginç. O yaştaki birinin bilinç akışını bütün o pastoral ögelere ve çiftlik yaşamının günlük detaylarına çarptırarak okuyucuya sunmak, kitabın tonundaki orijinalliğin formülü.
Şu anda kitap hakkında uzun uzun yazabileceğimi fark ettiğim için burada kesmeliyim. Son olarak şunu ekleyeyim: Romandaki ailenin dinle ilişkisinden bahsetmiştim. Her Pazar kiliseye gidiyorlar, kilisenin yaşlıları evlerinde onları ziyaret ediyor. Geleneksel bir hayatları var. Jas da sık sık İncil’den pasajlar paylaşıyor bizimle. Bir çocuk safdilliği ile o pasajlardaki hikâyeleri kendi hayatında canlandırıyor. Romandaki Tanrı, varla yok arası. Bazen inanıyor ona gerçekten, bazen de inanmıyor. Ama nötr bir Tanrı. Gerçekten inanmak isteyen birinin Tanrı’sı bana kalırsa.
Bu yüzden kitabı bitirip röportajını okurken (link), kendisinin de böyle hissettiğini görmek hoşuma gitti. Tanrı’ya inanıp inanmadığı sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Tanrı’ya hâlâ inanıyorum, bunu hiç kaybetmedim. Çocukluğumda olduğundan farklı; daha az buyurgan, daha az ‘büyülü’, ama her zaman orada, sadece artık ön planda değil. İncil eğitimimden aldığım dersleri hâlen aklımda tutuyorum – sadece insanlara karşı sevgiyi değil, aynı zamanda bir araya gelmiş bir cemaatin gücünü de. Herkesin birbirine destek çıktığı bir cemaati özlüyorum bazen. İncil’deki bütün o güzel hikâyeler de hâlâ zihnimde. Dilinden ve sembolizminden çok şey öğrendim. O hikâyeler gerçekten yaşandı mı, yaşanmadı mı tartışabilirsiniz ama onların arkasındaki fikre bakmak çok daha güzel.”
Evet, iyi okumalar!
NOT: Bu bültene şuradan abone olabilir ve yazıların e-postanıza gelmesini sağlayabilirsiniz:
Akşamın Huzursuzluğu
2
Ticari televizyon kanallarının hiçbiri bizde yoktu, sadece Nederland 1, 2 ve 3. Babam onlarda müstehcenlik olmadığını söylerdi. “Müstehcen” kelimesini sanki az evvel ağzına bir sirkesineği kaçmış gibi telaffuz ederdi, tükürür gibi. Kelime bana, annemin her akşam suya bırakmadan önce kabuklarını soyduğu patatesleri düşündürürdü, çıkardıkları cup sesini. Eğer çıplak insanlarla ilgili uzun uzun hayal kurarsanız budaklanırsınız, tıpkı patatesin bir süre sonra filizlendiği ve onları bıçağın ucuyla yumuşak teninden kazımanız gerektiği gibi. Çatallanmış yeşil parçacıklarla, bunlara bayılan tavukları beslerdik. İçinde TV olan ahşap meşe dolabın karşısında karnımın üzerine uzanmış yatıyorum. Patenimin kopçalarından biri, oturma odasının köşesinden öfkeyle tekmelediğimde dolabın altına kayıp gitmişti. Öteki taraf için çok küçüktüm ve ahırın arkasındaki gübre hendeğinin üstünde paten yapmak için de çok büyüktüm. Açıkçası, ona artık paten yapmak denemezdi; daha ziyade, yiyecek bir şeyler aramak için oraya inen kazların yaptığı gibi, gıdım gıdım ilerlemekti. Gübrenin pis kokusu buzdaki her çizikte biraz daha açığa çıkar ve patenlerin keskin ağzı açık kahverengiye dönerdi. Hendekte bir çift aptal kaz gibi dikildiğimizde, köydeki herkesle birlikte büyük gölde büyük patinaja katılmak yerine kat kat sarınmış bedenlerimiz çimlerle kaplı bir banktan ötekine salınırken, gülünç oluyoruzdur herhalde.
“Oraya gidip Matthies’i seyredemeyiz,” demişti Baba, “buzağılardan biri ishale yakalandı.”
“Ama söz vermiştin,” diye feryat etmiştim. Ayaklarımı saklama poşetine bile sarmıştım.
“Hafifletici sebebim var,” dedi Baba, siyah beresini kaşlarının üstüne indirirken. Başımla birkaç kez onaylamıştım. Öngörülemez sebepler için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu ve inekler karşısında hiç kimseye şans tanınmazdı zaten; onlar her zaman daha önemliydi. İlgiye ihtiyaç duymadıklarında bile, şişman biçimsiz bedenleri karnı tok sırtı pek hâlde ahırdaki bölmelere uzanmışken bile, bir şekilde önceliği kapmayı başarıyorlardı. Somurtarak kollarımı göğsümde kavuşturdum. Kayışlı patenlerimle yaptığım bütün alıştırmalar boşa gitmişti; paçalarım holde duran, Baba boyundaki porselen İsa’dan bile daha sertti. Saklama poşetlerini bilerek çöpe attım; kahve telveleri ve ekmek kırıntılarına doğru iyice ittirdim ki Anne onları servis peçeteleri gibi tekrar kullanamasın.
Dolabın altı tozluydu. Bir saç tokası, kaknem bir kuru üzüm ve bir Lego parçası buldum. Aile üyeleri ya da Reform kilisesinin yaşlıları ne zaman gelse, Anne dolabın kapaklarını kapatırdı. Akşamları kendimizi Tanrı’nın yolundan saptırdığımızı görmemeleri lazımdı. Pazartesileri Anne, Lingo isimli bir yarışma programı seyrederdi. Hepimiz fare gibi sessiz olmalıydık ki ütü masasının arkasında dikilirken kelimeleri doğru tahmin edebilsin; her doğru cevapta buhar yukarı doğru süzülürken ütünün tıslamasını duyardık. Genelde İncil’de geçmeyen kelimelerdi ama annemiz yine de onları biliyor gibiydi. Onlara ‘yüz kızartıcı kelimeler’ derdi çünkü bazıları yanaklarınızı kırmızıya çevirirdi. Obbe birinde bana ekranı siyahken, televizyonun Tanrı’nın gözü olduğunu ve Anne dolabın kapılarını kapattığında O’nun bizi görmesini istemediğini anlatmıştı. Muhtemelen bizden utanıyordu çünkü Lingo açık değilken de bazen yüz kızartıcı kelimeler kullanıyorduk. Ağzımızdan onları bir kalıp yeşil sabunla temizlemeye çalışmıştı, yağ ve çamur lekelerini güzel okul kıyafetlerimizden çıkarır gibi.
Zeminde kopçayı arandım. Yattığım yerden, mutfağın içini görebiliyordum. Baba’nın yeşil çizmeleri aniden buzdolabının önünde belirdi, saman ve inek pisliği parçaları çizmenin kenarlarına yapışmıştı. Sebzelikten bir demet daha havuç yaprağı almaya gelmiş olmalıydı. Tulumunun göğüs cebinde tuttuğu toynak bıçağıyla yaprakları ayırdı. Günlerdir buzdolabıyla tavşan kafesleri arasında gidip geliyordu. Hanna’nın yedinci doğum gününden kalma milföy kek de onunla birlikte gitti, buzdolabı ne zaman açılsa onu görüp ağzımın suyu akıyordu. Tırnağımla pembe tabakasının ucunu gizlice kazıyıp ağzıma atmaktan kendimi alamamıştım. Buzdolabında koyulaşan kremanın içinde parmağımı gezdirerek bir tünel açmış ve biriken kremayı sarı bir şapka gibi parmak ucuma yapıştırmıştım. Baba fark etmedi. “Kafasını bir şeye sabitlemişse, ona ulaşmak imkânsızdır,” derdi ailenin en dindar tarafından büyükannem bazen; ve bu yüzden komşu Lien’den iki gün sonraki büyük Noel yemeği için aldığım tavşanım Dieuwertje’yi beslediğinden şüpheleniyordum. Normalde hiçbir zaman tavşanlarla ilgilenmezdi – ‘küçük paylar’ senin tabağına aitti ve o yalnızca varlıkları görüş alanının tamamını kaplayan hayvanlardan hoşlanırdı, benim tavşanımsa görüş alanının yarısını bile doldurmazdı. Birinde demişti ki boyun omurgaları bir bedenin en kolay kırılabilir yerleridir – kafamın içinde, sanki annem bir avuç erişteyi tavanın üstünde kırıyormuş gibi, çıtırdadıklarını duydum – ve tavan arasında çatı kirişinden sarkan bir halat ilmeği aniden belirmişti. “Salıncak için,” demişti Baba, ama hâlâ ortada salıncak yoktu. Halatın neden kulübedeki tornavidalar ve cıvata koleksiyonunun yanında değil de tavan arasında asılı olduğunu anlamamıştım. Belki de diye düşündüm Baba bizim seyretmemizi istemişti; eğer günaha girersek başımıza bu gelecekti. Kısa bir süreliğine zihnimde tavşanımın kırık boynuyla tavan arasındaki halattan sallandığını canlandırdım, Matthies’in yatağının yanındaydı, böylece babamız derisini kolayca yüzebilecekti. Muhtemelen Anne’nin sabahları patates soyacağı ile soyduğu pişmiş iri sosisin kabuğu gibi çıkacaktı deri: tek farkı Dieuwertje’yi büyük güveç çanağının içinde tereyağına yatırırlardı ve bütün ev ızgara edilmiş tavşan kokardı. Biz bütün Mulder ailesi uzaktan bu kokuyu alıp Noel yemeğinin hazır olduğunu anlardık; iştahımızı kaçırmamamız gerektiğini bilirdik. O an fark ettim de yemekten kaçınmaya alışmış olduğumdan, artık tavşanımı kepçe dolusu, havuç otlarıyla da tabi, besleme imkânım vardı. Her ne kadar eril bir tavşan olsa da, ona çocuk TV’sindeki kıvırcık saçlı kadın sunucunun adını vermiştim çünkü onu çok güzel buluyordum. Onu Noel listemin en tepesine yazmak isterdim ama adını henüz hiçbir oyuncak kataloğunda görmediğim için bir süre beklemeliydim.
Tavşanıma yönelik bu alelade cömertliğin arkasında bir iş olduğundan emindim. Bu yüzden Baba’yla kahvaltıdan önce ineklere kış ikramlarını götürmeye gittiğimde başka hayvanları önermiştim. Hayvanları yönlendirmek için bir sopa tutuyordum. En iyi yöntem yanlarını dövmekti böylece yollarına devam ediyorlardı.
“Sınıfımdaki diğer çocuklar ördek, sülün ya da hindi alıyorlar ve içlerinden taşana kadar kıçlarına patates, pırasa, soğan ve pancar tıkılıyor.”
Babama göz ucuyla baktım ve o da başını salladı. Köyümüzde çeşit çeşit baş sallama vardı. Bu aslında kendini ayrıştırmanın bir yoluydu. Şimdiden hepsini biliyordum. Bu baş sallama babamın hayvan satıcıları ona çok düşük bir fiyat önerdikleri ama onun kabul etmek zorunda kaldığı zaman kullandığıydı, çünkü zavallı mahlukla ilgili kötü bir durum vardı ve aksi hâlde elinde kalacaktı.
“Burada çok sülün var, özellikle de söğütlerin arasında,” dedim çiftliğin solundaki ormanlık alana bakınarak. Onları bazen orada ağaçların arasında ya da yerde otururken görürdüm. Beni gördüklerinde kendilerini taş gibi yere düşürüyor ve ben gidene kadar ölü taklidi yapıyorlardı. Ben gidince kafaları yeniden beliriyordu.
Babam yine başını salladı, sopasını yere vurdu ve “Sssssssjeu, hadi” diye tısladı inekleri sürmek için. O konuşmadan sonra buzluğu kontrol ettim ama karışık kıyma paketlerinin ve çorbaya konacak sebzelerin arasında ördek, sülün ya da hindi yoktu.
Baba’nın botları gözden kayboldu yine, mutfak zemininde sadece birkaç saman çöpü kalmıştı. Kopçayı cebime koydum ve dolgulu ayaklarımın üstünde yukarıya, çiftlik alanını görmeyen odama çıktım. Yatağın ucunda kıçımın üstüne oturdum, inekleri getirip köstebek tuzaklarını kontrol etmek için gerisin geri çimenliğe yürüdükten sonra babamın elini başımın üstüne koyuşunu düşündüm. Eğer tuzaklar boşsa, Baba ellerini sıkıca pantolon ceplerinde tutardı: kutlayacak bir şey yoktu, bir şeyler yakalamış ve iki büklüm hâldeki kanlı cesetleri tırmıklardan paslı tornavidayla zorlayarak açmış değildik, ki böyle zamanlarda Baba küçük bir yaratığın masum masum tuzağa yürümüş olduğunu görünce yanaklarımdan dökülen yaşları fark etmesin diye, ben öteki tarafa dönerdim. Baba’nın o elini, tavşanımın boynunu kırarken kullandığını hayal ettim, tıpkı nitrojen tenekesinin tepesindeki çocuk kilidi gibi: bunu yapmanın tek bir doğru yolu vardır. Anne’nin cansız hayvancığımı Pazarları kiliseden sonra Rus salatası için kullandığı gümüş servis tabağına yatırdığını kafamda canlandırdım. Onu semiz otuna yatırır ve kornişon, domates dilimleri, rende havuç ve bir dal kekikle süslerdi. Kendi ellerime, yamuk yumuk çizgilerine baktım. Bir şeyleri tutmak dışında kullanılmak için hâlen çok küçüklerdi. Hâlen anne babamın ellerine sığıyorlardı ancak Anne’nin ve Baba’nın elleri benimkine sığmıyordu. Onlarınkilerle benimkiler arasındaki fark buydu, onlar ellerini tavşanın boynunun ya da salamurada ters dönmüş bir peynirin etrafına sarabilirlerdi. Onların elleri her daim bir şeyler arıyordu ve eğer artık bir hayvanı ya da insanı nazikçe tutamıyorsanız, onu salıvermek, dikkati daha kullanışlı şeylere vermek daha iyiydi.
Alnımı yatağımın köşesine sertçe bastırdım; soğuk ahşabın basıncını tenimde hissettim ve gözlerimi kapattım. Bazen karanlıkta dua etme gerekliliğini tuhaf buluyorum, benim karanlıkta parıldayan yorganıma benzemesine rağmen: yıldızlar ve gezegenler ancak yeterince karanlık olduğunda ışık saçarlar ve bizi geceden korurlar. Tanrı da böyle olmalı. Kavuşturduğum ellerimi dizlerime bıraktım. Buzun üstündeki bölmelerin birinden aldığı sıcak çikolatayı içmekte olan Matthies’i düşündüm öfkeyle. Onun kırmızı yanaklarla buz üstünde kaydığını düşündüm ve yarından itibaren buzların çözüleceği aklıma geldi: kıvırcık saçlı sunucu, bacadan girecek Noel Baba için çok kaygan olabilecek çatılar ve onun kaybolmasına yol açabilecek sis için uyarmıştı, muhtemelen Matthies de kaybolurdu, her ne kadar bu kendi hatası olsa da. Bir an için, patenlerimi önümde gördüm, yağlanmış ve kutularına konmuşlardı, tavan arasına dönmeye hazırlardı. Bu kadarı için çok küçük olduğumu ama kimsenin yeterince büyük olmanın kapı direğinde kaç santimetreye denk düştüğünü söylemediğini düşündüm. Ve Tanrı’ya tavşanım yerine kardeşim Matthies’in canını alamaz mısın lütfen diye yalvardım. “Amin.”